T24 Ankara Bürosu: Tolga Şardan | Gökçer Tahincioğlu | Asuman Aranca |
Başlarken... Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu, 18 Aralık 2002’de, Çankaya’da Portakal Çiçeği Sokağı’ndaki evinin önünde, silahla ateş edilerek 48 yaşındayken öldürüldü. Hablemitoğlu cinayeti dosyası, faili meçhul cinayetlerle yaşamaya alışkın Türkiye için bile fazlaca gariplik içeriyor. Bugün üzerinde durulan sıcak iddia; Fethullah Gülen’den sonra cemaatin başına geçeceği söylenen, eski Türkiye imamı Mustafa Özcan’ın talebi üzerine, eski MİT’çi Enver Altaylı’nın bağlantı kurduğu dönemin Özel Kuvvetler Komutanlığı personeli Levent Göktaş, Fikret Emek ve Tarkan Mumcuoğlu’nun da aralarında olduğu askerlerin cinayeti planladığı, itirafçı olup bu isimleri veren eski ÖKK mensubu Gökhan Nuri Bozkır’ın keşif görevini yaptığı, Mumcuoğlu’nun da tetiği çektiği yönünde. Hatta silahın Ankara Gölbaşı’nda Mogan Gölü’ne atıldığı da iddia ediliyor. Ancak savcılık, Gökhan Nuri Bozkır’ın ifadelerindeki çelişkiler nedeniyle HTS kayıtları üzerinden giderek hem yeni isimler saptamaya, hem de cinayeti çözmeye çalışıyor. Sadece bu iddianın peşinden gidilmesi bile faili meçhul cinayetlerin aydınlanması açısından önemli. Zira Ergenekon operasyonlarında kafa karıştıran, “kumpas” tartışmalarına yol açan soruşturmalar bir yana bırakılırsa, ilk kez TSK’ye bağlı bir birim, doğrudan faili meçhul bir cinayetle suçlanıyor. Sıcak iddia ile başlamak, geçmişi anlamak açısından anlamlı. Necip Hablemitoğlu’nun savunduğu değerler, öldürülmeden önce kaleme aldığı iki kitabın kaynağını oluşturuyor. Bu kitapların “Alman Vakıfları / Bergama Dosyası” ilkinde Hablemitoğlu, Alman vakıflarının açılmasına engel olduğunu söylediği Bergama Ovacık Altın Madeni’nin işletilmesinin “ulusal güvenlik” açısından zaruri olduğunu savundu. Alman vakıflarının Bergama köylülerini kışkırttığını, ajanlık faaliyeti yürütüldüğünü öne sürdü. Hablemitoğlu’nun süreç içinde gündeme gelen ikinci kitabı, ölümünden sonra “Köstebek / FETÖ Terör Örgütünü İlk Deşifre Eden Kitap” adıyla yayımlandı. Bu kitapta, Fethullah Gülen cemaatinin devlete nasıl sızmaya çalıştığını anlatıyordu.Ne gariptir, Hablemitoğlu’nun kitabıyla açılmasına katkı sağladığı Bergama Altın Madeni, işletilmeye başlandıktan sonra yine Hablemitoğlu’nun devlete sızmakla suçladığı cemaatin eline geçti. Bütün bunlar olurken Hablemitoğlu öldürülmüş, Alman vakıfları tartışması geride kalmıştı. Bergama’dan öne sürüldüğü gibi Türkiye’yi kurtaracak miktarda altın çıkmadı, ancak çıkan altın birilerini fazlasıyla kurtardı. “Ulusal bağımsızlık” sloganları atılmasına neden olan altın madeninin açılmasını sağlayanlardan birinin ABD Büyükelçisi olması, bu madeni halen örgüt üyeliğinden aranan Akın İpek’in işletmesi bile Alman vakıfları iddiası kadar konuşulmadı. Soruşturma dosyası yıllarca savsaklandı. Aileye inanılması zor bilgiler verildi, ancak bu bilgiler verilirken ortada bir dosya bile yoktu. Dosya ancak 17/25 Aralık sürecinden sonra, cemaat ile iktidarın arasının açılmasının ardından raftan indi. Bugün ortaya