Güneydoğu'daki gazeteciler anlatıyor: Polis seslendi, dönüp baktım, bana doğrultulmuş bir silah gördüm

Güneydoğu'daki gazeteciler anlatıyor: Polis seslendi, dönüp baktım, bana doğrultulmuş bir silah gördüm

Çatışmalı sürecin yeniden başlaması ve sokağa çıkma yasaklarının ilan edilmesiyle birlikte Güneydoğu Anadolu'da gazetecilik yapmanın koşulları giderek güçleşti, güçleşmeye de devam ediyor. Yaralanma, ölüm, polis şiddeti ve gözaltına alınma, tutuklanma ihtimalleriyle mücadele eden gazeteciler, bir taraftan da yaşamanın bile oldukça güç olduğu bölgeden doğru haber ulaştırmaya çalışıyor.

Kendisi de bölgeden haberler ulaştıran BBC Türkçe'den Hatice Kamer'in, Güneydoğu Anadolu'da çalışan gazetecilerin çalışma ve yaşam şartlarıyla ilgili haberi şöyle:

"Habere ulaşmanın önündeki engeller ve karşılaşılan baskılar neredeyse birçok gazeteciyi iş yapamayacak duruma getirdi. Görüştüğümüz gazeteciler, sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte güvenlik güçlerinin gazetecilere yönelik baskılarının da arttığına dikkat çekiyor. Hendek ve barikatların olduğu bölgelerde de YDG-H'liler de gazetecilerin görüntü almasına izin vermiyor. 

 

Saldırıya uğradılar, tartaklandılar, tutuklandılar...

 

Son dönemde yaşananlara birkaç örnek:

-JİNHA muhabiri Beritan Canözer, "bilerek ve isteyerek örgüte yardım etmek" gerekçesiyle tutuklandı; -DHA muhabiri Canan Altıntaş ve İHA muhabiri Burak Emek, İhyader Başkanı Aytaç Baran'ın öldürülmesi sonrasında kimliği belirsiz kişilerin saldırısına uğradı; -26 defa erişim engeline maruz kalan Dicle Haber Ajansı'nın Silvan muhabirinin başına silah dayandı; -Nusayabin'de HaberTürk muhabiri Ahmet Yukuş ve Mehmet Kayhan kalabalık tarafından "havuz medyası" iddiasıyla tartaklandı; -Tahir Elçi'nin öldürüldüğü gün haber takibindeki gazeteciler güvenlik güçleri tarafından tartaklandı ve bazıları gözaltına alındı.

Bölgede gazeteciliğin nasıl bir hale geldiğini ve karşılaşılan güçlükleri sahada muhabirlik yapan gazetecilere sorduk.

 

'Polis seslendi, dönüp baktığımda bana doğrultulmuş bir silah gördüm'

 

Sputnik Diyarbakır muhabiri Ömer Faruk Baran mesleğe yeni başlayanlardan. İki yıldır gazetecilik yapıyor. Yasaklardan önce haberlerini Suriçi'ndeki kafelerde hazırlayıp gönderdiğini ve bir gün Suriçi'ndeki yıkımın haberini yapacağını hiç düşünemediğini söylüyor.

Gazetecilerin çektikleri fotoğraf ve videoların hem polis hem de YDG-H üyeleri tarafından, basın kartı göstermelerine rağmen çok defa silindiğini belirten Ömer "Çatışmalı alanlarda fotoğraflarımızın, videolarımızın silineceği korkusuyla çekim yapıyoruz" diyerek yaşadığı bir olayı anlatıyor:

"İki ay önce Sur'da çekim yaptığım sırada çatışmalar birden çok şiddetlendi ve bulunduğum yerden ayrılmam gerektiğini fark ettim. Panik halinde yürürken polis üç dört defa 'Kaçma, kaçma, kaçma ulan!' diye bağırdı. Elimde kameram, çantam - klasik gazeteci tipi - bana seslendiğimi düşünmemiştim ilk anda, dönüp baktığımda bana doğrultulmuş bir silah gördüm."

"Çantamı, kameramı ve elimi havaya kaldırıp polise doğru yürüdüm. 'Çabuk çıkar, sil bütün çektiklerini' dedi. 'Gazeteciyim' dedim ve kartımı gösterdim. 'Olsun, sil diyorum sana!' dedi hiddetle. Çıkarmak zorunda kaldım ve görüntüleri tek tek sildim. Sonra 'Şimdi hızla uzaklaş!' buradan dedi polis."

 

"En büyük kaygım bunca ölüm haberinden sonra 'duygu' denen şeyin kalmaması"

 

Son çatışmalı ortamla birlikte kaygı ve korkularının arttığını belirten genç gazeteci, bazen gazeteciliği bırakmayı düşündüğünü dile getiriyor.

