'Gülen'in cübbesi ve öğrencilerine dokunan, Hz. Ömer bile olsa yanar!'

'Gülen'in cübbesi ve öğrencilerine dokunan, Hz. Ömer bile olsa yanar!'

 

Hilal Kaplan

(YeniŞafak, 2 Mart 2012)

 

Önce Hakan Fidan'ı nerdeyse "vatan hainliği"yle suçlar bir üslupla yayınlar yapıldı. Sosyal medyada, Fidan'ı "PKK dostu" diye ananlar bile oldu. Sabih Kanadoğlu'na benzer şekilde "Hakan Fidan ifadeye gitsin, bir çay içip döner" gibi muhtemelen söyleyenin de inanmadığı çağrılar dillendirildi.

Zemin kazanılamadığı, Başbakan ve kadrosunun vesayet kurma girişimine boyun eğmediği ve halkın büyük çoğunluğunun ikna olmadığı anlaşılınca; "Fidan'ın "şüpheli" sıfatıyla çağrılmasını neden onayladınız?" sorusuna tutarlı bir cevap verilmemesine rağmen "Hakan Fidan iyi de çevresi kötü" frekansına bağlanıldı. Bu sefer de KCK-MİT "ortaklığı" varmış gibi haberlerin servisine başlandı.

MİT'çilerin bir kısmının deşifre olup öldürülmesi tehlikesine rağmen bu yapıldı. MİT'in istihbarî bilgiler elde etmek için yasal olan ile olmayan arasında gidip gelmesi zorunluluğundan bîhaber metinler döşendi. "Oslo görüşmeleri fiyaskodur" benzeri yorumlarla yargının yürütmeye müdahalesi tahfif edilmeye çalışıldı. Yani darbelerin genel-geçer meşrulaştırıcısı olan o argümana, 'hükümetin başarısızlığı'na vurgu yapıldı. "Velev ki hükümet başarısız oldu, hesabını yargı değil halk sorar" demekten imtina edildi.

Yetmedi, "Savcıların elinde dehşet bilgiler var, bildiğiniz gibi değil" denildi. "Onlar bizim savcılarımız, güvenmeyecek miyiz?" demagojileri köpürtüldü. Ancak yine olmayınca MOSSAD ve CIA'ye işaret etmeler ve "Savcı yapmış bir hata, büyütmeyelim" söylemine geçiş yapıldı. Hata işlemez kabul edilen savcıların da hata yapabileceği kabullenilmiş oldu.

"Ak Parti'yi bekleyen karşı-propaganda" yazımda anlattıklarıma ek olarak önümüzdeki günlerde de şu propagandayla karşılaşmamız muhtemel: PKK sorununa dair hükümet emniyetçi çizgiyi takip ederken şartsız, şüphesiz destek verenler yüzlerini tam ters istikamete çevirecekler.

Geçtiğimiz sonbahar "PKK, bahara biter" gazını verip, şimdi haksız çıktıklarını itiraf edemediklerinden -keşke haklı çıksalardı elbette- bundan sonra gerçekleşebilecek her PKK saldırısını hükümetin yol açtığı 'emniyet zaafı'na bağlanıp, Ak Parti'ye fatura etmeye kalkışılacak.

MİT üzerinden hükümete vurulmaya çalışılan darbe, bu şekilde haklılaştırmaya çalışılacak. Üstelik bu, PKK saldırılarında bahar aylarında artış olduğu 25 yıllık kısırdöngüyü takip eden herkesin malumu olmasına rağmen yapılacak.

7 Şubat darbe teşebbüsüne ilişkin kurulan bir diğer 'müdafaa' hattına göreyse Ak Parti ile Gülen Hareketi arasında bir ihtilaf yokmuş ama bir kısım liberaller, nifak tohumları ekerek bu tuzağı kuruyorlarmış. Mevzubahis hattın ön cephesinde Bugün yazarı Ahmet Taşgetiren yer alıyor. Taşgetiren, yazdığı iki yazıyla Ali Bayramoğlu'nun neredeyse tüm 'MİT krizi'ni yöneten akıl olduğunu, bu aklı simgelediğini iddia ediyor. Bayramoğlu'nun "otonom yapı" diyerek tarif ettiği emniyet-yargı işbirliğinin "törpülenmesi" gerektiği yorumunu da hükümeti "tuzağa" çekmek için yapılan bir çağrı olarak değerlendiriyor.

Eğer Taşgetiren, Bayramoğlu dışındaki yazarları da okuyorsa sorunun bu veçhesine değinenlerin sadece ondan ibaret olmadığını görebilir. Örneğin Ak Parti'ye yakınlığı ile bilinen Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı'nın (SETA) Siyaset Araştırmaları Direktörü Hatem Ete'nin Sabah'ta yayınlanmış yazısına göz atmış olsaydı bile 'suçu' sadece Bayramoğlu'na yükleme kolaycılığına kaçmazdı belki.

