Taraf Gazetesi yeni yazarları Hadi Uluengin ve Cengiz Aktar'ın ilk yazılarını birinci sayfadan duyurdu. Taraf iki yeni yazarını bugün birinci sayfadan "Siftah Yaptılar" diyerek duyurdu.
Bir süre önce Hürriyet ve Vatan'dan ayrılan iki isim, bugün Taraf'ta ilk yazılarını yayımladı.
Hürriyet'teki yeniden yapılanma sürecinde yazılarına son verilen Hadi Uluengin, Modern Zamanlar köşesini haftada üç gün Taraf'ta yazacak.
Vatan'dan ayrılan Cengiz Aktar ise Quo Vadimus köşesini her cuma Taraf'ta yazacak.
Bugünden itibaren TARAF’ta yazmaya başlıyorum ve sonsuz mutluyum. Mutluluk gibi iddialı bir kelimeyi bilhassa kullandım. En dürüst ruh hâlimi yansıtıyor. Üstelik âdetim değildir, yukarıdaki büyük sözü sarfetmekle ne kimseye yağcılık (!) yapmak, ne de ortaya beylik lakırdı atmak niyetindeyim. Zaten başta Ahmet, Yasemin ve Alev olmak üzere bütün mahrem çevrem şahittir ki, daha beş yıl önce ve gazete henüz rotatif kokmadan aklımda ve fikrimde hep TARAF vardı. Şimdi kısmetmiş ve tekrar sonsuz mutluyum. Peki de, neden? Çünkü istisnaları hariç tutarsak, geçmişte taraf olmuş kuşağım bugün de taraf kaldı. Bununla sola militan olarak katılmış ve artık altmışını aşmış olan kesimi kastediyorum. Evrensellik arzeden bu neslin yaşı hanidir kemale erdi. Akıl çağının zirvesine ulaştık. O halde ben de taraf olmayı TARAF’ta sürdürebilmek için son virajı çoktan döndüm. Madde madde uzun manifesto yazacak değilim. Taraf olmaktan şunu anlıyorum: Hayat, dünya ve olaylar karşısında ahlaki tavır almak! Belirlemek ve duyurmak! Yani, kavramın artık kıymet-i harbiyesi kalmasa bile o sol denen yapıya bizi baştan itmiş olan ve sadakatte kusur işlemediğimiz özgürlükçülük, cömertçilik, paylaşımcılık gibi vicdani dürtüler ekseninde tutum saptamak. Pragmatik olmak ama etikten de taviz vermemek. İnsaniyetçilik - gerçekçilik sentezindeki hassas dengeyi mümkün mertebe yakalamak. Ancak buna illâ aktör olmak hevesini, hırsını ve ihtirasını dâhil etmiyorum. Durumu en iyi yansıtan deyiş üstadım Raymond Aron’un taraftar seyirci tanımıdır. Sahada fiilen oynamayan ama her karşılaşmada da takımlardan birisini tutan seyirci! Ve şüphesiz, kuşağımın hâlâ böylesine bir tarafgirlik üstlenmesi kendimize misyon vehmetmeyi sürdürmemizden kaynaklanıyor. Muhtemelen ebedi asilik de işin içine giriyor. Bunların haklılığını veya yanlışlığını tartışmadan vakıayı kabullenmekle yetineceğim. Oysa doğru, taraf olmak ve kalmak yukarıdaki nesil için iki zıt farklılık içeriyor!Kimileri geçmişin zihin kalıplarını olduğu gibi sürdürdü. Hâlen de sürdürüyorlar. Eski tas, eski hamam, onlar sırf değişen hayatı ve dünyayı reddetmekle kalmadılar. Hezimetten ders çıkartamadıkları ve kişiliklerindeki vasatı aşamadıkları için dehşet bir kindarlık içgüdüsüne kapıldılar. Sözkonusu dönüşümünü kavramış olanlara diş biliyorlar. Yukarıdaki ahlâki erdemleri hâlâ sahiplenen ama bunların