Hayatın gevşek ilmekleri ve tek elli bir piyanist

Hayatın gevşek ilmekleri ve tek elli bir piyanist

T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın "EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR" köşesinde "Hayatın gevşek ilmekleri ve tek elli bir piyanist" başlığıyla yayımlanan (11 Aralık 2010) yazısı şöyle:Ölmeyi beceremediği gibi, öldürmeye de muktedir olmayan müzmin bir tutkunun müziğini dinliyorum şimdi. Yaylı sazları, içinin kaydığı erkeğe bir türlü kavuşamayan bir kadının kalabalığın ortasında dikenli bir zırh gibi kuşandığı kırık kahkahalarını andıran arpejlerle inleterek; kalabalıkta dikkatleri üzerine çekmeyi pek seven nefeslilere, özellikle de kornoya cömertçe söz vererek; ve tabii, vurmalıların gazabından hiç mi hiç çekinmediğini bilumum muziplikle sergilerken, timpaniyi bir tür mukavemet imtihanına alıp kalabalıktan kopararak, bütün bir orkestrayı, söyleyecek nice iddialı söz ve hepsini söylemeye yetecek bir özgüven bahşettiği piyanonun sadece eşlikçisi değil, eşiti de kılan o dev konçertoyu dinliyorum.  Johannes Brahms, Re Minör Piyano Konçertosu’nun ilk notalarını yazmaya 1854’te, yirmi bir yaşındayken başladığında, görür görmez tutulduğu ve ömür boyu âşık kalacağı kadını tanıyalı henüz bir yıl bile olmamış; kadının, neredeyse o kadın kadar tutkuyla, kıskançlığını bastıracak kadar derin bir hayranlıkla sevdiği kocasının bir şubat günü, kendini Rhine nehrinin soğuk sularına bırakarak ölmeyi istemesinin üzerinden ise birkaç hafta geçmişti. Robert Schumann, kırk dört yaşında ikinci intihar denemesinde de başarısız olunca, gençliğinden beri içinde büyüttüğü ve yıllardır, göğsünden bir sağanak gibi boşalan müziğe rağmen bir türlü tamamen kaybolmayan siyah bulutu alıp, bir akıl hastanesine kapandı; iki yıl sonra da o hastanede öldü. Gününün en iyi piyanistlerinden biri olan, ayrıca beste yapan, kaderin sadece kocasının değil, dört çocuğunun dördünün de ölümünü görmeye mahkûm ettiği Clara Schuman, dul kalınca, kendisinden on dört yaş küçük Brahms’la, esrarını bugün bile koruyan kapalı bir ilişkinin içine gömüldü. Brahms’ın, Robert Schumann’ın onda bıraktığı duygusal enkazı keder ve kahırla kazarcasına yazdığı Re Minör Piyano Konçertosu, ilk kez Schumann’ın ölümünden üç yıl sonra, 1859’da Hannover’de çalındı ve ıslıklandı. Brahms yirmi beş yaşındaydı; üzüldü ve “Tamam ben hâlâ kendime bir yol çizmeye çalışıyorum ama bu kadar ıslık da biraz fazla” demekle yetindi. Konçertoyu unutturmayan, anlaşılmasını, sevilmesini, piyano repertuarının demirbaşları arasına girmesini, zamanla bir “şaheser” muamelesi görmeye başlamasını sağlayan şey, bu eseri bütün önemli konserlerinde ısrarla ve emsalsiz bir kudretle çalan Clara Schumann’ın kararlılığı oldu.     

