'Gözlerini bu fotoğraftan kaçırsan içini kaçırabilir misin'

'Gözlerini bu fotoğraftan kaçırsan içini kaçırabilir misin'

Haydar Ergüler (Cumhuriyet, 2 Temmuz 2012)

 

'Merdivende üç şair'

 

Orhan Tüleylioğlu bugünlerde yayımlanan “Merdivende Üç Şair” (Kırmızı Kedi Y.) kitabı için benden de yazı istemişti, fakat yazamadım. O da bunun üzerine benim eskiden Behçet Aysan için yazdığım “Behçet Çok İyi Bir... ‘Adam’dı” yazısını aldı kitabına, sağ olsun.

Merdivende üç şair: Biri Metin, biri Behçet, biri Uğur. Kitabın kapağında da o unutulmaz an duruyor. Hemen bakıp geçiyorum, uzun uzun bakamıyorum. Hem bakamam da. Hem de yazamayacakmışım. Yazamazmışım meğer. Hayret değil, esef değil, sitem değil, daha ağır bir şey. İnsan bir kez çok trajik bir şeye tanık olur ve gözlerini kaçırır ya da gözlerini kapar, belki de görmezden gelir. Gördüğünü de kendine bile unutturmak için hiç kimseye anlatmaz, anlatamaz, paylaşmaz, ama gözün unuttuğunu akıl unutmaz, akıl unutsa yürek unutmaz.

Ne tuhaf, merdivendeki üç şaire, o fotoğrafa çok bakarsam sanki, onların yüzlerinden, duruşlarından, ellerindeki sigaradan, süpürgeden, yangın söndürücüden, sakaldan, sopadan doğru, trajik olanı doğallaştıracakmışım gibi geliyor. O bir fotoğraf ve fotoğrafa bakılır, öyle ya, gözlerini kaçırmak niye, gözlerini kaçırsan içini kaçırabilir misin, sorular böyle başlar ve hiçbirinin de yanıtı olmadığı, sorular kadar ağır, beter, yakıcı yanıtları da olmadığı için sürer gider.

Sonra fotoğrafı okumaya başlarız, her şeyi okuduğumuz gibi; bir filmi okuruz, insanların yüzlerini okuruz, acıyı okuruz. Okudukça da her şey okunacak bir şeymiş gibi gelir bize ve bunun keyfini çıkarmaya başlarız. İyi de bu bir büyük acıdır, bir şiir, bir fotoğraf, bir metin değildir, onları kaç türlü okuyor olursak olalım, acıyı ancak acı olarak okuyabiliriz, acıyla okuyabiliriz. Bazı şeyler katıdır evet, taş gibidir, kendisinin başka hiçbir biçimde yorumlanmasına, okunmasına izin vermez.

Tüleylioğlu’nun “Merdivende Üç Şair” kitabında, 2 Temmuz 1993 “Acı Günü”nde Sivas Madımak katliamında şehit olan üç şairle ilgili yazılar var. Şairlerin, yazarların, yakın dostlarının, çocuklarının yazıları, kara yazıları, anı yazıları değil, acı yazıları.

Uğur Kaynar’ı hiç tanımadım, adını biliyordum yalnızca, bir de resmini bildim sonra; birbirlerine ne kadar da çok benzeyen yılların, dönemlerin yoldaşları, şiir yazanları olarak, benzemek iyidir, “ben benzemenin iyi olduğu şehirlerden geldim” çünkü, ve benzemenin iyi olduğu zamanlardan.

Metin Abiyi tanıdım, ona hayran genç kuşak şair adaylarından biri olarak, şiirine de hayrandık, usulluğuna da, yaydığı ışığa da, adamlığına da. Bir şiir alfabesi gibidir, bazı şairleri hecelemeden, okumadan, şiiri sökemezsiniz, Metin Altıok o şairlerden biridir. “Şiir Atlası” da yazmıştır, çocuklar şiiri daha iyi söksünler diye.

Behçet! Arkadaşım, insanım, canım, şairim. O resim hepinizle capacanlı hâlâ. Metin Abinin bakışları, elindeki sigaranın uzayan külü, ömrüne düşüyor, hepimizin ömrüne düşüyor, kül uzun sürüyor tıpkı yangını gibi. Uğur’un da elinde bir sigara var, ama o sigara daha kül olacağını bilmiyor, çünkü öyle genç, öyle yeni, öyle acemi bir sigara, külü de öyle; kibar, tedirgin, nereye düşeceğini bilmiyor, yangın çıkaracağından değil ama merdivenlerin, otelin, o günün, Sivas’ın kirleneceğinden korkuyor; ah ince sigara, kibar kül! Behçet uykusuz gibi, şuracıkta biraz kestirirsem kendime gelirim der gibi. Kendine kaygısız, başkalarına kaygılı hep. O yüzden kendisi olarak görüyoruz Behçet’i bu fotoğrafta.

Ben de bir fotoğraf okuması yapmaya başladım bile. Yapmayacağım. Kitaptaki bir yazıyı anacağım. Rengin Arslan’ın “Bir Merdiven Niye Kanar” yazısını. İlk defa merdivende oturan şairler gördüğünü yazıyor. O merdivenler ne yazık ki gökyüzüne uzanmadı ve hep o soru gibi kırık, yarım kaldı: Bir merdiven niye yanar?