Halil Berktay: Pelikan bildirisini yazanları biliyorum, onları uyardım

Halil Berktay: Pelikan bildirisini yazanları biliyorum, onları uyardım

Tarihçi Prof. Halil Berktay, metinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın taraftarları olduğu söylenen ‘Reisçi’ler ile Davutoğlu’nun taraftarlarının ‘Hocacılar’ olarak geçtiği Pelikan Bildirisi'ni yazanları tanıdığını açıkladı. Serbestiyet'teki yazısında metni yazanlarla bir yemekte buluştuğunu ve bazı uyarılarda bulunduğunu belirten Berktay "Dinlediler, dinlediler ve sonra, kendi daracık perspektiflerinden, çeşitli kızgınlıklarını bir kere daha anlatmaya koyuldular. Nitekim üzerinden iki ay geçti; o genç çocuklar 'Pelikan Dosyası'nı kaleme aldı" dedi.

Başbakan Ahmet Davutoğlu, bazı gazete ve gazeteciler ile AKP'li siyasetçileri hedef alan andıcı Pelikan Dosyası'nı kimin yazdığı tartışılırken tarihçi Prof. Halil Berktay'ın yazısı sosyal medyada yankı uyandırırken, bazı yorumlarda, savcıların Berktay'ın bilgisine başvurması gerektiği dile getirildi.

Halil Berktay’ın Serbestiyet’teki 18 Mayıs 2016 tarihli yazısı şöyle:

Bir zamanlar ben de böyle genç bir zıpır mıydım? Şu “Pelikan Dosyası”nı yazanlar kadar lâf anlamaz, onlar kadar fanatik, onlar kadar saldırgan mıydım?

Ne kadar hatırlamak istemesem de, korkarım evet. Belki düşmanlıklarım o kadar kişisel değildi; daha az lider bağımlılığı ve daha çok teori bağımlılığı etrafında örülmüştü. Ayrıca, anonimliğin ardına da saklanmıyordum. Ama aptallıksa aptallıktı, körlükse körlüktü, haddini bilmezlikse haddini bilmezlikti, bağnazlıksa bağnazlıktı.

Burada “ben” hem bütün bir, hattâ birkaç neslin metaforuyum, hem de kişisel bir realiteyim kuşkusuz. Ortam öyleydi, herkes öyle yapıyordu diye kaçamıyacağım, sırtımdan atamıyacağım bireysel bir sorumluluğum var (ve dilerim bunu başkaları da içlerinde duyuyordur).

“Pelikan Dosyası”nı okurken aklım 48 yıl önceye gitti. 1968’de Sovyetler Birliği Çekoslovakya’ya müdahale etmiş, Mehmet Ali Aybar da bu zorbalığı kınamış ve Dubçek’in “güleryüzlü sosyalizm”ini savunmuştu. Amerika’da, üniversitedeydim. Henüz Maocu olmamıştım; Leninist-Stalinist aile geleneğini sürdürüyordum. Aydınlık dergisi çevresinden Şahin Alpay’ı tanıyor ve yazışıyordum. İlk ağızda, proletarya diktatörlüğü adına çok kızdım Aybar’a. Oturup İhanet var diye dehşetengiz bir yazı döşendim. Allahtan o 21 yaşımdaki halimden daha olgun çıktılar da yayınlamadılar. Neredeyse yarım yüzyıl geçti. Şimdi bile aklıma geldikçe kulaklarıma kadar kızarıyorum.

Bu, sadece bir örnek. “Pelikan Dosyası”na en yakın örnek. Sonraki yirmi yıl içinde, daha neler var oysa.    

***

İki büyük “kurtuluş ideolojisi” (emancipation ideology), iki büyük siyasal cereyan. Bir zamanlar Marksizm; bugün İslâmiyet ve İslâmcılık. Birinin bıraktığı manevî boşluğa diğeri oturdu. 1920’lerden 80’lere, uluslararası komünist hareket ve Türkiye’deki sol akımlar. 1946’dan bu yana, merkez-sağ partilerin ana mecrası (DP, AP, ANAP) ve bu gövdeden bir ara ayrılan daha saf İslâmcı bir çizgi (MNP, MSP, RP, FP, SP). Sonra 2002’den bu yana, her ikisinin yeniden birleşmesi olarak AKP. Bu karşılaştırma ne zamandır meşgul ediyor kafamı.

Başarılarına değil başarısızlıklarına, düştükleri tuzaklara, uğradıkları deformasyonlara bakıyor ve düşünüyorum: İlkinin başına gelenlerden ikincisi kaçınabilecek mi? Kendi payıma, sosyalizm tarihinden çıkan hangi dersleri AK Partililere aktarabilirim? Denesem de, yararı olur mu? Her şey bir yana, dinleyen olur mu acaba?