çıkan, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın cinayetin her aşamasında yer aldığına yönelik bilgiler de aslında ilk kez o dönemde verildi ama üzerinde durulmadı. Ardından güç savaşları nasıl olduysa seyir değiştirdi. Şimdi, ilk kez, faili meçhul bırakılan bir cinayetin arkasında TSK’ye bağlı Özel Kuvvetler Komutanlığı mensuplarının olduğuna yönelik bir iddianame hazırlanıyor. Faili meçhul cinayetlerin failini sürekli komşu ülkelerde arayanlar için ilginç bir adres. Hablemitoğlu, öldürülmeden önce yakın çevresine “MİT Müsteşarlığı için adının geçtiğini” söylüyordu. Yine bir gariplik, Hablemitoğlu’nun öldürülmesi emrini verdiği iddiasıyla aranan eski ÖKK mensubu Levent Göktaş, ilk olarak 2002’de, daha sonra Ergenekon soruşturması kapandıktan sonra MİT Müsteşarlığı’na talip oldu. Ergenekon’da cezaevinde yatıp çıktıktan sonra Cumhurbaşkanlığı ile 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sırasında öldürülen Erol Olçok vasıtasıyla bağ kurduğu öne sürülen Göktaş, nasıl oldu da hedef haline geldi. Buna izin verenler, nasıl oldu da kaçmasına göz yumdu? Bu yazı dizisinde hem bugüne kadar yaşananların özeti hem portreler, hem soruların yanıtları hem de ilk kez kamuoyunun duyacağı gelişmeler yer alıyor. Bu uzun hikâye, Bergama Altın Madeni dosyası ile başlıyor. |
Bergama dosyası
1990’ların başında Türkiye, Bergama-Ovacık Altın Madeni’ni henüz bilmiyordu ve ileride yol açacağı tartışmalardan habersizdi. İzmir Çevre Avukatları Grubu, siyanürle altın aramak isteyen yabancı şirketi, bölgede halk sağlığı ile yakından ilgilenen bir doktordan öğrendi. Bölge halkı siyanürün etkilerinden habersiz, yatırım yapacağı, altın çıkartılacağı için heyecanlıydı. O dönem altın madenini işletmek isteyen firmanın adı, maden arama ruhsatını 16 Ağustos 1989’da alan Eurogold’tu.
Avukatlar hızla harekete geçti. Çevre Bakanlığı’na başvuru yaparak, olası bir siyanürle altın arama faaliyetine izin verilmemesini istedi. Ancak bakanlık bu izni kısa sürede verdi. Böylece, 30 yıla yayılan dava süreci de başladı.
İzmir Bergama Elele Hareketi kurularak, açılan davalar için kamuoyu oluşturulması hedeflendi. Bu arada yıllar geçiyor, altın madeni işletilmeye başlanıyordu. Geri dönüşü olmayan zararlar verebileceğini vurgulayan avukat grubu, dava üstüne dava açıyordu.
Köylüler de avukatlarla ve uzmanlarla görüştükten sonra siyanürün etkisini öğrenmişlerdi. Artık mücadelenin parçası haline gelmişlerdi.
Bergama’da var olan tüm partilerin temsilcilerinin yer aldığı Demokrasi Platformu, Bergama Çevre Platformu adını aldı ve sırayla her partinin temsilcisinin hareketin temsilcisi olması benimsendi. Bergama Çevre Platformu’nun köylülerle yakın temasta olması duyarlılığı da arttırdı. Bergama köylüleri artık bizzat davacı olmaya başladı. Buna rağmen madenin işletilmesi yönündeki kararlılık, dönemin iktidarı ve devletin verdiği destek, eylemlerin dozunun artmasına yol açtı. Erkeklerin üzerlerini soyarak çıplak yürümeleri, pijama ile yürüyüş yapmaları, Boğaziçi Köprüsü’ne kendilerini zincirlemeleri gibi eylemler büyük ilgi yarattı.