"En büyük kaygım hazırladığım bunca ölüm haberinden sonra 'duygu' denen şeyin bende hiç kalmayacak olması. Korkum ise henüz bazı duygular varken bir gün dayanamayıp canıma kıymak. Çünkü gerçekten her gün aynı tekrarları hazırlıyoruz buradan. Sivil insanların söyledikleri de siyasetçilerin söyledikleri kadar yer almıyor, yankı uyandırmıyor kamuoyunda. Kendimi suçlu hissediyorum" diyor

 

A Haber muhabiri: Bölgenin siyasi düşüncesinde değilseniz zor

 

Bölgede yedi yıldır gazetecilik yapan A Haber muhabiri Sercan Bilgin de sokağa çıkma yasakları sonrasında ciddi tepkilerle karşılaştıklarını söylüyor. Özellikle toplumsal olaylarda zorlandıklarını belirten Bilgin, Suruç patlamasından sonra kalabalığın kendilerini linç etmeye çalıştığını anlatıyor:

"Patlamanın hemen ardından bizler olay yerine gittik. Görüntülemek için bir binanın 4. katına, çatı katına çıktık, tam canlı yayın sırasında, sayıları dördü bulan bir grup tarafından ilk önce canlı yayın sabote edildi ve canlı yayının ardından ise tehdit edildik, o grup kalabalığı kışkırtıp provoke etti."

"Orada bulunanlar bizi aşağı atmakla tehdit ettiler ve aşağıda bulunan kalabalığa 'Burada DAEŞ militanları var' diyerek yukarıya çağırdılar. Bir anda 30-40 kişi yukarıya çıkmaya başladı."

"Can güvenliğimizi korumak için aşağıdaki polislere seslendim ama sesimi duyuramadım. Aşağıya inmeye çalıştım işte o sırada merdivende karşılaştığım kalabalık beni darp etti. Yukarıda bulunan kameran arkadaşım Orhan Şener'de grup tarafından da darp edildi."

Bölgedeki gazeteciliğin tektipleşmeye doğru gittiğine dikkati çeken genç gazeteci "Bölgenin siyasi düşüncesine yakın bir yayın politikasına sahip değilseniz çalışma alanınız daraldığı için gazeteciliğin ancak yüzde otuzluk kısımını icra edebiliyorsunuz" diyor.

 

'Muhalif gazeteciler zorlanıyor'

 

Diyarbakır'da yaşayan ve 1990lı yıllarda da bölgede çalışan deneyimli gazeteci Mahmut Bozarslan da muhalif kurumlara bağlı gazetecilerin daha çok güçlük çektiğini ifade ediyor. Bozarslan'a göre 90'lı yıllarda çok sayıda Kürt gazetecinin öldürülmesi de bunun somut örneği.

2000'lerden sonra da durumun zorlaştığını söyleyen deneyimli gazeteci, çatışmaların arttığı son dönemler ise bu zorlukların yeniden kendini gösterdiğini vurguluyor. Bozarslan, HDP'nin 5 Haziran'da Diyarbakır mitinginde bombanın patladığı noktaya çok yakındı. Her şeyin gözleri önünde cereyan ettiğini söylüyor Bozarslan:

"Kanlar içinde insanlar önünden geçerken işimi yapmak zorunda kalmak oldukça acı vericiydi. Yaralılara doğrudan yardım etmek isterdim ama 'kaş yaparken göz çıkarmak' endişesiyle yol açıp insanları teskin etmeye çalıştım. Bunları yaparken gazetecilik işimi de yapıyordum bir yandan."

 

Bozarslan: İki yönlü baskı var

 

Sokağa çıkma yasaklarının büyük bölümüne de tanıklık eden gazeteci, bölgede son zamanlarda iki yönlü bir baskının olduğunun altını çiziyor.

"Birinci güvenlik güçlerinin baskısı. Yasakların sürdüğü sırada o bölgelere yaklaşmak zaten mümkün değil. Yasaklar kalktığı zaman ise bölgede bulunan polislerin defalarca sert tepkisiyle karşılaştık. En yaygın tepki bizi de olayın bir tarafı olarak görmeleri."

"İkinci zorluk ise bölge halkından geliyor. Olayların cereyan ettiği bölgelerde yaşayan insanlar, olayların etkisiyle oldukça ajite. Kendilerine yapılanların basında yer almamasına tepkileri büyük. Bu tepki bütün basına yansıyor neredeyse. Bu kaos bölgelerinde çalışıp sorun yaşamadığım dönem olmamıştır. İnsanlar Türk basınına oldukça tepkili ancak tepkilerini dile getirirken ayrım yapmıyorlar."

Mahmut Bozarslan, Tahir Elçi'nin öldürüldüğü olayda da polis 'Bizim gazeteciler değil' diyerek bazılarını tartakladığını belirtiyor.

"Her olayda fiziki müdahale olmasa bile Kürt basını, yabancı basın ve muhalif basında çalışanlar bilgiye ulaşma, olay yerinde güvenli bir şekilde çalışma, rahat çalışma imkanına sahip olamazdı. Son dönemlerde arkadaşlarımıza yönelik saldırıların artışı bunun en iyi göstergesidir" diye devam ediyor.

