Prof. Dr. Türkan Saylan: Hakim olmak fikri hoşuma gitmişti. Ama insanları cezalandırmanın bana göre olmadığını anlayınca vazgeçtim, hekim oldum. Prof. Dr. Türkan Saylan, mücadele dolu yıllarını 2004 yılında ilk baskısı yapılan “Güneş Umuttan Şimdi Doğar” adlı kitapta, Mehmet Zaman Saçlıoğlu’na anlattı. Saylan, nehir söyleşi tarzında hazırlanan kitapta hayatına dair bilinmeyen birçok detayı paylaştı. İşte Saylan’ın kendi ağzından anlattığı yaşamından çarpıcı kesitler... “İlk yaşlarımı geçirdiğim Emirgan İskelesi’nin hemen arkasındaki Kuleliyalı’da, üzerine çıkarken düştüğüm tabureyi cezalandırmak için merdivenlerden atışım galiba hatırlayabildiğim en eski anım. Olsa olsa üç-dört yaşında, tombalak bir kız çocuğu idim.” Bana ’oğlum’ diye seslenince... “Ben ilkokul beşteyim. Galatasaray’ın ilkokul kısmı Ortaköy’de. Okulun berberi var, herkesi o tıraş ediyor. Çok temiz ve düzenli. Bir gün bizim oğlanlardan birinin kafasında böyle, yuvarlak bir dökülme. Ötekine baktık, onda da var. Onlardan bize de geçmez mi! Müthiş bulaşıcıdır bu. Annem perişan oldu artık. Hastalıklar pis insanlarda, bakımsızlarda olur diye öğrendiğinden, hazmedemiyordu bunları. Hep birlikte Çapa’ya, cildiye kliniğine gittik. Çapa’ya ilk girişim böyle oldu oraya. İhtisas yaptığım, çalıştığım, öğretim üyesi, anabilim dalı başkanı olduğum yere yedi yaşında bir hasta olarak gittim ilk kez. Tahliller yapıldı. Hepimizin kafaları kazındı, o zamanki ilkel bir makinenin altına yattık, şua yapıldı. Yaza doğru olmuştu bu hastalık. Yazı ben kasket ve pantolonla geçirdim bir oğlan çocuğu gibi. Birisi bana, ” oğlum “ diye seslenince ne kadar mutlu olurdum, anlatamam. Kışa doğru saçlarımız çıktı, kıvır kıvır çıkmıştı o ilk saçlarım.” Beyaz gömlekli tıbbiyeli olmak... “Ortaokulda karar vermiştim. Daha önce bir ara, hakim olma hevesi yaşamıştım ama sonradan doktorluk ağır basmıştı. Bir gün annem beni Haydarpaşa Hastanesi’ne götürdü. Orada hekim beni muayene ederken, hani çocuklara büyüyünce ne olacakları sorulur ya, bana da sordu. Ben, bilmiyorum deyince, ’Benim hanımım hakim, sen de hakim ol’ demişti. Araştırmaya başlamıştım ve hakim olmak fikri hoşuma gitmişti. Ama bir süre sonra vazgeçtim, çünkü insanları yargılamanın ve cezalandırmanın bana göre olmadığını anlamıştım. İşte, beyaz gömlekli bir tıbbiyeli olma aşkım da o günlerde belirdi ve beni hiç ama hiç bırakmadı.” İsviçreli annem Müslüman oldu “Annem İsviçre kökenli teknisyen bir ailenin kızı. 1900’lerin başında İsviçre’de ekonomik bir kriz yaşanıyor ve İngiltere’ye, Birmingham’a göç ediyorlar. Bu sarışın, mavi gözlü, çok güzel genç kız, 20 yaşında İngiltere’de karşılaştığı genç bir Türk’le evleniyor. Türkiye’ye geliyor, sekiz yıl evli kalıyor. O sırada babam anneme aşık oluyor. Annemin çocuğu olmamış bu ilk evlilikte. Babam İngiltere’ye gidip babasıyla