Mahkeme, tepkilere, bilimsel uyarılara karşılık davanın reddine karar verdi. Yerel mahkeme kararını izleyen itiraz için Danıştay karar verene kadar büyük tartışmalar yaşandı. Köylüler Danıştay’ın önüne kadar gittiler. Danıştay’ın merdivenlerine oturdular ve seslerini duyurdular. Danıştay 6. Daire 1997’de çok önemli bir karar verdi.
Danıştay, risk raporlarını esas alarak Ovacık Altın Madeni’nde siyanürle altın aranmasının insan ve çevre sağlığına risk oluşturmasının, önlem alınsa bile kamu yararına aykırı olduğuna hükmetti. Karar, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada da çevre hareketleri açısından örnek bir oluşturdu. Danıştay’ın kararı Yunanistan’da idari yargıya ilham verdi, bu ülkedeki çevre davalarında bu karara atıf yapıldı.
Ancak Eurogold da geri adım atmadı. Yatırımlar yapılmış, maden işletme aşamasına gelinmişti. DSP-ANAP-MHP koalisyonu işbaşındaydı ve şirket ilk olarak DSP’li vekillerle temas kurdu. Bazı milletvekilleri madene götürüldü ve o gezilerden sonra “yabancı güçlerin madenin işletilmesini istemediği” söylemi başladı. TÜBİTAK, sürpriz biçimde, Eurogold’un riskleri kaldıracak önlemleri aldığı yönünde bir rapor hazırladı. Bakanlar Kurulu da tarihe geçecek bir “prensip kararı” alarak, yargı kararına rağmen madenin işletilmesine karar verdi. Bergama avukatları ve köylüler, AİHM’ye başvurdu.
Artık iş iyice büyümüştü. Bergama-Ovacık Altın Madeni Milli Güvenlik Kurulu’nun gündemine geldi. Eurogold ve sonradan madenin işletmesine ortak olan şirketler, komutanları ziyaret ettiler. Dönemin Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon ve üst düzey komutanlar madeni gezdiler. Açıklamalar yaptılar. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e de aynı dönemde, Bergama’da, Türkiye’yi farklı seviyeye taşıyacak altın rezervi bulunduğu, altın piyasasına hakim olan Almanya’nın bunun çıkartılmasını istemediği, bu nedenle Alman vakıfları aracılığıyla köylülerin kışkırtıldığı sunumları yapıldı.
“Alman vakıfları” iddiası giderek büyümeye başladı. Artık köylüler de etkileniyordu “ajanlık” söyleminden, eylemlere ve davalara giderek daha az ilgi göstermeye başladılar.
Türkiye, bu süreçte, daha önce tanımadığı bir akademisyenle de tanışacaktı: Necip Hablemitoğlu.
Hablemitoğlu, madene gitti, uzun incelemeler yaptı. Madende, Hablemitoğlu’nun incelemesi için özel bir kitaplık bile kurulmuştu. “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı tarihe geçen kitap, bu süreç sonunda yazıldı. Hablemitoğlu, her yerde Alman vakıflarının Türkiye’nin bağımsızlığını elinden almaya çalıştığını anlatıyordu.
DGM Savcısı da madende
Dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Nuh Mete Yüksel, özellikle askeri istihbaratla yakından görüşen, asker ve polislerle sıkı ilişkileri bilinen bir savcıydı. Sonradan Fethullah Gülen cemaatinin mahrem görüntülerini servis etmesiyle savcılığı sona eren Yüksel, o dönemde Hablemitoğlu’nun kitabını esas alarak inceleme başlattı.
Yüksel, yetki alanında olmamasına rağmen Ankara’dan uçakla Bergama’ya gitti. Ovacık Altın Madeni’nde incelemelerde bulundu ve Alman Vakıfları ile ilgili olarak casusluk davasını açtı. En önemli kaynağı Hablemitoğlu’ydu.
