Cumhuriyet gazetesi Okur Temsilcisi Güray Öz, 9 aylık tutukluluk dönemini anlattı. Öz, "Aklımız firardaydı her gün dışarıdaydık" dedi.
Cumhuriyet'te yer alan habere göre Güray Öz, tutuklandığında gazetenin ombudsmanıydı. Öz, 12 Mart'ta cezaevinde kaldı, 12 Eylül'de ise aranıyordu.
İşte Öz’ün gözüyle Silivri:
-12 Mart’ta 1 ay tutuklu kaldım: 12 Mart darbesinde genç bir hukuk öğrencisiydim. Darbeden sonra aranan listelerinde adımı gördüm. Ünlü Sansaryan Hanı’ndaki 1. Şube’de 3 gün, Selimiye Kışlası’nda 5 gün zorunlu “konukluktan” sonra tutuklandım. 1 ay Maltepe Askeri Cezaevi’nde kaldıktan sonra askeri mahkemeye çıkardılar. Arkadaşım Vedat Demircioğlu’nun öldürüldüğü gün, Vilayet önünde yaptığımız bir gösteriye katıldığım için 1 aya mahkûm edip bıraktılar. Daha sonra da hakkımda yeni bir dava açtılar. O davada Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Magdelana Rufer gibi edebiyat dünyamızın ünlüleriyle birlikte yargılandım. 1974’te afla dava düştü.
-12 Eylül’de arananlar listesindeydim: 12 Eylül’de de sokaklardaki afişlerde oldukça yakışıklı -o zamanlar saçlarım dökülmemişti- fotoğraflarım vardı. Uzun bir sürgün döneminden sonra 1993’te ülkeme dönebildim.
Bu dava çürük: Cumhuriyet davası, önceki davalardan daha çürüktür. O yıllarda askeri mahkemeler en azında daha ciddi olmaya çalışırlardı, özellikle 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün mahkemeleri siyasi davalar konusunda çok deneyimsizdiler. Ama intikamcıydılar. Yurtsever gençlere tahammülleri yoktu. Yargıdan çok infaz etmeye, öldürmeye kurgulanmışlardı. Mahirleri, İbrahim’i, Deniz’leri böyle öldürdüler. 12 Eylül onlarca genci işkencede, sokakta, idam sehpasında yok etti. Şimdikiler ise “biz yaptık oldu” mantığı ile içi boş iddianamelerle iş görmeye çabalıyorlar. Aslında siyaset, savcılara birebir yansımış gibi. Hukuk kurallarına en azından biçim olarak uyma çabası bile kalmamış.
Fethullahçılarca da yargılandım: Önceki dönemde yani siyasi iktidarın özel yetkili mahkemesinde Fethulllahçı savcıların talebiyle Fethullahçı hâkimlerce yargılandım. Fethullah- iktidar kavgası başladı ve bizim dava sona ermeden özel yetkili mahkemeler ortadan kalktı. Yazıişleri müdürlüğü döneminde de pek çok kez savcı karşısına çıktım. Ne tesadüf son davanın duruşma savcısı da o dönemin basın savcısı idi. Duruşma savcısının da yargıçların da iddianameye sahip çıkmakta zorlandıkları belli oluyordu. İçi tamtakır bir iddianame, sanırım onların da canını sıktı. Devamını hep birlikte göreceğiz; ya siyaset ya hukuk ağır basacak. Avukatlarımızın ve bizim savunmalarımız hukuk literatürüne geçecek, iddianame ise ancak bir utanç belgesi olarak okutulabilir.
Tam tecrit: Silivri’de ilk başta bir tecrit hücresinden söz ediliyor. Ama gerçekte tüm koğuşlar tecrit esasına göre yapılmıştır. Dışarı ile ilişki minimum düzeydedir. Hele bizim durumumuzda tam tecrit söz konusuydu. Avukat görüşü kameralı, ailelerle kapalı görüş sınırlı, mektup göndermek- almak yasak, havalandırma çatısı da tel örgülerle kapatılmış tam bir beton bahçe.
Belge bırakmak istemiyorlar: Fotoğraf çektirmemize izin vermediler. Fotoğraf, belge demektir. Ceza ve tutukevleri uğraşmazsanız size bu anıları, belgeleri vermezler. Hele olağanüstü haller belgeleri hiç sevmez.
Aklımız firardaydı: Akın (Atalay) Almanya’dan kalktı tutuklanacağını bile bile geldi. Biz çıktık o hâlâ içerde. Firar, firaklı bir sözdür. Ama şunu söyleyebilirim, aklımız her gün firar ediyordu, her gün dışarıdaydık biz. Beton bahçenin üstünü de tel örgü ile kapattılar ama oradan uçup yıldızlara, öteki hayatlara ulaşmamızı engelleyemediler.
İddianame itiraftı: İddianameyi okuduk. Yalnız onunla yetinmedik, davayı şişirmek için kurumlar arası yazışmalarla doldurulmuş 30 klasörü de inceledik. Boşluğun, hiçliğin bir anlamı olabileceğini de orada gördük. Boşluk anlamlıdır, itiraftır. İddianame savcının itirafıydı. Sıkıcı mıydı; hayır eğlenceliydi. Savunmalarımızı hazırlarken de bu hiçlik işimizi kolaylaştırdı. Adeta eğlendik. Savcının resmedilecek bir yanı yok.
