Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, siyaset kurumlarının gerilim üzerine kurduğu politik yaklaşımların, diyolog kültürünü ortadan kaldırdığını, yerini nefret söylemine bırakarak, müzakere ortamından uzaklaşıldığını söyledi. Kılıç, ifade özgürlüğü konusunda gelecek kuşaklara sorun bırakılmaması gerektiğini belirterek, avrupa ile kıyaslama yaparken, “İlkeler ve kavramlar aynı olmakla birlikte sorun büyük ölçüde uygulama aşamasında ortaya çıkmaktadır. Evrensel ilke ve kavramlarla örtüşmeyen yorum ve anlayışlar, çağdaş dünya ile bağlarımızı koparmaktadır” diye konuştu.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Kılıç, JW Marriott Otel'de düzenlenen ''Türkiye'de İfade ve Medya Özgürlüğü Konferansı'nda, Adalet Bakanlığı'nın sorunların çözümü konusunda son yıllarda çok güçlü bir refleks ortaya koyduğunu belirtti.
Türkiye'de 2012 yılı sonunda ifade özgürlüğüne ilişkin derdest davalara bakıldığında 172 bin 723 hakaret davasının, 2 bin 539 terör propagandasına konu olmuş davanın, 406 suç ve suçluyu övme konusunda açılan dava olmak üzere toplam 176 bin 247 davanın devam ettiğini anlatan Kılıç, ''Davaların sayısına bakıldığında, sorumluluğun sadece yargı mensuplarına yüklenmesinin büyük bir insafsızlık olacağını belirtmek isterim'' diye konuştu.
Açılmış davaların yüzde 98'inin hakaret davası olduğunu vurgulayan Kılıç, şunları kaydetti: ''Bunun nedenleri üzerinde durulmalıdır. Siyaset kurumlarının gerilim üzerine kurdukları politik yaklaşımlar, diyalog kültürünü ortadan kaldırmakta, çoğulcu ve hoşgörülü duygular, yerini nefret duygularına ve söylemine bırakmakta, böylece bireyler ve kurumlar sorun çözmek için bir araya gelerek demokrasinin müzakere imkanından mahrum kalmaktadırlar. Toplumda en masum sorunlar bile ideolojik bir bakıştan geçirildikten sonra hemen rejim krizine dönüştürülmekte, derin siyasal ayrışmalar sonunda barış kültüründen uzaklaşılmaktadır. Nefret söyleminden siyasi rant elde edenler kısa vadede kazanmış görülse de uzun dönemde toplumu ayrıştırmanın gelecek kuşaklara bırakılan kirli bir miras olduğunu anlayacaklardır. Hangi kutsal değer adına yapılırsa yapılsın hakaret, kin, nefret ve şiddete çağrı söylemlerini ifade özgürlüğünün koruması altında kabul etmek asla mümkün değildir.'' -''Ölçüsüzlük her konuda olumsuzlukları besleyen en büyük kaynaktır''- Temel hak ve özgürlükler konusunda yaşanan hak ihlallerinin, yetkililerin makul ve ölçülü olamama gibi olumsuzluklarından kaynaklandığının da söylenebileceğini ifade eden Kılıç, şöyle devam etti: ''Güvenlik ve özgürlükler arasında olması gereken dengenin evrensel ölçülere uydurulamaması, sorunların büyüyerek ötelenmesine neden olmaktadır. Ölçüsüzlük her konuda olumsuzlukları besleyen en büyük kaynaktır. Ölçüsüzlüklerin sebep olduğu hak ihlalleri, direnme hakkının meşru zeminini oluşturma gibi bir sonucu da beraberinde getirmektedir. Yüzyıllar boyunca insanlığın ortak aklından süzülerek gelen demokratik toplum düzeninin gerekleri esas alındığı takdirde, sorunları çözebilme şansımız oldukça yüksektir. Geçmişte evrensel anlayışlardan uzaklaşarak bize özgü uygulamalarla geliştirilen laiklik, sosyal devlet anlayışı, devleti kurtarma duyguları demokrasinin orijinal bütünlüğünü bozarak özellikle düşünce, inanç ve bunları ifade edebilme alanında derin yaralar açmış ve onarılması güç izler bırakmıştır. Kavramların açık, net ve öngörülebilir olmayışı, keyfi yorumların doğmasına, sahip olunan takdir hakkının kötüye kullanılmasına ve sonuçta mağdur ve mazlum bir kitlenin oluşmasına yol açmıştır.''