Avukat Yücel Sayman’dan avukat Senih Özay’a, Oktay Kaynar’dan Alman vakıflarının temsilcilerine kadar uzanan kamuoyunun tanıdığı isimler Yüksel’in açtığı davanın sanıkları arasındaydı. Ankara 1 Nolu DGM’de 9 Aralık 2002’deki yargılama başlamadan 9 gün önce Hablemitoğlu öldürüldü.
Ortaya atılan ilk teori, Alman vakıflarının devrede olduğu ve cinayetleri organize ettiğiydi. Casuslukla suçlanmalarının ardından Türkiye’nin önemli hukukçularının isimleri şimdi de cinayet soruşturmasında geçiyordu.
Avukatlar, tehdit edilmeye, isimsiz telefonlar ve notlar devreye girmeye başladı. Dava köylüleri çok etkiledi ve köylülerin eylemleri tamamen sonlandı. Artık mücadele, altın madeni ile avukatlar arasındaydı.
Zamanla köylülerin yakınlarının madende işe başlatılmaları, hareketi iyiden iyiye kırdı. Dava amacına ulaşmıştı. Casusluk davası beraatle bitti, ancak etkileri Bergama hareketinin lekelenmesine yol açtı. Ve ortada öldürülen bir bilim insanı vardı: Necip Hablemitoğlu.
Açılan bir dava sonucunda 2004’te Danıştay, Çevre Bakanlığı’nın imara aykırı bir iznini iptal etti ve maden mühürlendi. Yeni bir imar planı yapılması, askıya çıkarılması ve bunun da yargı kararına uygun olması gerekiyordu.
Ancak imkânsız gibi görülen bütün bu süreç, dönemin ABD Büyükelçisi Eric Edelman’ın mektubuyla çözüldü. ABD Büyükelçisi, madende kaç kişinin çalıştığına dair detayların da yer aldığı mektubunda, imar sorununun bir an önce çözülerek madenin açılmasını istedi. Evrensel gazetesi yazarı Özer Akdemir’in ortaya çıkarttığı bu mektuptan sonra, AİHM ve Danıştay kararlarına rağmen Aralık 2004’te imar planı düzenlendi ve 30 gün askıda kaldığına dair tutanak tutuldu. İmar planını kimse askıda görmedi ama maden kısa sürede tekrar açıldı.
Hablemitoğlu, Köstebek kitabını yazarken öldürüldüHablemitoğlu’nun kitabı ve cemaat Öldürülmeden kısa süre önce Necip Hablemitoğlu, “Köstebek” adını verdiği, Fethullah Gülen cemaatinin devlete nasıl sızdığına yönelik bir kitabı kaleme almaya başladı. Kitap ancak ölümünden sonra yayımlanabildi. Ne gariptir, Hablemitoğlu’nun açılmasını ve faaliyet göstermesini istediği altın madeninde de cemaatin eli vardı. Hablemitoğlu, 1999 yılında "Fethullahçılık organize suç örgütüdür" tespitini yapmıştıEurogold, Normandy, Nevmont tarafından işletilen madenin tamamen yabancı sermayeye ait olduğu sanılıyordu. Oysa Normandy Madencilik, Gülen cemaatinden olan ve o güne kadar sadece “Koza davetiyeleri” ve matbaaları ile tanınan Akın İpek’e ait çıktı. Yapılan genel kurulda, Normandy adını Koza olarak değiştirdi ve madenin tek işletmecisi haline geldi. Hem Hablemitoğlu hem Yüksel devre dışı Hablemitoğlu, Köstebek kitabını yazarken öldürüldü. “Alman vakıfları” davasını açan DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel de aynı zaman Fethullah Gülen hakkında iddianame hazırlamıştı ve iddianamede Gülen cemaatinin devlete nasıl sızdığını anlatıyordu. Yüksel de bir süre sonra mahrem görüntülerinin yer aldığı bir kaset nedeniyle savcılığı bırakmak zorunda kaldı. Gülen hakkındaki davaya bakan kim varsa başına bir iş geliyordu. Beraat kararına itiraz eden savcının hükümet aleyhindeki konuşma kayıtlarının yayınlanması, rapor hazırlayan