Cumhuriyet için kaygılandık: Gazete için kaygılandığımızı söylemiştim. Dava siyasiydi ve siyasetin gazete ile ilgili ne gibi planları olduğunu bilmek de zordu. Gazeteyi okurken bir ölçüde eleştirel bakış alışkanlığımı yitirdiğimi itiraf etmeliyim. Ben gazeteyi okurken önce işim gereği hataları yanlışları görürüm, ama Silivri’de öyle yapamadım. Gazetenin çıkıyor olması, savaşın sürdüğünü, hiç kimsenin teslim olmadığını gösteriyordu. Bizi tutuklayanlarla uzlaşan arkadaşlar: Yalnızca bazı arkadaşların bizi hapse tıktıranlarla ilişki kurarak uzlaşma yolunu aramaları can sıkıcıydı. Çok canım sıkıldı. Kendimi bu arkadaşlarla vedalaşırken buldum. Biliyorsun şairim ben. Bu olayla ilgili bir şiir yazdım ve çok zor, çok canım sıkılarak yazdım.
Yazı yazmayı özledim: Yazı yazmayı özledim. Yazmak denilince yayımlanmıyorsa yazı yazı sayılır mı bilmiyorum. Bizim koğuş kitap konusunda çok mücadele etti. Öteki koğuşlardaki arkadaşlar da epeyce uğraştılar. Tutukevinin pek cılız kitaplığı özellikle Turhan sayesinde sanırım zenginleşti. Ama ilk başlarda 2-3 ay kadar kitapsız kaldık, sonra o sınırlı kitaplıktan bir iki kitap alabildik. Hakan’ın her nasılsa çantasında kalmış “6. Yok Oluş” adlı kitabı üçümüz de en az ikişer kez okuduk. Daha sonra ise savaşımız, avukatlarımız ve milletvekili arkadaşlarımızın da desteği ile sonuç verdi. Eşlerimiz istediğimiz kitapları getirebildiler. Özellikle Lucretius’un eşsiz şiiri “Evren’in Yapısı” beni sonsuz mutlu etti. Kitabı sahaflarda bulan, fotokopisini çeken Hüseyin kardeşime ve daha sonra kitabı gönderen yayınevine müteşekkirim. Çok kitap okuduk, evet, her kitap bize özgürlük getirdi.
Hapiste eyleme saygılıyım ama: Ölüm oruçlarını doğru bulmam. Ama yalnız kendileri için değil, hakları, işleri ellerinden alınan binlerce kişi için, akademisyenler için inatçı bir açlık grevine, ölüm orucuna yatanlar en büyük saygıyı hak ediyor. Bizim açımızdan en büyük eylem duruşmaya hazırlanmaktı. İddianameyi lime lime etmeyi başardığımızı düşünüyorum.
Akın’a, Murat’a, Kadri’ye, Ahmet’e, Emre’ye: İlk gün söylediğimiz sözü yinelerim: “Bizi kimse tutamaz.” Önünde sonunda özgürlük bizimdir, mücadele hep kazanır. Umutlu bir inatla yürümeli insan, yılgınlık öldürür.
Öfkem korkarım yazıma yansıyacak: Sevdiklerimden arkadaşlarımdan işimden uzak kaldım. Yazı yazma hakkım elimden alındı. Öfkelendim, bu öfke yazılarıma korkarım yansıyacak, nesnellikten uzaklaşmak istemem.
Sakal, benim açımdan biraz zorunluluktu. Oldum olası berbere gitmeyi sevmem. Belki saçım az olduğundandır. Ama bir süre sonra gitmek istedim. Önder’le Hakan sık sık gittiler, en sonunda berberin de çağrısıyla inadım kırıldı. İyi de oldu, çünkü berber dışarıdaki berberlerin havasını birebir yansıtıyordu; bir an dışarıda bir berberde olduğumu düşündüm. Sohbet de makasın şıkırtısı da aynıydı.
Tutuklu kolay sevinir, kolay üzülür. En üzücü olaylar, Oğuz’un, Emre’nin, tutuklanması oldu. Beş arkadaşımızın tahliye edilmemesi de çıkanları çok üzdü. Dayanışma haberleri ise bizi çok sevindirdi. Uluslararası Ombudsmanlar Birliği’nin benimle ilgili başvurusuna da çok sevindim; çünkü bu kuruluşun tarihinde böyle bir olay yoktur, ilk kez siyasi bir protesto yaptılar. Kuşkusuz Adalet Yürüyüşü ve Maltepe mitingi büyük olaydı.
Deniz’in kelebeği: Torunum Deniz’in çizdiği Kelebek resmini vermediler. Çok sinirlendim. En çok torunlarım Deniz ve Ege’yi özledim.
Güray Öz, torunu Deniz’in çizdiği kelebek resminin kendisine verilmemesini yazdığı bir şiirle anlattı: “Yanacak elleri Kelebek Geçemedi Tel örgüyü Hoyrat muhafızı Öyle duruyor gökyüzünde Bir kül halinde duruyor Hercai menekşe bir renk halinde Sonunda inecek Yeşilin içine kuşların arasına Okşayacak Deniz’in dedesi Kelebeği Yanacak elleri.”