Murat Belge
(Taraf - 31 Mart 2013)
Hasan Cemal’in sorumluluğu, Derya Sazak’a göre, yazdığı yazıdaymış. Peki, ondan önceki “anlaşma” neydi? Hasan Cemal’e belirli bir süre yazmama “ceza”sı verilmişti! Başbakan’ı kızdırmış; Başbakan’ın kızgınlığı geçene kadar sus, kendini gösterme! Hani okullarda yaramazlık eden çocuğa “git odanın köşesine, orada tek ayak üstünde dur” derler ya, onun gibi bir şey. “Çözüm” ya da “anlaşma” bu. Arkasında bütün bu bildiğimiz kariyer olan Hasan Cemal bu “çözüm”le başka ne yapabilirdi? Gidip tek ayak üstünde durması mı bekleniyordu.
Dün yazdım, “Kürt sorununda barış süreci” diye tanımladığımız bir ortamdayız. Sesimizi kısmış, umutla seyrediyoruz olanları. Ama son analizde o “süreç”le de ilişkilendirilecek bir biçimde, bir yandan da böyle olaylar oluyor.
Hasan’ın bu olayda doğrudan muhatabı, kendi gazetesinde bu gibi kararları verme yetkisini elinde tutanlar. Onların bu olay çerçevesinde davranışları, bu ülkede medyanın ne kadar “kolay kırılır, yaralanır” olduğu bilgisini bir kere daha pekiştiriyor. Bu da, yeni karşılaştığımız bir durum değil.
Ama, o yetkileri ellerinde tutanların yetkilerini bu şekilde kullanmasına yol açan zincirleme gidişatla, olayı başlatan, Başbakan’ın tavrı ve sözleri. Bunun da “yeni bir şey” olmadığını söylemek mümkün, daha doğrusu, evet, öyle. “Siyasî iktidar” denen o “muteber nesne”yi eline geçirip de bunu “demokratik” biçimde kullanan “muktedir” pek görmedik, uzak ya da yakın tarihimizde.
Hasan Cemal Milliyet’i bıraktı. Bunun üstüne Derya Sazak “Ortada bir biçimsizlik varsa bunun sorumluluğu Hasan Cemal’e aittir” mealinde bir açıklamada bulundu ve aynı zamanda istediği an gazeteye dönebileceğini bildirdi! Tuhaf!
Hasan şimdi ne yapmayı düşünüyor, bilmiyorum, bir fırsat bulup konuşamadık. Karar vermek için telâş etmesine gerek yok diye düşünüyorum. Gazeteciliği bırakıp kendini daha çok kitap yazmak üzere de örgütleyebilir. Bizim kuşak enikonu yaşlandı. Şöyle ya da böyle gelecek “emeklilik” durumuyla tanışıp kendimizi buna göre ayarlamanın zamanı geldi artık.
Ama Hasan bir tür emeklilik tasarlasa dahî, gazeteciliği toptan bırakmayı düşünmüyor herhalde. Çünkü Milliyet’i bırakır bırakmaz kalktı Kandil’e gitti, Karayılan’la mülâkatını yaptı. Şu konjonktürde bir “gazeteci” neler yapabilir, onu da göstermiş oldu. Cereyan eden olayın en önemli aktörlerinden birinin görüşlerini alıp (onun “açıklamayı uygun bulduğu” görüşleri, diyelim) topluma bu bilgileri sunmakla, “evrensel gazeteci etiği”ni konuşturdu. Hikâye, zaten, gazetesinin birtakım kritik konuşmaları yayımlaması karşısında Başbakan’ın hiddetlenmesiyle başlamıştı. Bu hiddetten sonra gazete geri adım atarken Hasan yola devam etti (Başbakan için “hiddetlendi” demek çok doğru kelime seçimi olmayabilir, çünkü bir süreden beri “hiddet” Başbakan’ın normal durumu. “Hiddet” hep orada duruyor da, hangi kapağı açıp hangi yöne doğru akıtacağına karar veriyor).
Ama Erdoğan’ın bu klasik, tanıdık örüntüye özgün katkıları da var. “Devletin medyası” olmaktan “hükümetin medyası” olmaya geçiş sürecinde (bu da bir “süreç”, sonuçta. Siyasî olarak önemli, ama “basın özgürlüğü” noktasından bakınca fazla fark etmiyor), hükümetin başının, gazetelerin patronlarına gazetecilerini şikâyet etmeleri yeni bir motif. “Devletin medyası” çağında bu gibi işler son analizde daha ceberut, ama daha iyi kamufle edilmiş yöntemlerle gerçekleştirilirdi.
Toplam süreci (yani, her şeyi kapsayan, “Türkiye’nin demokratikleşmesi” sürecini), bu olaylar çerçevesinde, bir eliyle yaparken öbür eliyle bozmak gibi algılamaktan kendimi alamıyorum. “Yapan” ele eyvallah, “dert görmesin”; ama bu üslûpla “bozmak”, Laz’ın deyimiyle, “şart midur?”
Şu Hasan Cemal episodu yaşanmış olmasaydı, Türkiye de, demokrasi de, vicdan da, daha rahat, daha huzurlu, daha sağlıklı olmaz mıydı?