polislerin türlü gerekçelerle suçlanıp, meslekten uzaklaştırılmaları gibi… Kararlar değiştiArtık yargıdan farklı kararlar çıkmaya başladı. Protestolara katılan ve bu sırada maden çalışanları tarafından darp edilenler bile sanık olarak yargılanıyordu. İdari yargıdan da çevreciler aleyhinde kararlar çıkmaya başladı. Cemaate yakın medyada da avukatların ajan olduklarına, haklarında soruşturmalar açıldığına yönelik haber çıkmaya başlamıştı. Bu tablo, 2013 yılında 17/25 Aralık sürecine kadar devam etti. Kararlar bu tarihten sonra yeniden çevreciler lehine çıkmaya başladı. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimin ardından, mal varlığına el konan Akın İpek grubu bünyesindeki Koza Madencilik Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) kontrolüne geçti. Yargı kararları yeniden değişmeye başladı. Şirket şu anda başka bir alanda maden açmaya çalışıyor ve bununla ilgili dava süreci devam ediyor. Bergama Altın Madeni tartışmaları sadece çevre mücadelesi açısından anlam ifade etmiyor. Mücadeleden geriye Hablemitoğlu’nun öldürülmesine giden bir süreç ve 20 yıldır devam eden gariplikler de kaldı. |
14 Ağustos 2001’de kurulan AKP, 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerle yüzde 34,2 oranında oy alarak, özellikle ekonomi ve insan hakları alanındaki çarpıcı vaatleriyle tek başına iktidar oldu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde okuduğu şiir nedeniyle cezaevine konulan ve belediye başkanlığı düşürülen Recep Tayyip Erdoğan, çok partili rejimde Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi’nden sonra tek başına iktidara gelen dördüncü parti olan AKP’nin genel başkanlık koltuğunda oturuyordu. 1997 yılındaki 28 Şubat sürecinin etkileri sürüyordu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesindeki bazı isimler, “gömlek değiştirdik” söylemiyle hareket alanı kazanmaya çalışan AKP’nin tek başına iktidar olmasını “tehlikeli” buluyor, “tehdit” olarak görüyorlardı.
AKP, 6 Kasım’da 2002’de ülkeyi yönetmeye başladı. Yeni hükûmet, kısa süre sonra, henüz altıncı haftasında siyasi tarihe geçecek bir cinayetle karşı karşıya kaldı.
Ankara’da 18 Aralık 2002 Çarşamba akşamının ilk saatleri… Ankara’nın iliğe işleyen ayazı etkisini göstermiş, erken kararan havanın da etkisiyle sokaklar erken saatlerden itibaren boşalmaya başlamıştı.
Futbol meraklıları, Galatasaray – Ankaragücü maçı için ekran başına yeni geçmişti. Başkentin merkezi mahallelerinden Yukarı Ayrancı’nın kalabalık sokaklarından Portakal Çiçeği Sokağı, normalde bu saatlerde hareketli olurdu. Ancak kentin genelinde olduğu gibi soğuğun ve erken inen akşamın etkisiyle sokak boş ve sessizdi. Zaman zaman sokaktan tek tük geçen araçlar ile apartmanların ön cephesindeki otoparklara giriş çıkış yapan otomobillerin motor sesleri dışında sokakta ses duymak mümkün değildi.
Sokağın sessizliğini arka arkaya ateşlenen iki el silah sesi bozdu. Kesintisiz zaman aralığında birbiri ardına yapılan atışlardan sonra da sokakta hareket olmadı. Zaman zaman uzaktan silah sesleri gelebilirdi, kimse daha büyük bir olaydan kuşkulanmadı. Ancak birkaç dakika sonra Saadet Apartmanı’nın otopark olarak kullanılan ön bahçesinde hareketlilik başladı.