Hayalleriniz gerçekleşince dikkatli olun

“On ikinci doğum günümde annemle babam bana Brahms’ın Re Minör Piyano Konçertosu’nun bir kaydını hediye ettiler” diye başlıyor kitap. Yıl 1940, devir 78’lik taş plakların devri... Sekiz plağa ancak sığan konçertonun ilk plağını gramofona yerleştiren çocuğun, o ilk plağın, sadece orkestranın girizgâhını içeren ilk yüzünü bitirip, piyanonun tuşlarından yükselen ilk notaları işiteceği ikinci yüze geçmesi tam bir hafta alıyor. “Yeryüzü tanrılarının göklere kafa tutması”na benzettiği bu başlangıcı, tekrar tekrar, her seferinde tüyleri ürpererek, her notayı, her susuşu aklına kazıyarak ve her mezürde kendisinin bir ölçü daha küçüldüğünü hissederek dinliyor çocuk. Sekiz yıldır piyano çalması, çevresinin ona “dâhi” muamelesi yapması ve o mükemmel kayıtta, meşhur Macar şef George Szell yönetiminde çalan piyanistin, kendi hocası Artur Schnabel olması pek bir şey değiştirmiyor.  “Brahms Re Minör, bir harika çocuk için bile zor zanaattir. Piyanonun iki yumrukla ve bir çocuğun açısını aşacağını düşünebileceğiniz duygularla çalınmasını gerektirir. Ama o kadar sevmiştim ki uzak duramıyordum ondan. Bir yıl içinde, bu eseri kendimin kılmak için uğraşmaya başladım... İlk dinlediğim andan itibaren, Brahms Re Minör’ü büyük bir orkestrayla, George Szell’in yönetiminde çalmanın hayalini kurdum ben.” Bu hayalin sahibi bugün seksen iki yaşında, geçmişine tevazu ve tevekkülle bakabilen bir adam. Öyle ki, on altı yaşına geldiğinde, New York Filarmoni eşliğindeki ilk konserinde Brahms Re Minör Konçerto’yu çalmasını; yirmi üç yaşında Brüksel’deki Kraliçe Elizabeth Piyano Yarışması’nda yine aynı eserle birinci olmasını ve nihayet Cleveland Orkestrası ve George Szell’le yaptıkları Brahms plağının, bu eserin en başarılı yorumlarından biri sayılarak klasikleşmesini açıklamak için kısacık bir cümle seçmiş: “Hayal etmek işe yarıyor.”  Bu cümlenin, gencecikken dünyanın en ünlü piyanistleri arasına giren, kariyerini her konserle biraz daha parlatmaya alışan, ve zamanla, içindeki müzmin ölüm duygusuyla bütünleşen sahne korkusunu bile yenerek, kendisini bir tür yeryüzü tanrısı gibi hissetmeye başlayan bir adamın, ellerinden birini otuz yıl boyunca kenetleyecek olan o meşum olaydan çıkardığı “hayat dersi”nin habercisi olduğunu ise az sonra keşfediyoruz: “Hikâyemin bir mesajı varsa eğer, o da hayallerimiz gerçekleştiğinde, çok dikkatli olmamız gerektiğidir.”      