nispi uygulanabilirlik şansının ancak başka yöntem ve yaklaşımlarla doğabileceğini anlayan; artı, her türlü totalitarizm ve otoritarizmle köprüleri radikal biçimle atmış olan bizlere nefret kusuyorlar. Ve işte o bizler de en geniş anlamıyla TARAF gazetesindeki tarafla eklemleşiyoruz. Fakat yukarıdaki açıklamadan yola çıkarak gerek gazete bünyesinde, gerek harici mekânda tek sesli bir koroya dâhil olduğum ve olacağım sanılmasın. Asla! Asla, zira akıl çağına ulaşma sürecimiz ve totalitarizm ve otoritarizmle köprüleri atma sancılarımız bizlere birey olmayı da öğretti. Nihayet o büyük “B” harfli Ben’i keşfettik. Fikri hür, vicdanı hür ve de yalnız ve yalnız kendisi için birey olan Ben! Buradan itibaren de hiçbirimiz tekrar kolektif kalıplara sığmayız. Sığdırılamayız. Kaldı ki adı şimdiden demokrasi ve sivilleşme tarihine yazılmış olan TARAF, tabii ki asgari paydalar hariç, aynı olaylara ayrı yaklaşımlar forumu sunduğunu da çoktan ispatladı. O halde bir defa, bir defa daha tekrarlayayım: TARAF gazetesi birey olarak Ben’im taraftarlığı sürdürmem için biçilmiş kaftandır. Sizlere merhaba, kendime de hoş bulduk demekten sonsuz mutluluk duyuyorum!
“1915 felaketinden sonra Ermenilerden geriye, yakılmış, yıkılmış, talan edilmiş evler ve odalık, besleme ya da evlatlık olarak alıkonmuş ‘kılıç artıkları’ kaldı. İşte bunlardan biri de benim anneannemdi; Havavlı Gadaryanlardan İsguhi ile Hovannes’in kızı Heranuş... Diyarbakır’a bağlı Çermik’te, Hüseyin Onbaşı’nın evlatlığı Seher olarak büyüdü, evlendi, çocukları, torunları oldu. Bir gün torunlarına, yıllardır içine mırıldandığı, insanın yüreğini yakan hikâyesini anlattı.” GirizgâhFethiye Çetin’den.
2004’te Anneannem kitabını yayımlamasının akabinde Habablılardan (carî adı Ekinözü, Ermenice diğer adı Havav) gelen taleplerden biri de köyde ayakta kalan Ermeni yapılarının ve özellikle nadir görülen çok gözlü çeşmelerin onarımı oluyor. “İşte o andan itibaren hayal kurmaya başladım. Bu çeşmeler restore ettirilmeliydi, berrak ve lezzetli suları tekrar gürül gürül akıtılmalıydı. Hunharca öldürülmüşlerin, yerinden yurdundan edilmişlerin, dönüp de onca değer verdikleri çeşmelerinin suyundan bir daha içememişlerin, Heranuş’ların, Maryam’ların, Horen’lerin ruhuna değsin diye; onlar içemedi ama torunları içsin diye...”
İşte geçen hafta sonu Ekinözü köyündeki Habab Çeşmeleri’nin açılışı yapıldı. Yurtiçi ve yurtdışından, civardan ve köyden, enva-i çeşit insan Habab’da aynı sudan içti. Hatırı sayılır kalabalıkta Fethiye Çetin’in adını ettiği pek çok torun vardı, buradan ve savrulup gittikleri oralardan.
Anadolu kırsalında Ermeni, “define” çağrıştırır. Dolayısıyla bu her anlamdaki “yenileme” veya “tazeleme” çalışması da kolay olmamış. Ama ekibin metaneti, yerel otoritelerin katkısı, yerel halkın vicdanı ve esas işin köylüyle birlikte yapılması sayesinde sorunlar ardı ardına çözülmüş.