Önce apartmandan inenler ne olduğunu anlamaya çalıştı. Görünürde bir şey yoktu. Bir apartman sakini, park halinde iki otomobilin arasında yerde yatan bir kişiyi gördü. Dar alanda sırt üstü yatan kişinin başının ön tarafında kan vardı. Apartman sakini önce tanımadı yerde yatan kişiyi. Apartmandan gelen ışık yetersizdi ve yüzündeki kan yerde yatan kişinin tanınmasını olanaksızlaştırıyordu. Bu arada çevre apartmanlardan da birkaç kişi Saadet Apartmanı’nın önüne geldi. Polise ve ambulansa haber verildi. Bu sırada, yerde yatanın, o apartmanda yaşayan, son dönemde kamuoyunun gündemine sıkça gelen, gazetelere, ekranlara çıkan Ankara Üniversitesi’nin önde gelen öğretim üyelerinden Doçent Doktor Necip Hablemitoğlu olduğu anlaşıldı.
Necip Hablemitoğlu, baş kısmı ışığın erişmediği karanlık bölgede kalacak biçimde, araçların arasında biriken karların üzerinde yatıyordu.
Yerde yatan kişinin Hablemitoğlu olduğunun anlaşılmasıyla ortalık daha da hareketlendi. Ambulansın ve polis ekiplerinin siren sesleri sokağı doldurdu. Arka arkaya sivil polisler ve savcılar akın etti Saadet Apartmanı’nın ön bahçesine. Polis, güvenlik çemberi oluştururken; komşuları eşinin cansız bedenini teşhis eden ve ağlayarak olanları izleyen akademisyen eşi Şengül Hablemitoğlu ve çocuklarını teselli etmeye çalışarak eve götürdü.
Olay yerine dönemin DGM Savcıları Nuh Mete Yüksel ile Cengiz Köksal geldi hızla. Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı bünyesinde terör eylemleri başta olmak üzere önemli siyasi olayları soruşturan Yüksel ve Köksal soruşturmaya el koydu. Özellikle Yüksel, Hablemitoğlu’nu yakından tanıyordu. Bergama Altın Madeni direnişinin Alman vakıfları tarafından örgütlendiğine yönelik kitabını kanıt sayarak, sivil toplum örgütü temsilcileri hakkında dava açmıştı.
Bu davanın ilk duruşmasının yapılmasına 9 gün vardı. Bu duruşmada Hablemitoğlu da tanık olarak dinlenecekti. Daha ilk andan itibaren Hablemitoğlu cinayeti sıradan bir adli olay olarak değil, devlet güvenliğine karşı suç olarak ele alındı. Televizyonlar canlı yayınlarla cinayeti duyuruyor, evin önündeki muhabirler olanları aktarmaya çalışıyordu. Ülkenin gündemi birkaç saat içinde değişti.
Yapılan ilk teşhisin ardından savcıların talimatıyla boşaltılan alanda bu kez olay yeri uzmanları gecenin koyulaşan karanlığında, kurulan seyyar ışık kaynakları altında delil ve iz bulmaya çalıştı.
İki DGM Savcısı nezaretindeki olay yeri incelemesi sürerken, bir yandan da Ankara Emniyeti’ne bağlı sivil polis birimleri bölgede çalışma yapmaya başladı. Terörle Mücadele Şubesi ve İstihbarat Şubesi’nden oluşturulan sivil polis ekipleri, geniş bir bölgede araştırma başlattı. Bir yandan da Şengül Hablemitoğlu’nun evine giden savcılık ve emniyetten üst düzey yetkililer, yaşadığı acıdan dolayı şoke olan acılı eşten ilk bilgileri almaya çalıştı. Ayrıca, çevreye dağılan sivil polis ekipleri, ipucu olacak her bilgiyi değerlendirmek amacıyla tanıkların peşine düştü.
DGM Başsavcılığı’nın talimatıyla soruşturmayı devralan Ankara Emniyeti Terörle Mücadele Şubesi, Hablemitoğlu’nun bilgisayar ve arşivine el koyarak incelemeye başladı. Millî İstihbarat Teşkilatı da katkı verse de ilk günlerde soruşturmada pek ilerleme sağlanamadı.
Görüntüde bütün işlemler titizlikle yürütülüyordu ancak uzun yıllar sonra gerçeğin görüntüden farklı olduğu anlaşılacaktı.
