Hürriyet gazetesi yazarı Yalçın Doğan, 12 Eylül sıkıyönetim dönemiyle bugünü karşılaştırdığı yazısında, "askeri yönetimin 'şu haberi, bu köşe yazısını yazan gazeteciyi işten atın' uyarısında bulunmadığına" dikkat çekti.
Doğan, "AKP döneminde yaşadığımız gazetecilik dramı" ifadesini kullanarak, "Madem yazıyı beğenmiyor, atın o gazeteciyi. Çok sayıda gazeteci iktidarın hışmına uğruyor, işinden oluyor. AKP tepelerinin en yakın çevresinden gelen telefonlarla" dedi.
Yalçın Doğan'ın Hürriyet gazetesinde "Kana karışan virüs" başlığıyla yayımlanan(21 Mart 2013) yazısının ilgili kısmı şöyle:
Kana karışan virüs
Kana karışan virüs SABAH saat 7, telefon çalıyor, ses çok haşin, “Ben Albay ..., komutan derhal sizi görmek istiyor”. Çat, telefon kapanıyor.
Palas pandıras giyiniyorum, zaman zaman aldığım telefonlardan biri. İstikamet Mamak Sıkıyönetim Komutanlığı. 12 Eylül’ün esip savurduğu günler, Cumhuriyet Ankara temsilcisiyim.
Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Recep Ergun her zaman olduğu gibi, bana bir kâğıt uzatıyor, imzalamak zorundayım, Cumhuriyet’teki şu ya da bu haber nedeniyle gazete iki gün, üç gün, bazen bir hafta kapatılıyor.
Ya da yine telefondaki Albay aradığı zaman, “Şu haber yayınlanmayacak” diye, sansürü önceden bildiriyor.
Ama, ne o Albay, ne o Sıkıyönetim Komutanı askeri yönetim boyunca bir kez bile rahmetli Nadir Nadi’yi arayıp ya da bana söyleyip, “Şu haberi, bu köşe yazısını yazan gazeteciyi işten atın” diyerek tek bir uyarıda bulunmuyor, tek bir, tek.
Askeri darbe döneminde.
HASAN CEMAL
Hasan Cemal ile lafın gelişi değil, gerçekten öyle, kırk yıldır arkadaşız. Yıllarca aynı gazetede birlikteyiz. Cumhuriyet’te o benim genel yayın yönetmenim, Milliyet’te ben onun genel yayın yönetmeni.
Kişisel ya da mesleksel nedenlerle birbirimizi kırdığımız, birlikte sevinçle koştuğumuz günler var. Ama birbirimizin menzilinden çıktığımızı hiç sanmıyorum. Çünkü gazetecilik, o virüs kana bir kez karıştı mı, bir daha iflah etmiyor. İkimizin ortak paydası. Rekabet deseniz, diz boyu.
Buna karşılık düşünce farkları eksik değil. Örneğin, AKP’nin iktidardaki ilk yıllarını o epey alkışlıyor, AKP’ye ciddi destek veriyor, özellikle 2010 Anayasa referandumunda desteği çok açık. Hatta bazı yazılarında Tayyip Erdoğan’a övgüler döşeniyor. Bu destek nedeniyle arası öyle iyi ki, Erdoğan onu özel uçağına davet ediyor, ona “Hasan Abi” diyecek kadar yakın hissediyor.
Ta ki Hasan, “Demokrasiye sırtını döndü” gerekçesiyle, Erdoğan’ı eleştirmeye başlayıncaya kadar. Eleştiri süresi o kadar uzun sürmüyor.
Bardağı taşıran damla İmralı tutanaklarının yayınlanması karşısında, Erdoğan’ın medyaya öfkesi, bu öfkeyi Hasan’ın eleştirmesi oluyor. İpler burada kopuyor.
HIZLA GERİLİYOR
Öyle kopuyor ki, AKP döneminde yaşadığımız gazetecilik dramlarından biri daha karşımıza çıkıyor.
Madem yazıyı beğenmiyor, atın o gazeteciyi. Çok sayıda gazeteci iktidarın hışmına uğruyor, işinden oluyor. AKP tepelerinin en yakın çevresinden gelen telefonlarla.
Hasan Cemal son örnek. Geriye doğru gidildiğinde benzer örnekler nedeniyle, Türkiye düşünce ve basın özgürlüğü açısından dünyada hızla gerileyen ülkelerden birine dönüşüyor. Kapalı rejimler gibi.
Biz sadece gazeteciyiz, hayatımızı sadece gazeteci olarak kazanıyoruz. Ve ben şahsen, eminim Hasan da öyle, bin kez dünyaya gelsek, yine gazeteci oluruz. Kalemi kırılan pek çok meslektaş gibi.
O halde, Hasan’a ve diğer arkadaşlarımıza bu yasak neden?