Dün hak ihlaline uğramış mazlumlarla bugün aynı ihlalleri yaşayan insanların kimliklerinin farklı olmasının bu düşünceyi değiştirmeyeceğini kaydeden Kılıç, ''Baskı ve korku temeline dayanan bu yanlış uygulamalar, insanları hayata yansıtamadıkları ancak, iç dünyalarında hapsedilmiş inançlar ve beyinlerinden dışarı çıkaramadıkları düşüncelerle baş başa bırakmıştır. İnsan onuruna yapılmış işkence olarak da nitelenen bu iklimden hızla uzaklaşmak kamu gücünü elinde tutan yasama, yürütme ve yargı organlarının en temel görevidir'' dedi.
İdeolojik vesayeti tahkim etmek üzere insan onuru ile oynayanların tarihin hiçbir döneminde kazanan taraf olmadığını vurgulayan Kılıç, ''İnanç ve düşünceleri ifade konusunda yaşanan olumsuzlukların giderilmesi için, samimi niyetin varlığı ve çözümü konusunda güçlü bir irade sergilemek zorundayız. Yasama gücünü kullananların gayretleri umut vericidir. İfade özgürlüğüne ilişkin sorunların çözümü konusunda yapılan değişiklikler, idari ve yargısal uygulamalarda karşılık bulabilirse halkımızı hak ettiği noktaya taşıyabiliriz'' diye konuştu. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, tüm bunlar ifade edilirken, Türkiye'nin yaklaşık 40 yılı aşan bir süreçte yaşadığı terör sorununun da gözardı edilemeyeceğini dile getirerek, ''Ekonomi ve demokrasi konusunda sorunsuz yaşayan güçlü ülkeler de bile arızı olarak ortaya çıkan terör eylemleri sonunda, temel hak ve özgürlüklerin bırakınız sınırlanmasını, nasıl ortadan kaldırıldığını hepimiz yakından biliyoruz'' değerlendirmesinde bulundu.
''Cumhuriyetin 90 yıllık ömrünün 45 yılını terörle iç içe yaşayarak geçiren Türkiye'nin başta canıyla bedel ödeyenler olmak üzere ekonomik, sosyal ve siyasal alanda hesabı yapılmayan kayıpları gözetildiğinde, bu devletin ne kadar güçlü bir bünyeye sahip olduğunu belirtmek gerekir'' diyen Kılıç, ''Türkiye zor bir zaman tünelinde, zor davalarla karşı karşıyadır. Bunları konuşacağız, eleştirileri alacağız ve demokratik ilkelerin onarıcı gücü kullanılarak, barış içinde yaşayan aydınlık bir Türkiye'ye hep beraber yürüyeceğiz'' dedi.
Konferansta, tüm özgürlüklerin dağıtımının yapıldığı kavşak olarak nitelenen ifade özgürlüğünün konuşulacağını belirten Kılıç, akıl ve düşüncenin, insanoğlunun yaratılanların en şereflisi olarak kabul görmesini sağladığını anlattı.
Descartes'in, ''Düşünüyorum o halde varım'' sözüne atıfta bulunan Kılıç, ''Descartes'de insanın varlık sebebini, düşünmek ve düşündüğünü ifade edebilme ile açıklamaktadır. Denilebilir ki düşünmek ve düşündüğünü ifade edebilme özgürlüğü yoksa, insanda yoktur. Yaratılış bu gerçek üzerine kurulmuş, ölüm ötesi sorumluluk tezini ortaya koyan öğretiler de eşrefi mahluk kavramını akıl ve düşünce ile izah etmişlerdir. Kimine göre, hayat hakkından bile öncelikli olan düşünceyi ifade özgürlüğü, insan olmanın tek şartı olarak kabul görmüştür'' şeklinde konuştu.