Hablemitoğlu’nun yaşamını yitirdiği silahlı saldırı saati bile resmî kayıtlarda farklıydı. Örneğin Ankara Emniyeti Terörle Mücadele Şubesi’nin evrakında cinayet saati 20.20, emniyet kriminal raporunda 20.40, savcılık eşya teslim tutanağında 20.45, olay yeri inceleme raporunda 20.50, karakol kaydında ise 21.00 olarak yer aldı.
Bu arada Necip Hablemitoğlu’nun cesedini üzerinde yapılan Adli Tıp incelemesiyle ilginç bir bulgu ortaya çıktı.
Adli Tıp’ta savcılık nezaretinde yapılan otopside Hablemitoğlu’na sıkılan iki kurşundan birisinin sol gözünün altından başına isabet ettiği tespit edildi. Emniyet Kriminal Raporu’nda da tabanca atışlarının yakın mesafeden yapıldığı belirtiliyor. Bu durumda Hablemitoğlu’nun katiliyle yüz yüze kaldığı anlaşılıyor. Bu da Hablemitoğlu’nun katili tanıdığı olasılığını gündeme getiriyor. Yakınına kadar gelmesi ve kayıtlara göre boğuşma izinin olmaması Hablemitoğlu’nun saldırı sırasında hiçbir müdahalede bulunamadığını da gösteriyor.
Hablemitoğlu’nun ölüm gerekçesi kayıtlarda özetle şöyle yer aldı:
“Sol göz altında ateşli silah yarasıyla kafatası parçalanması, beyin doku harabiyeti ve beyin kanaması sonucu ölüm.”
Cinayette kullanılan mermilerden birisinin özel yapım olduğu anlaşıldı. Mermilerden birisi MKE 9 mm. Asıl önemli olanı boş kovanı bulunan diğer mermi. Bu mermi Luger 9 mm. Frontier. Merminin ucundaki çekirdek kısmı iç bükey ve içinde özel alaşım mevcut. Bu merminin, gündelik yaşamda silah meraklılarının pek kolay bulabileceği mühimmat olmadığı biliniyor.
Soruşturma sürecinde söz konusu merminin devletin üniformalı kurumlarında bulunabileceği iddiası gündeme getirildi.
Soruşturma yürütülürken, söz konusu dönemde GSM telefonlarıyla yapılan görüşmeler, baz istasyonlarına düşen abone sinyalleri üzerinde dönemin imkânları ölçüsünde incelemeler yürütüldü.
Bu konuda yapılan çalışmalar çerçevesinde, cinayet öncesi, sırası ve sonrasında yaklaşık bir milyon telefon görüşmesi analiz edildi. Olay yeri yakınındaki baz istasyonlarından alınan telefon görüşme bilgileri o dönemdeki teknolojik olanaklarla değerlendirildi.
Kentin diğer bölgelerindeki telefon görüşmelerinin HTS bilgileriyle Hablemitoğlu’nun evinin çevresindeki baz istasyonlarından elde edilen bazı şüpheli telefonlara ait HTS bilgileri karşılaştırıldı, ancak kamuoyuna yansıyan bir sonuç alınamadı.
Soruşturmayla ilgili olarak 2011 yılında Milliyet gazetesine değerlendirme yapan üst düzey bir emniyet yetkilisi “Sadece boş kovan, çekirdek ve bir ceset var” diyerek durumu özetledi.
Hatta aynı dönemde 2011’de, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Strasbourg’a yaptığı gezi sırasında Hablemitoğlu suikastını beraberindeki gazetecilere yorumlarken “Parmak izi vardı” değerlendirmesini yaptı. Ancak emniyet yetkilileri söz konusu açıklamanın “başka bir olayla örtüştürme” mantığı içinde değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, somut bir kanıt bulunmadığı mesajı verdiler. Türkiye’nin diğer faili meçhul cinayetlerde de örneğini sıkça gördüğü gibi, Hablemitoğlu cinayeti soruşturması da ilk günden itibaren “sonuçsuz” bırakılacak izlenimi veriyordu.
SÜRECEK… |