Milliyet gazetesinde bugün Hasan Cemal’in Başbakan Erdoğan’a ithafen köşesinden yazdığı açık mektuplarından ilki yayımlandı. Cemal, son günlerde konuşmalarında ‘çıkar çelişkisinden’ sıkça bahseden başbakana, Çalık Grubu’nun devletten rafineri kurma izni alıp almadığını sordu. Hasan Cemal’in ilk mektubu: Sayın Başbakan; Son açıklamalarınızda çok şeyden bahsettiniz, ama dikkat ettim, bir konuya hiç değinmediniz. Çalık’a rafineri sözü... Bu sözü daha önce verdiğiniz için mi Çalık Grubu devletten rafineri kurma iznini aldı? Buna açıklık getirmeniz lazım. Soru şöyle tekrarlanabilir: Bu ülkede rafineri kurmak ‘başbakanın sözü’ne mi tabi, yoksa devletin yetkili ‘üst kurul’larının objektif kararlarına mı? Sayın Başbakan; Çalık Grubu’nun rafineri izniyle ilgili olarak bir soru daha var gündemde. Damadınız bu grubun en tepe yöneticisi, yani güncel deyişle CEO’su. Olabilir. Ancak bu konuda bir noktanın aydınlığa kavuşması gerekiyor. Son açıklamalarınızda ‘çıkar çelişkisi’nden, İngilizcesiyle ‘conflict of interest’ten söz ettiniz. Tam yerli yerine oturtamadınız ama yine de bu ilkeyi gündeme getirmeniz iyi oldu. Bu kavram, demokrasilerde özellikle siyasete girenlerin ve kamu görevlilerinin hangi alanlardan elini eteğini çekmeleri gerektiğini anlatır. Bu ilke, kamu çıkarı ile özel çıkarlar arasında kalın bir duvar çeker. Buna göre, bir kamu görevlisinin, ki bu başbakan da olabilir, bir genel müdür ya da belediye başkanı da aldığı bir karardan dolayı şahsen bir kazanç elde etmemesi ya da kazanç ihtimali bile doğmaması gerekir. Bir başka deyişle, kendi ekonomik durumunu avantajlı hale getirebilecek kararların altına imza atamaz kamu görevlisi. Batı ülkelerindeki katı uygulamasında, kamu görevlisinin ailesi ve yakın çevresi de bu kuralın sınırlamalarına tabidir. Yani, karısı, kardeşi ya da çok yakın akrabaları da (bu, damat ya da gelin de olabilir) hiçbir şekilde, o kamu görevlisinin tasarruflarından menfaat sağlamamak durumundadırlar. Menfaat sağlandığı görüntüsü veya menfaat ihtimali bile ‘çıkar ilişikisi’ne yol açar. Eğer siz, Başbakan olarak, ‘CEO’luğunu damadınızın yaptığı bir gruba rafineri sözü verdiyseniz ve bu söz ‘yetkili kurullar’dan geçerek gerçekleştiyse, ‘çıkar çelişkisi’ açısından vahim bir durum ortaya çıkmış demektir. Ne diyorsunuz? Sayın Başbakan; ‘Çıkar çelişkisi’ne değindiğiniz için bir konu daha aklıma takıldı. Daha önce de iki kez yazdığım bu konu, Sabah-ATV’nin Çalık Grubu tarafından satın alınmasıyla ilgili. Tıpkı ‘rafineri izni’nde olduğu gibi, yoksa bu konuda da Çalık Grubu’na mı söz verdiniz? Söz verdiğiniz için mi bu ihaleye bir tek Çalık Grubu girebildi? Sorular çoğaltılabilir. Damadınızın yönettiği Çalık Grubu’nun medya bölümünün başında da ‘damadınızın kardeşi’ var. Ve Çalık Grubu’nun tek başına girerek kazandığı Sabah-ATV ihalesinde, kamu bankalarından alınan krediler konusu var. Bunlarda da soru işaretleri yok mu? Bu kredilerin verilmesinde kamu bankalarına siyasal iktidar gölgesi düşmüş olabilir mi? Sayın Başbakan; “Rafineri için Çalık’a söz verdik!” dediyseniz