Neresinden tutsam, hangi birini söylesem? Sol kendi “tek doğru” inancına yüzde yüz angaje oldu. Paradigmatik bir dar görüşlülük, bir tür “tünel vizyonu” (tunnel vision) peydahladı. Sadece “borunun ucu”nu, ya da kuyunun dibinden yukarı bakan kurbağa gibi, gökyüzünün kuyunun ağzıyla sınırlı bir parçasını görür oldu. Kendi kendisine eleştirel bakamadı. Teorisinin her yanlışlanmasına bir kulp, bir açıklama, bir mazeret buldu ve hiçbir şey olmamış gibi, “tarihin yönü”nü izleyerek yoluna devam etti. Paradigm bağımlılığı ve patika bağımlılığının dışına çıkamadı.

Zamanla inanmak, düşünmenin önüne geçti. Fikirler katılaşıp dogmalara dönüştü. Marksizm, eskiyi (kapitalizmi) eleştirmede sergilediği zenginlik ve yaratıcılığı, yeniyi (sosyalizmi) kurmada gösteremedi. Bir tahakküm sistemini yıktı, başka bir tahakküm sistemi getirdi. Asıl bu aşamada, iktidarla birlikte otoriterleşti. Çoğulculuk kaldırmaz oldu. Lider kültleri peydahladı (Lenin, Stalin, Brejnev, Mao, Enver Hoca, Çavuşesku, Kim İl-sung ve ahfadı). Lidere muhalefet ihanetle bir tutuldu.

Bu anlayış ve uygulamalar, kendi ülkelerinde iktidarda olmasalar bile iktidardaki komünizmin bütün günahlarını paylaşıp suç ortağı olan irili ufaklı bütün diğer partilere de sirayet etti. Mutlak merkeziyet, iç tartışma olanaklarını öldürdü. “Kol kırılır, yen içinde” anlayışı, şeffaflığı, geçirgenliği ve toplumla etkileşimi dumura uğrattı. Lidere kayıtsız şartsız itaat kültürü, devrime (Lenin’in ifadesiyle) “fırsat bu fırsat, ben de kapacağımı kapayım” diye bakan oportünistlere ortam hazırladı. Ortalığı yığınla arrivist, tırmanıcı kapladı. Bunların bir bölümü, şecaat arzetmek uğruna “çizgi”yi hep aşırıya ve daha aşırıya çekti. Bu da fraksiyonlaşma potansiyelini arttırdı. Asıl sosyalizm alanının (sosyalist ülkelerin ve komünist partilerin) dışında ama bitişiğinde, Marksizmin “devrimci şiddet” ilkesinin uzantısında, şiddet fetişizmini iyice çığrından çıkaran yığınla sol akım doğdu.

***

Bunlar size gerek dünya çapındaki, gerekse Türkiye’deki İslâmcı akıma, daha doğrusu akımlara dair bazı şeyler çağrıştırıyor mu? 

Altı ay önceki bir yazımda, olası benzetmelerden sadece sonuncusuna, şiddet sorununa değinmiştim: “Bir adım ötede, emperyalizm ve sömürgecilik mirasına kızgınlıktan beslenen şiddet akımları, 20. yüzyılın ikinci yarısında daha çok Marksizm (tabii Marksizmin belli bir yorumu) aracılığıyla kendine teorik çerçeve ve meşruiyet ararken, neden çağımızda daha çok İslâmiyetin belirli bir yorumu aracılığıyla kendine teorik çerçeve ve meşruiyet arıyor? Şöyle de diyebiliriz: Sırf yoksulluk ve eşitsizlik, insanları ölüme yürümeye azmettirebilir mi? Çok güçlü bir inanç devreye girmeden ve ikna edici rol oynamadan, şiddet, terör ve hele intihar eylemi olur mu? Geçmişte bu inancı belki Marksizmin Leninist-ötesi varyantları, belki şoven milliyetçilik sağlıyordu (PKK için hâlâ öyle). Cihadizm, her ne kadar İslâmiyetin sadece belli bir yorumuysa da, sonuç olarak böyle bir ideoloji kuvvetle mevcut. Ve ideolojileri, onları yaratan koşullara indirgemek olanaksız. Kendi özerklikleri, çekicilikleri, dinamikleri var. Bugün Taliban, El Kaide, Boko Haram ve IŞİD gibi örgütler açısından ölümüne inanmışlıkla ilgili o yeterli koşulu Selefîliğin, daha spesifik olarak İslâmiyetin İbni Teymiyye (1263-1328) yorumunun güç verdiği bu cihadizm sağlıyor.” (18 Kasım 2015: “Dinin payı yok” denebilir mi?)

Ama tabii aslında çok daha büyük bir mesele söz konusuydu ve nitekim başka yazılar da yazdım ardından. Örneğin “Çizgi” nedir? “Dar” ve “geniş” çizgiler neye yarar? makalemde (30 Ocak 2016), şöyle iki alt-başlık da vardı: (a) Solda dar çizgicilik ve siyasetin yokoluşu; (b) AK Parti’nin önündeki dar ve geniş çizgi sorunları. Onu Aydınlar ve dar çizgiciler izledi (7 Şubat). İçinde bir yerde, “bir yanda parlak, namuslu aydınlar” ve “diğer yanda Yagoda ve Yezhov’lar”dan da söz ediyordum. İki gün sonra  Hazır, lâf resimden, “çizgi”lerden ve Stalincilerden açılmışken (1) çıktı (9 Şubat). Doğrudan lider kültleri konusuna girdim ve bir süre öyle devam ettim.