İfade özgürlüğünün, insanlık tarihi sürecinde çok çetin mücadelelerin konusu olduğunu ve en değerli varlıkların bu uğurda feda edildiğini vurgulayan Kılıç, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Birey olarak, devlet olarak, yada basın mensubu kimliğimizle bugün ifade özgürlüğü konusunda özgeçmişimizi sorgulayarak, gelecek kuşaklara sorun bırakmamanın gayreti içinde olmamız gerektiğini belirtmek istiyorum. Amacımız, çağdaş dünya uygulamaları ile örtüşmeyen ifade özgürlüğüne ilişkin sorunlu alanların, bir kez daha ortaya konularak onarıcı ve tedavi edici anlayışların ışığında çözümünü sağlamaktır. İfade özgürlüğüne ilişkin sorunları iki ana eksen etrafında değerlendirebiliriz. Birincisi, yazılı kuralların açık, net, yada öngörülebilir olmaması nedeniyle ortaya çıkan hak ihlalleri, ikincisi ise uygulamayı yöneten kamu görevlilerinin sahip olduğu takdir hakkının bilinçli veya bilinçsiz şekilde kötüye kullanması yada önyargıların, çıkar hesaplarının ve keyfi yorumların sebep olduğu olumsuzluklardır.'' Bu iki ana kaynaktan beslenen ihlallerin katılımcılar tarafından ayrıntılı bir şekilde konuşacaklarını belirten Kılıç, ''Ancak ana hatları ile bazı tespitleri yeniden gündeme getirmek istiyorum. Gerek Anayasa ve yasalarımızda, gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde, ifade özgürlüğüne ilişkin yasaklar ve sınırlama sebeplerine bakıldığında açıklık, netlik ve öngörülebilirlik yönünden aynı niteliklere sahip düzenlemeler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır'' dedi. Kılıç, şunları söyledi:
''Çerçeve niteliğindeki bu ilkeler ve kavramlar aynı olmakla birlikte sorun büyük ölçüde uygulama aşamasında ortaya çıkmaktadır. Evrensel ilke ve kavramlarla örtüşmeyen yorum ve anlayışlar, çağdaş dünya ile bağlarımızı koparmaktadır. Ülkemizde de temel hak ve özgürlüklerin evrensel boyutla örtüşür şekilde ele alınması ve uluslararası standartlarda korumaya kavuşması amacıyla mevzuatımızda çok sayıda ve önemli değişiklikler yapılmıştır. Yapılan bu reformlar sayesinde, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası metinlerle anayasal hükümler arasında büyük ölçüde paralellik sağlanmıştır. Bununla birlikte bu değişikliklerin uygulamada yeterince etkilerini göstermediği düşüncesi, yasama organını hak ve özgürlükleri evrensel ilkelerle daha da güçlendirmek amacıyla bazı adımlar atmaya zorunlu kılmıştır. Bunlardan ilki, 2004 yılında 5170 sayılı Anayasa değişikliğine dair Kanun ile Anayasa'nın 'Milletlerarası antlaşmaları uygun bulma' başlıklı 90. maddesinin son fıkrasına eklenen cümledir. İkincisi de 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesinin görevleri arasına eklenen 'bireysel başvuru' yoludur.''
Anayasanın 90. maddesinde yapılan bu değişikliğin, ''İnsan hakları konusunda yeni açılımlar'' sağlamasının temenni edildiğini vurgulayan Kılıç, ''Bu hükmün özellikle bugüne kadar milletlerarası insan hakları normlarını doğrudan uygulamakta ürkek, çekingen ve mesafeli davranan yargıçlarımızı bu konuda teşvik edeceği, daha doğru bir ifadeyle zorlayacağı düşünülmekteydi'' dedi.
''Anayasa'nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki başvuruları ve verilen ihlal kararlarını minimum düzeye çekmede bir ilerleme sağlayamadığından, bireysel başvurunun bir çare olarak düşünüldüğünü'' ifade eden Kılıç, şöyle konuştu:
''Bireysel Başvuru yolunun açılması aslında, Anayasa'nın 90. Maddesinin son fıkrasına eklenen cümlenin amacıyla da örtüşmektedir. Bu iki anayasal değişikliğin birbirinden bağımsız olarak düşünülmemesi gerekir. Aksine bu iki düzenleme birbirini tamamlamakta, hatta biri diğerinin amacının gerçekleştirmesine ivme kazandırmak gibi bir işlev de görmektedir. Bireysel başvurunun ifade özgürlüğü konusunda da, Türkiye'deki uygulama ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarındaki anlayış farkının ortadan kalkmasına imkan sağlayacağı açıktır. Ancak, adli, idari ve askeri yargının kürsülerinde görevli hakimlerimizin endişelerinin giderilmesi ve uluslararası sözleşme hükümlerinin uygulanması konusunda cesaretlendirilmesinin, yüksek yargı organlarının risk yüklenerek ortaya koyacakları içtihatlarla desteklenmesine bağlı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Anayasanın ya da yasaların verdiği imkanların arkasına saklanarak uluslar arası kabul gören değerleri yok saymak, veya risk yüklenmekten kaçınmak yargının sahip olduğu konumla asla bağdaşmaz.''