T24 - 2012, doğumunun 150’nci yılı dolayısıyla bütün dünyada ‘Gustav Klimt Yılı’ olarak kutlanıyor. Tartışmaların odağında ise her zaman olduğu gibi o ünlü ‘Öpücük’ ile ‘Hayat ve Ölüm’ tabloları yer alıyor.
Soğuk bir kış günü Viyana’daki Belvedere Sarayı’na giden hemen herkes, uzun bir süre ‘The Kiss / Öpücük’ tablosunun önünde duraklamış, tablonun mahremiyetine sokularak içini ısıtmıştır herhalde. Mona Lisa bir kenara bırakılacak olursa, yeryüzünün hâlâ sırrı çözülememiş, hâlâ üzerinde derin tartışmalar yapılan en ünlü tablolarından birisidir o. Tıpkı, yine bir Gustav Klimt tablosu olan ‘Leben und Tod / Hayat ve Ölüm’ gibi. 2012’nin, doğumunun 150 yılı dolayısıyla ‘Gustav Klimt’e ayrılması, bütün bir 19’uncu yüzyılın da yeniden gözden geçirilmesi anlamına gelecek aslında.
Çünkü psikiyatr koltuğunda Sigmund Freud’un, piyanonun başında Gustav Mahler’in, felsefe kürsüsünde ise Ludwig Wittgenstein’ın bulunduğu bir yüzyıl sonudur söz konusu olan ve bu insanların hepsi Klimt’le birlikte Viyana’a sokaklarını adımlamaktadır. Klimt’in sanatının doruklarında gezinmesi için tarih ve coğrafya son derece müsait demektir. Klimt vesilesiyle tartışılacak olan da bu: Bir yüzyıl, nasıl bu kadar bereketli olabilir?
14 Temmuz 1862’de doğan Gustav Klimt, Avusturya-Macaristan sınırında bulunan Baumgarten’de 7 çocuklu bir ailede dünyaya gelmiş, Tablolarında gerçek altın kullanması, kadınları çok sevdiği halde sürekli onlardan korkması gibi detaylar bir yana bırakılacak olursa eğer, ölümünden sonra hakkında 14 babalık davası açılması hayli ilginçtir.