En son Antagonistleşmemek, fraksiyonlaşmamak’ta (11 Mart 2016) daha dolaysız bir uyarıda bulunmaya çalıştım. Bu yazının başında olduğu gibi, Marksizmden gelen bir aydın olarak “solun trajedisi içinden bugüne bakıp düşünmek ihtiyacını” duyduğumu açıkça belirttim: “Onyıllar boyu, sosyalist ülkelere ve uluslararası komünist harekete yönelik her eleştirinin emperyalizme, burjuvaziye, CIA’ye, revizyonistlere, karşı-devrimcilere, kapitalizmi restore etmek isteyenlere maledilmesini yaşadım. Bunun boğucu ve zihin köreltici etkilerine tanık oldum. Türkiye’de sol nasıl parçalandı ve alabildiğine fraksiyonlaştı sanıyorsunuz? Saflık ve farksızlık arayışı nasıl başladı? Ana gövdenin büyük dallarının küçük dallarından  en son ayrılanı, yani bir bakıma en (son aşamada) kendine yakın olanı en kötü, en büyük düşman sayma anlayışı nasıl hakim oldu? 1960’ların başında bir tek TİP varken, 1970’lerin sonunda, yani yirmi yıldan kısa bir sürede hepsi küçük küçük elli küsur örgüte nasıl gelindi?”

Devamında, biraz soyut bir havada, farazî sanılabilecek bir takım sohbetlerden söz ettim. “Şimdi de bazı AKP’li gençlerle tanışıp konuşuyorum,” dedim; “bakıyorum da ateş püskürmedikleri hemen hiç kimse yok. Bir sohbette, diyelim sekiz farklı tutumu somutlayan sekiz ayrı kişinin adı geçiyor. Hepsine kızgınlar; falancayla şu yüzden, filancayla bu yüzden birlikte olamazlarmış; peki ne olacak, kiminle birlikte çalışabileceksiniz ki diye sorduğunuzda, her bir ‘münferit’ küskünlüğü tekrar ve tekrar anlatmaya girişiyorlar. Sonuç, kişisel öfkelerinde kendilerini bir kere daha haklılamaları oluyor.”

Bu zihniyet veya haleti ruhiyeyi “naiflik, ama korkutucu bir naiflik, tek tek ağaçlardan ormanın bütününü görememek” diye niteledim. “Demokrasi koalisyonunun nasıl bir arada tutulabileceğini gerçek gündemin ilk sırasına çıkarıyor” diye bitirdim. 

***

Ne demiş şair? Bir gerçek âlemdi gördüğün, ey Celâleddin, heyûlâ filân değil. Aynen öyle; bu da alabildiğine somut, reel bir yemek ve sohbetti aslında. Yakınlık duyduğum bazı İslâmcı-AKP’li gençlerin gidişatından endişeye kapılmıştım. Buluştuk. Başka bazı büyükler de vardı (daha ileri yaştakiler anlamında). Elimden geldiği kadar bu dar çizgi - geniş çizgi meselesini bir kere daha anlatmayı denedim. Yukarıda sözünü ettiğim bütün 30 Ocak - 7 Şubat - 9 Şubat - 11 Mart yazılarımda ne vardıysa veya olacaktıysa özetlemeye çalıştım. Bakın biz yaptık, siz yapmayın demeye getirdim.

Dinlediler, dinlediler -- ve sonra, aynen yukarıda özetlediğim gibi, kendi daracık perspektiflerinden, çeşitli kızgınlıklarını bir kere daha anlatmaya koyuldular. Oracıkta ümitsizliğe kapıldım. Bunların hiçbir şey öğreneceği ve anlayacağı yok, diye geçirdim içimden. Biraz sonra özür dileyip ayrıldım. Beni geçiren arkadaşım iyimserdi. “Çok iyi oldu, böyle böyle gelişecekler” gibi bir şeyler dedi. Bense çok farklı izlenimlere sahiptim. İçimden, bunlar asla bütünü göremez; tek tek ağaçlardan başlarını alıp ormanı göremez; ormanı bırak, burunlarının ucundan milim ötesini göremez diye geçiriyordum.

Nitekim üzerinden iki ay geçti geçmedi; o genç çocuklar “Pelikan Dosyası”nı kaleme aldı.  

Yoksa tarih gerçekten tekerrürden mi ibaret?

Plus ça change, plus c’est la même chose mu demeli, Alphonse Karr gibi (her şey ne kadar değişmiş gözükürse, o kadar aynıdır aslında)?