Yalnızlığın kahrı, yalnızlığın kadri  

Leon Fleisher, her klasik müzik meraklısı gibi benim de ucundan kenarından bildiğim hayat hikâyesini,The Washington Post’un müzik eleştirmeni Anne Midgette’la birlikte, My Nine Lives: A Memoir of Many Careers in Music (Benim Dokuz Canım: Müzikte Birçok Kariyerin Hatıratı) adıyla kitaplaştırdı. Adının da ima ettiği üzere, tek bir hayat hikâyesinden ziyade, bir adamın birden çok hayatını anlatıyor kitap; hayallerimizin nihayet gerçekleştiğini hissettiğimiz ve bunu hak ettiğimize inanmanın huzuruyla, kendimizi artık korkmaksızın kucağına bırakıverdiğimiz bir mutluluk ânının, bizi usulca alıp, kâbusunu bile görmediğimiz kadar korkunç bir lânetin kollarına pekâlâ taşıyabileceğini hatırlatıyor. Lânet, 1964 yılında bir yaz günü çökmüş Fleisher’in üzerine. O zamanki karısının isteğiyle, biraz da söylene söylene, evlerinin bodrumundaki ağır bir bahçe masasını merdivenlerden yukarı çıkarırken, birden kapının pervazına elini çarpıp, sağ başparmağını ortadan ikiye yarmış. Sonrası, Fleisher’i otuz altı yaşından altmış altısına dek “tek elli” olmaya mahkûm eden bir maraz. Yıllar sonra anlaşıldığı üzere, tıpta “fokal distoni” denen nörolojik bir hastalık bu; Fleisher’de, sağ elin iki parmağının daimi bir krampla avucun içine kapanması şeklinde gösteriyor kendini. “Tek elli” hayatının başlangıcını anlatırken, “Tanrılar seni cezalandırmak istediklerinde, nereye vuracaklarını çok iyi biliyorlar” diyor ünlü piyanist, “en çok acıtacak yere vuruyorlar. Bir daha asla çalamayacağımı sanmıştım.” Fleisher, sağ eline kavuşmak için her yolu deniyor; ilaç tedavisi, fiziksel terapi, meditasyon, psikanaliz... Nafile. “Her şey kafamın içinde mi; hastalanan bedenim mi yoksa beynim mi; iyileşebilecek miyim” soruları cevapsız, sağ eli de öylece kenetlenmiş kalıyor. Ne yapacağını bilmediği için her şeyi yapıyor: “Saklandım, isyan ettim, oynadım.” Gün geliyor, saçını sakalını uzatıp, yeniyetmeler misali bir vespayla dolaşmaya başlıyor; meali: “Elim umrumda değil, ben daha ölmedim.” Sonra, karanlık bir ikindide intihara kalkışıyor; meali: “Tek elli bir piyanist, yaşasa ne olur?” Ölmüyor; hayatın gevşek ilmekleri, burada tutuyor onu. Müziğin, ölmeyi beceremediği gibi öldürmeye de muktedir olmayan gücü, zamanla, budanmış ruhunda yavaşça filizleniyor yeniden; plaklarını kafasında defalarca döndürdüğü o konçertoya sığınarak, sol elle çalınabilecek parçalardan bir repertuar oluşturuyor kendine, şefliği deniyor, piyano hocalığına başlıyor.  Ama ne bu yeni kariyeri, ne müzik öğrencileriyle orkestra üyelerinden oluşan yeni çevresi, hattâ ne de yeni bir aşk oluyor Fleisher’i kurtaran; kitabını okudukça kavrıyorsunuz ki o, asıl yalnızlığında sağaltıyor kendini. Mutsuzluğumuzun evrensel teşhisini bundan üç kusur asır önce koyan Blaise Pascal’ın “İnsanın bütün ıstırabının kaynağı, bir odada kendisiyle yalnız ve sessiz kalamamasıdır” demesi gibi,  Fleisher de, mutsuzluğu yenmenin yolunu, ani bir lânetle üzerine kapanan yalnızlığa kahretmeyi bırakıp, o yalnızlığın kadrini bilmeye başlayınca buluyor. Her gün, odasında saatlerce yalnız ve sessiz oturduktan sonra piyanosunun başına geçiyor, sağ elini tuşların üzerine koyup, parmaklarının açılmasını bekliyor; ertesi gün yine piyanosuyla yalnız, yine deniyor; tam otuz yıl her gün yapıyor bunu. Otuz yıl boyunca her gün, Brahms’ı, Clara ve Robert Schumman’ı, hayatın hiç ummadığımız bir anda sökülmeye başlayan ilmeklerini, “ölü doğan” bir konçertonun ölmeyi bir türlü becerememesini düşünüyor. Bir yandan da tababetten ayırmıyor gözünü; sonunda, Botoks adlı şu meşhur “güzelleştirme zehri” Amerika’da henüz kullanımına izin verilmemiş bir ilaçken, deneme çalışmalarına dahil oluyor Fleisher ve hem bazı kaslarının Botoksla felç edilmesi hem de “Rolfing” denilen özel bir masaj yöntemiyle, yavaş yavaş, yeniden hareket edebilen bir sağ ele kavuşuyor.  Bir sabah, neşeli bir ışık huzmesi evinde gezinirken, yine sazının başına geçiyor ve tam da Brahms’ın o görkemli girizgâhtan sonra, nihayet piyanoyu da müziğe kattığı yerden başlıyor Re Minör Konçerto’yu çalmaya. Altmış altı yaşında artık ve çok geçmeden, Two Hands (İki El) adlı yeni bir albümle taçlandıracağı, yepyeni bir hayat bekliyor onu.