eğer, bütün bunlar akla takılıyor. Sizin de son konuşmalarınızda değindiğiniz ‘çıkar çelişkisi’ ilkesi tek tek bu konuların tümünde ister istemez gündeme geliyor. Bu arada, Çalık Grubu’nun bir bankasına mevduat toplama izni verilmesi gündemdeymiş... Öyle mi?.. Bunlar beni şaşırtmıyor. Gazetecilikte kırk yılım dolduğu için belki de... Siyaset sahnesini bunca yıldır izlediğim kadarıyla bütün siyasal iktidarlar, iş dünyasında, basın dünyasında kendine yakın ya da kendine tabi güç odakları yaratmak için çalıştılar. İstisnası olduğunu sanmıyorum. Bu ülkede devlet güçlü çünkü... Oysa, demokrasinin yerli yerine oturabilmesi için ‘devlet gücü’nün keyfi değil, hukuka uygun ve şeffaf biçimde kullanılması gerekir. Sayın Başbakan; Konuşmalarınızı geçen haftaki üç yazımda özellikle bazı açılardan sert biçimde eleştirdim. Bunları yinelemek içimden gelmiyor. Rafineri konusunda, Hilton konusunda, frekans konusunda, kâğıt konusunda kanunsuz bir şey varsa, Doğan Grubu’nu verirsiniz mahkemeye... Aydın Doğan da bunu söylüyor. Ama eğer bunu yapamıyorsanız, kanunsuz bir şey yoksa, o zaman Aydın Doğan’a da, Doğan Grubu çalışanlarına da, gazeteci ve köşe yazarlarına da, -Deniz Feneri iddianame ve davasının üzerine bir gazetecilik görevi olarak gidilmesinden dolayı- hakaret etmeye hakkınız yoktur. Bir başbakana bu yakışmıyor. Ayrıca, kimi köşe yazarlarına günlük deyişle aba altından sopa göstermek de son derece yakışıksız. Kısacası: Son konuşmalarınızdaki seviye kaybı gerçekten acıklıdır. Dileriz, bu böyle sürmez. Medyayla ilgili eleştirileriniz olabilir. Bazen kızabilirsiniz yazılana çizilene. Haklı da olabilirsiniz. Çünkü bizim de yanlışlarımız yok değil, elbette var. Ancak, bu konudaki görüş ve tepkilerinizi eski deyişle çok daha teenniyle, üslubu içinde, irtifa kaybı olmaksızın ortaya koyabilmelisiniz. Biliyorum, gazeteci milleti fazla sevilmez. Ayrı bir kategori sayılırız bizler. Dünyanın hiçbir demokrasisinde iktidarlar, siyasetçiler medyadan çok fazla hazzetmezler. Daha çok güzelleme sever politikacı... Ancak ileri demokrasilerde, birinci sınıf demokrasilerde en aykırı, en marjinal görüşlere dahi tahammül ve tolerans gösterilir. Ya da bu tahammül ve toleransın düzeyidir, bir yerde demokrasilerin düzeyini de belirleyen... Bu konuda ben özellikle 1980’li yıllarda kısa adı IPI olan Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Yürütme Kurulu’nda görev yaparken çok şey öğrenmiştim. Dokuz yıl çalıştım bu kurulda. IPI’nin basın özgürlüğü ve demokrasi konusunda gösterdiği duyarlığı, özellikle askeri yönetim dönemlerinde yalnız basın için değil, yasaklı siyasetçiler için de yapmış olduğu etkili çalışmaların içinde bulundum. Sayın Başbakan; Bu noktayı özellikle belirtiyorum. Çünkü IPI’ye ilişkin bazı küçümseyici yorumlarınızı da dinledim son konuşmalarınızda. Türkiye’de 1950’lerden itibaren IPI’ye çatan ilk başbakan da siz değilsiniz. Ama şunu hiç unutmayın: Her seferinde basın özgürlüğü ile meselesi olan başbakanlar hücum etti IPI’ye, ama sonunda kazanan onlar olmadı. Mektubun ikinci bölümü yarın.