Ete, "otonom yapı" yerine oldukça sert bulduğum "neo-Kemalist aktörler" ifadesiyle mevcut duruma ışık tutmaya çalıştıktan sonra şöyle diyor:

"Ancak, bir cehalet perdesi altına gizlenmeyeceksek, Cemaatin bu son krizde, hükümetin yanında yer almadığı da aşikâr. Krizin patlak verdiği ilk günden beri, Cemaate yakınlıkları veya mensubiyetleri ile bilinen isimler, hem emniyet ve savcılığın iradesini sahipleniyorlar, hem de hükümetin kendisini hedef alan hamleyi boşa çıkarmaya yönelik teşebbüslerine karşı kampanya yürütüyorlar. Dolayısıyla, Cemaatin, mevcut krizde, planlı ve kararlı bir stratejiye sahip olduğu söylenebilir."

Ayrıca pek bahseden olmadı ama bu ihtilafa dair kanaatimce en dikkat çekici yazıyı Hocaefendi'nin talebelerinden olan Ali Ünal kaleme aldı. Zaman'da "Bir tecrübe, bir rüya ile teneffüs" başlığıyla yayınlanan yazıda "Hocaefendi'nin cübbesine ve 'öğrencilerine' dokunan Hz. Ömer (r.a.) bile olsa yanar" iması yapılıyordu. O yüzden "cehalet perdesi" ardına gizlenmenin, "bu liberaller de çok oldular artık!" homurtularıyla gerçeği bulandırmaya çalışmanın pek bir anlamı yok.

Zira Gülen Hareketi'nin siyasî bir birim gibi tek merkezden hareket ettiği tezini sadece liberaller değil, mütedeyyin kesimler de tartışıyor. Gülen Hareketi'nden bir kısım yazarın referandum süreci başta olmak üzere Ak Parti'ye desteklerini hatırlatıp âdeta "diyet" isteme izlenimi yaratmaları üzerine "Bürokrasi üzerinden iktidardan pay mı isteniyor?" sorusu akıllara düşmüştü ki "ganimeti paylaştırma" deyiminin de o günlerde dolaşıma sokulması bu soru işaretini güçlendirmeye yaramıştı.

Gülen Hareketi'ne mensup rektörlerin, valilerin, emniyet müdürlerinin, savcıların veya hâkimlerin olmasının mütedeyyin kesimleri rahatsız etmesi mümkün mü? Asla. Kitleleri esas sorgulamaya iten, devlet kademesindeki Gülen Hareketi mensuplarının işlerini yaparken hükümet/ devletten aldıkları talimatla mı başka bir merkezden aldıkları yönlendirmeyle mi hareket ettikleridir.

Hükümetin görev yerini değiştirdiği pek çok emniyet mensubu olması da bu algıyı güçlendirmiştir. Eğer görev yeri değiştirilenler Gülen Hareketi'ne mensup değilse, neden bazı yazarlar bu değişikliği nerdeyse "kişisel" olarak algılayıp tepki gösterdiler? Eğer mensuplarsa hükümet, oy kaybetmeyi göze alarak neden böylesi bir inisiyatif almayı gerekli gördü? Bu sorular açıkça cevaplanmadığı için soru işaretleri de yerini muhafaza ediyor.

Müslüman temsili olan yazarların hiçbirisi bu soruları açıktan sormaya cesaret etmediğinden bu düşüncelerin dindar çevrelerde hiçbir karşılığı olmadığı imajı inşa ediliyor. Ancak Gülen Hareketi'nden olan ve olmayan Müslümanlar bu soruların tartışıldığının ama tartışılmıyormuş gibi yapıldığının farkındalar...

Kaldı ki tüm bu olan bitenin ihalesini yazı hayatı boyunca ilkeleri uğruna "kaybeden ata oynamak"tan çekinmemiş, 28 Şubat'ta darbecilere karşı durmuş, Ak Parti iktidarında en sert muhalif yazılara imza atmış, Gülen Hareketi'nin yayın organında yazmasına rağmen "cemaat" kelimesine "üç harfliler" muamelesi yapıp eyyamcılığı seçmemiş bir yazara çıkarmak inandırıcılıktan uzaktır.

Ayrıca muhterem Taşgetiren'e şunu da sormak icap eder: Bir yayın organının Müslüman temsiline sahip olması ve orada yazan kişinin liberal temsiline sahip olması kendisine "misafir" muamelesi yapılmasını mı gerektirir? Örneğin Taşgetiren, beğenmediği bir görüşü olduğunda Gülay Göktürk'e de "Müslüman mahallesinde salyangoz satan" muamelesi mi yapacaktır? Kanaatimce bunun gündeme getirilmesi bile asgari nezaket ölçülerine uymamaktadır. (Bazı liberal yazarların en son "Mavi Marmara" direnişini tartışmaya açmalarında olduğu gibi "Müslümanların başöğretmenliği"ne soyunmalarını eleştirmiş biri olarak bu satırları yazdığımı hatırlatayım. İşin bu veçhesine değinmiyorum zira meselemizle alakalı değil.)

Günah keçisi ilan etmek nefslere hoş geliyor, 'kurban edilen' üzerinden safları sıkılaştırmaya yarıyor ve üzerimizdeki yükleri atmaya imkân sağlıyor olabilir. Ama gerçeğe yaklaşmaya yardımcı olmadığı kesin. Bence de "kediye kedi demek" ve şeffaf biçimde soru işaretlerini ortadan kaldırmak gereklidir.