 

Gazetecilere küfür ve hakaret

 

Adını vermek istemeyen bir kadın gazeteci ise geçen hafta Diyarbakır'da iki gencin vurulmasıyla sonuçlanan ve çatışmaların Diyarbakır'ın geneline yayıldığı gün maruz kaldığı bir olayı şöyle aktarıyor:

"Eve geldim, o sırada bazı göstericiler sokağımıza kaçtı. Arkasından kar maskeli polisler. Pencereden izlerken gazetecilik refleksiyle olanı biteni kaydetmeye çalıştım. O sırada çekim yaptığımı fark eden bir polis ağıza alınmayacak küfürler savurarak binaya koştu. Korkudan kapımı kilitledim. Ama binanın içinde gelişi güzel kapılara vurarak "o görüntüleri sil o…." diye hakaretler ediyordu. Allahtan daireleri karıştırdılar. Çok kötüydü."

 

"İşimizi yapmamızı engelleyerek görüntü almamıza izin verilmiyor"

 

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nde Kürtçe yayın yapan medya organı Rudaw TV'nin Diyarbakır temsilcisi olan Maşallah Dekak da sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte gazetecilerin ciddi sorunlar yaşadığını söylüyor.

Çatışmaların ve gösterilerin olduğu alanlarda Kürtçe konuştukları ve televizyonun canlı yayınına Kürtçe bağlandıkları için polislerin sözlü ve fiziki tacizine uğradıklarını söylüyor.

"İşimizi yapmamızı engelleyerek görüntü almamıza izin verilmiyor. Çoğu zaman küfürlü tacizlere maruz kalıyoruz" diyor.

Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi öldürüldüğünde, birçok gazetecinin polisin saldırısına uğradığını hatırlatan Dekak, gazeteci olan eşinin de özel timler tarafından tartaklandığını söyledi.

"Aldığı darbelerden eşimin vücudunun birçok yerinde morluklar oluştu. Tahir Elçi'yi hepimiz iyi tanırdık, ölümüne şahit olmak eşimde travmaya neden oldu, üzerine bir de polisin saldırısı travmayı daha da derinleştirdi. Bunu atlatabilmek için şu an psikolojik destek alıyor" diyor.

 

Rûdaw: Bölgede hakim olan siyaset tarafından haber takibi yapmamız engelleniyor

 

Olaylarda göstericiler tarafından da çoğu zaman saldırıya maruz kaldıklarını da kaydeden Dekak, Rûdaw TV'de çalıştıkları için gördükleri tepkileri de şöyle anlatıyor:

"Bölgede hakim olan siyaset tarafından haber takibi yapmamız engelleniyor. Hiçbir eylem, etkinlik ve gösteriye girmemize izin verilmiyor. Birçok defa saldırıya uğradık."

Basın meslek örgütlerinin de gazetecilere yapılan saldırılara karşı çok duyarlı olamadığını savunan Maşallah Dekak, bölgede çalışan gazetecilerin yalnız bırakıldığını söylüyor. "Oysa meslek örgütleri gazetecilerin yaşadığı hak ihlallerini raporlaştırarak baskı unsuru oluşturabilir."

 

"Polis kameramızı, makinemizi görünce ilk olarak bizi hedef alıyor"

 

Dicle Haber Ajansı (DİHA) muhabiri Aziz Oruç da DİHA'da çalıştığı için 'daha fazla hedefte olduğunu' söylüyor. Üç kez gözaltına alınan gazeteci hakkında iki soruşturma açılmış. Genç gazeteci koşulları şöyle anlatıyor:

"Yandaş bir gazetecilik reddedildiğinde, koşullarınız zor oluyor. Öyle olunca alanda cesur, hedefe odaklı bir gazetecilik sergilemeniz gerekir. Silvan, Cizre, Nusaybin, Sur'da çalıştım defalarca hedefteydik. Bir kurşun sizi de bulabilir. Silvan'da, Sur'da son anda kurtulduğumuz anlar oldu. Örneğin Tahir Elçi'nin katledildiği gün oradaydım. Fotoğraf makinemle denklaşöre basıp ana odaklamaktan kurşunların hedefi olabiliyorsunuz. Belki o gün biz kurtulduk ama Tahir Elçi katledildi. O gün yine biz gazetecilere özel hareket timleri tarafından hakarete uğrayı darp edildik."

Normalde gazetecinin silahı, kalkanı, fotoğraf makinesidir. Kamerasını boynunda taşıdığı zaman kendini güvende hissetmesi gerekir. Ama burada tam tersi durum var. Polis kameramızı, makinemizi görünce ilk olarak bizi hedef alıyor. Suçlu gibi avlamaya, sıkmaya vurmaya çalışıyor. Bu durumla her gün sahada karşılaşıyoruz."