'Gülen cemaatinin başını çektiği bir itiraz ve direniş cephesi şekilleniyor'

'Gülen cemaatinin başını çektiği bir itiraz ve direniş cephesi şekilleniyor'

Ruşen Çakır (Vatan, 11 Haziran 2012)

 

'Benim vesayetim seninkinden daha demokratik!'

 

Hükümetin, yasadışı kayıtların yayınlanmasına ağır cezalar getirme ve özel yetkili mahkemeleri (ÖYM) yeniden düzenleme, hatta belki de kaldırma yolundaki çalışmalarına karşı Fethullah Gülen cemaatinin başını çektiği bir itiraz ve direniş cephesi şekilleniyor. Peki tam olarak neyin mücadelesi veriliyor?

Benim “yeni tür iktidar savaşları” olarak tanımladığım olayın kökleri daha eskiye gitmekle birlikte aleniyet kazanması MİT kriziyle oldu. AKP hükümetine yakın bir düşünce üretim kuruluşu olan SETA’nın Siyaset Araştırmaları Direktörü Hatem Ete bu kriz daha çok sıcakken Sabah’ta kaleme aldığı “Vesayet, siyaset, cemaat” başlıklı yazıda şöyle demişti:

“Yapılan manipülasyonlara rağmen, savcılığın, siyasi iktidarın bilgisi, onayı ve direktifi dâhilinde gerçekleştirilen Oslo veya İmralı görüşmeleri dolayısıyla eski ve yeni MİT yöneticilerini soruşturmaya dâhil ettiğine dair bulgular ağırlık kazanıyor. Bu gerekçe, savcılığın, siyasi iktidarın terörle mücadele politikasını sorguladığı, dolayısıyla da, bir siyasi aktör gibi davranarak politika geliştirdiği anlamına geliyor.”

Ete hemen ardından, “Hükümetin toplumsal desteğe dayalı siyasal iradesini, sahip olduğu bürokratik imtiyazlara sığınarak gasp etme anlamına gelen bu tutum, eski Türkiye’de ‘vesayet sistemi’ olarak adlandırdığımız ve mahkzm ettiğimiz bir tutumdur” diyerek özel yetkili savcıları “eski sistemin yeni takipçileri” olarak tarif etti.

 

Dün ve bugünün farkı

 

Nitekim hükümete yakın çevreler özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya’nın eski ve yeni MİT yöneticilerini ifadeye çağırmasını “yargı vesayeti” arayışı olarak tanımlayıp, bunun yaşandığı 7 Şubat tarihini, tıpkı 28 Şubat ve 27 Nisan gibi, meşru hükümete yönelik bir müdahale olarak kayda geçirdiler.

Aslında “yargı vesayeti” kavramı Türkiye’ye pek yabancı değil. ÖYM’lerden önce DGM’ler, başta Kürt sorunu ve laiklik olmak üzere birçok konuda siyasete alenen müdahale etmekten çekinmemişlerdi. Ama öncelik tabii ki yüksek yargıdaydı. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve hatta Danıştay’ın birçok kararının halkın sandıkta göstermiş olduğu siyasi iradeyle alenen çeliştiğini unutmadık. Fakat geçmişle bugün arasında çok önemli bir fark bulunuyor: Geçmişte yargı, askerin başını çektiği vesayet sisteminin bir parçasıydı. Günümüzdeyse askerin siyasi açıdan herhangi bir gücü ve etkisi olduğu söylenemez. Özel yetkili savcı ve yargıçların emniyetle mükemmel bir koordinasyon içinde çalışıyor olmalarının da bir yerden sonra fazla bir anlamı yoktur.

 

Yürütmenin vesayeti

 

AKP hükümetinin, yargının yürütme üzerindeki vesayetine, diğer bir deyişle ülkede siyasetin seçilmişler yerine savcı ve yargıçlar tarafından belirlenmesine karşı çıkması doğaldır ve bunun yollarını tıkaması da demokrasiye uygundur. Fakat burada bir başka risk karşımıza çıkıyor: Hükümetin yargıyı mutlak kontrolü, diğer bir deyişle vesayeti altına alması.

Benzer bir tartışma 12 Eylül referandumu öncesi de yapılmış, muhalefet gerek HSYK, gerekse yüksek yargı organlarıyla ilgili düzenlemelerin amacının yargı bağımsızlığını sona erdirmek olduğunu ileri sürmüştü. İktidar partisinin yargıya yönelik şikayetleri büyük ölçüde sürdüğüne göre muhalefetin pek de haklı çıkmadığı söylenebilir mi? Sanmıyorum.

Neden böyle düşündüğümü açıklamaya çalışayım: Referandumun amacı gerçekten yargıyı denetim altına almaktı. Nitekim öyle oldu ama ipler tasarladığı gibi hükümetin eline geçmedi. Şöyle ki referandumda evetçiler çok geniş bir koalisyon oluşturuyordu ama yargıdaki yeni düzenlemelerden bu koalisyonun sadece iki ana aktörü, yani AKP ile Gülen cemaati istifade etti. Ne var ki bu iki ana kanat arasında, birçok kritik konuda (Şike davası, İlker Başbuğ’un yargılanış şekli, MİT’e yönelik soruşturma...) derin görüş ayrılıkları çıktı. İktidar partisi yargıya istediğini yaptıramayınca yeni yasal düzenlemelere giderek onu baypas etmek durumunda kaldı.

Sonuç olarak haklı bir şekilde “yargı vesayeti”nden şikayet eden siyasi iktidarın haksız bir şekilde yargı üzerinde bir “yürütme vesayeti” kurmaya çalıştığına tanık oluyoruz. Dolayısıyla serinkanlılığı elden bırakmamak, her iki tarafın da kendilerini demokrasi üzerinden meşrulaştırmaya çalışmasına kanmamak lazım.