annesini alıp geliyor, annemi boşatıyor ve evleniyorlar. Annem bana hamile kalınca Müslüman oluyor. İngilizce’sinden Kuran’ı okuyor; iyi bir Türk gelini olabilmenin tüm koşullarını yaratmaya çalışıyor. Yabancı kadın imajını kırabilmek için mümkün olduğunca Türk ya da Osmanlı gibi davranmak zorundaydı sanki. Örneğin oruç tutardı. Biz, hiçbirimiz evde oruç tutmazdık, o tutardı.” Deli divane âşık oldum evlendim “1957 yılı, yani üçüncü sınıf sanırım. Koşuşturan, öğrenmek için, iyi bir doktor olmak için kendini paralayan bir öğrenciydim. Klinikte asistanlar, başasistanlar var. Bir tanesi son derece yakışıklı, bütün kızların, hemşirelerin hayran olduğu bir genç. Hastalara yaklaşımı çok iyi, başarılı bir doktor. Ben aşık olduğuma karar verdim (!) ve yakınlık duyduğumu hissettirdim. Kısa bir flört döneminden sonra bana evlenme teklif etti. Kabul ettim. Daha yirmi iki yaşındaydım, öğrenciydim. Arkadaşlarım şaşkınlık içindeydi. Ama biz kimseyi dinlemiyoruz, çünkü deli divane aşığız... Eve götürdüm, bizimkilerle tanıştırdım. Annem, babam şaşırdılar, bir hevestir geçer diye düşündüler. Evlenme kararı aldık, evleneceğiz. Babamdan nüfus kağıdımı istedim. Ama babam nüfus kağıdını geciktirdikçe geciktirdi. Her geçen gün bana yıl gibi geliyor, sanki evlenemeyecekmişim gibi karamsarlıklara kapılıyorum. Sonunda dayanamadım babamı can evinden vuracak bir mektup yazdım: ”Babacığım, bu yola girdim, evlenme kararım kesindir, ama sen bana bir aydır nüfus kağıdımı vermedin, mevcut ve muhtemel tehlikeler karşısında seni uyarıyorum, bana lütfen nüfus kağıdımı ver.” Şartlar düzeltilmezse bir daha nöbet tutmam! “İhtisas için dil ve bilim sınavlarına girdim ve kazandım. Atamam İşçi Sigortaları Nişantaşı Hastanesi’ne çıktı. İkinci bir buçuk yıl dahiliyedeydim. Hastanenin olanakları ise bir felaketti. Tansiyon aleti arıyordum, bozuk, derece kırık, enjektör yok, sular akmaz. Hastabakıcının, mide yıkamak için vazolardan su aldığı gün oldu. Gece hastaya tahlil yapmak gerekiyordu; laboratuvar kapalı, sabaha açılacak... Bir gün bir dilekçe yazdım başhekimliğe: ”Nöbetim sırasında, şunların şunların olmadığını, şunun bozuk olduğunu, suyun olmadığını, laboratuvarın kapalı olduğunu gördüm. Bunların olmadığı bir yerde nöbet tutulması, görev yapılması mümkün değildir, gelecek nöbetime kadar bunların giderilmesini, aksi halde nöbet tutamayacağımı bildiririm“ dedim. Ertesi gün yine poliklinikteyiz, benim böyle bir dilekçe yazdığımı öğrenince, benden büyük olan mesai arkadaşlarım, ”Tamam artık, sen yandın, ihtisasını yakacaklar, geleceğini kararttın“ demeye başladılar. Bir hafta sonra yine nöbet geldi. Bir de ne göreyim... Bir su bidonu konmuş, bir cam dolap konmuş; içinde enjektör, tansiyon aleti, gereken her şey var. İnsan istediği her şeyi alabiliyor. Kendisi için istemezse başarılı da oluyor.”