Habab’a giderken bölgenin eski zamanda en önemli kenti Harput’a, dönüş yolunda ise eski Habab’ın bağlı olduğu Palu’ya uğradık. Her iki ilçe de asırlardır ve 1915’e dek pek çok farklı ve birbirini takip eden bölgesel güçlerin merkezleri olmuş. Farklı din veya dile sahip olanlar, farklı ırka ait olanlar paylaştıkları topraklarda farklılıklara rağmen daima birbirlerinden beslenmiş. Halefler, seleflerin eserini yıkmamış âbâd etmiş. Ta ki anlatı ulus temelinde yeniden inşa edilene kadar. Ulus-devlet kırmızıçizgiyi çeker, olmadı yok sayar.
Harput/Palu bir yanda Elazığ/Yeni Palu diğer yanda, buna iyi misaller. Harput’ta camiler dışında taş üstünde taş kalmamış ve taşlar 19. yüzyıl ortasında ovada kurulan, hiçbir özelliği olmayan Elazığ’ın evlerinde kullanılmış. Palu’da yıkıma 1940’larda İnönü döneminde karar verilmiş ve Murat Suyu kenarında kişiliksiz ve depreme dayanıksız bir Yeni Palu kurulmuş.
Harput’un aksine Eski Palu’da epeyi bir kalıntı var. Bunlardan en dikkat çekicisi Murat Suyu üzerindeki antik köprü. Ne zaman Anadolu’nun doğusunda bir eski esere rast gelsem bu, genelde, ne hikmetse Artuklu, Akkoyunlu, Bizans, Karakoyunlu, vs... eseridir. BDP’li belediyelerin dışında Anadolu’nun kadim Hıristiyan halklarından söz eden bir broşür, tanıtıcı levha, tarihçe bulamazsın. Köprü de erken Cumhuriyet döneminin bu hafıza mühendisliğinden payını almış. Adı Artuklu Köprüsü!
Hâlbuki İsa’dan önce 95 ilâ 55 yılları arasında hüküm sürmüş Ermeni Kralı Büyük Dikran’ın döneminde yapılmış ve İpek Yolu’na dâhil bir geçit. Bölgenin egemeni olan her güç bu stratejik köprüyü onarmış, geliştirmiş, kullanmış. Köprübaşındaki uyduruk levhada yazmayan tüyler ürpertici bir hikâyesi de var: Soykırımda Habab da dâhil Palu nahiyesi erkeklerinin kafaları köprü üzerinde vurulduğundan adı “Kanlı Geçit” kalmış. Restorasyon çalışmasının orijinaline sadık kalıp kalmadığı tartışmalı zira 20. yüzyıl başında alınmış fotoğraflar hiç bugünkü haline benzemiyor. Ciddî kaynaklar bölgedeki Artuklu dönemi eserleri arasında böyle bir köprü saymıyor!
*** Anneannem çalışması bir asırdır süren bütün devletli çabaya, inkâr ve tahrifata rağmen soykırımın canlı kanıtlarının ilk örneğiydi. “Habab Çeşmeleri”nin yeniden hayat bulması ise Ermeniliğin gözden ırak diyarlardaki kalıntılarının ilk kez kamusal bir boyut kazanması demek.Geçen pazar 1915’e kadar Ermeni bugün Kürt köyü Habab’da Kürtçe ve Türkçe ile birlikte Ermenice de konuşuldu.
Kaybettirilen hafıza ve bilgiyle anca birkaç yıldır haşır neşiriz. Habab, ruhu altüst eden o tanışma, yüzleşme, hesaplaşma ve helalleşmelerin en yoğunlarından biriydi. Habab Çeşmeleri’nin suları gibi hafıza da gürül gürül geri geliyor Anadolu’ya. Hiçbir kötülük unutulmuyor. Geçmiş zamanın güzellikleri artık hatırlanıyor. En kudretlinin dahi önünü alamayacağı bir dinamik bu. Habab’da Rakel Dink’in İncil’den aktardığı gibi: “Kulaklarda fısıltı ile söylenen her şey bir gün damlarda bağırılacaktır. Bugün o fısıldananları bu çeşmenin damında seslendirmeye geldik.”