*Berkant Gültekin
Bu bir öykü. Bizim için komik, ülkemiz için acı bir öykü.
Ankara Üniversitesi öğrencilerinin düzenlediği “Memleket ve Üniversite” başlıklı panel için, geçen perşembe günü gazeteci meslektaşım, soL Haber Genel Yayın Yönetmeni Özgür Şen ile okulun yolunu tutmuştuk. Yanımızda bizi davet eden öğrenci arkadaşlar da vardı. Cebeci Kampüsü’nün giriş kapısına geldiğimizde özel güvenliklerin çok da sıcak olmayan gülümsemesiyle karşılaştık. Kimlik kontrolü yapacaklarını söylediler. “Tamam” deyip kimliklerimizi verdik ve beklemeye geçtik. Özel güvenlik şefi gelecekti. Belli ki bize malum karar kendisi tarafından deklare edilecekti.
Şefi beklerken özel güvenliğin sıradan mensuplarıyla laflamaya başladık. Kendilerine peşin hükümlü olmamaları gerektiğini, belki yapılacak panelde “evet” lehine görüş beyan edebileceğimizi söyledim. Bu cümlem bir anlık duraksamaya neden olsa da ne yazık ki kafalarını karıştırmaya yetmedi. Özgür de, “Abdülkadir Selvi ya da Cem Küçük gelse aynı muameleye uğrayacak mıydı?” şeklinde bir kontra yaptı ancak bu hamlemiz de duvara çarptı.
Birkaç dakika sonra ‘özel güvenlik şefi’ sıfatını taşıyan beyefendi de aramıza katıldı. Kendisi bize tahmin ettiğimiz üzere ‘okula giremeyeceğimizi’ aktardı. Özel güvenlik şefi olan beyefendiye gazeteci olduğumuzu söyleyerek, Başbakanlık tarafından gazetecilere verilen basın kartlarımızı gösterdik. “Farketmez” dedi. Tabii, niye fark etmeliydi ki. Bunun üzerine yazılı bir karar görmek istediğimiz dile getirdik. Fakat özel güvenlik şefi olan beyefendi, başını sağa eğip ellerini iki yana açarak, “Karar yok, sözlü emir” karşılığını verdi. “Yazılı emir yok, sözlü emir var” demek, “Gerçekte öyle bir karar yok. Sizin tipinizi beğenmedik ve onun için okula almıyoruz” demekle eş değerdir.
Biz iki gazeteci Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’ne alınmıyorduk. “Peki” deyip öğrenci arkadaşlarla vedalaştık. Kendilerine bizi çağırdıkları için teşekkür ettik ve tekrar bir vesileyle buluşmak istediğimizi söyledik. Ardından okulun önünden ayrıldık. Bunların hepsi tiyatroydu tabi. Çünkü kimlik kontrolüne girdiğimiz ilk anda kafa kafaya verip, kabaca bir B Planı oluşturmuştuk bile. Kabaca diyorum çünkü planın bir inceliği yoktu. Okulun demirlerinden atlayacaktık. Bize hukuksuz bir fiili durum (de facto) dayatmaya çalışıyorlardı. Öyleyse biz de kendi fiili durumuzu yaratacaktık.
“De facto’ya de facto” şiarıyla yürümeye başladık. Yaklaşık 10 dakika yürüdükten sonra ‘operasyon noktası’na vardık. Aşacağımız engel, beton platformuyla beraber yaklaşık 3 metre civarındaydı. Çok zorlu bir engel değildi ama yine de dikkatli olmak gerekirdi. Çünkü demir parmaklıkların ucu sivriydi ve bu sivri demir parçaları olası bir denge kaybı durumunda vücudumuzun herhangi bir yerini delebilirdi. Neyse ki böyle bir aksilik yaşamadık ve okulun içine girmeyi başardık.
İndiğimiz yer çalı-çırpıyla doluydu. Biz iki saf gazeteci kapıdan gireceğimiz yönünde bir hayale kapıldığımız için ekstra bir teçhizata ihtiyaç duymamıştık. Ama Ankara Üniversitesi’ne gidecek gazeteci meslektaşlarımın, bir arazi ayakkabısı ve özellikle gündüz vakti yapılacak girişler için kamuflaj giysi almalarını tavsiye ederim. Zira bu önlem yüzey koşullarına uyum sağlayıp fark edilmeme konusunda işinize yarayacaktır. Bunun dışında, çalılar arasında yürümeyi kolaylaştırmak pala benzeri bir alet de faydalı olabilir. İçi su dolu bir matara ve olası çizikler için birkaç yara bandını da yanınıza almayı unutmayın. Zorunlu olmamakla birlikte, yani eğer çantanızda yer kalırsa, panel sırasında kullanacağınız bir kitap ya da not defterini de çantanıza sıkıştırabilirsiniz. Ama dediğim gibi, bunlar ekstraya giriyor. Neticede Türkiye’de bulunan bir bilim yuvasından bahsediyoruz ve önceliğinizi can güvenliğine vermeniz gerekiyor. Kitap ya da defter olmasa da olur.
Komando tırmanışı ve kısa süreli bir yamaç inişinin ardından ter-kan içinde etkinliğin yapılacağı Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (SBF) ulaştık. Tüm engellemelere rağmen bir arada olmak güzeldi. Orta kantin adı verilen alanda öğrenci arkadaşlar bizi bekliyordu. Haliyle geç kalmıştık. Aslında son bir saatte başımıza gelenler memleketin durumunu özetlemeye yetiyordu. Ama yine de dilimiz döndüğünce başımızdaki dertleri konuştuk, tartıştık. Konuşurken sık sık sağı solu kesmek zorunda kalsak da panel süresince herhangi bir sorun yaşamadık. Üniversitede yapılması gerekeni yapabildiğimiz için çok mutluyduk.
Panelin ardından çıkışı nereden yapsak beğenirsiniz? Evet, oradan yaptık. Bizi okula almayan özel güvenliklerin bulunduğu kapıyı tercih ettik. Kötü bir niyetimiz yoktu, sadece SBF’ye en yakın çıkış kapısı burasıydı. Kapıya geldiğimizde özel güvenliklerin sırtı bize dönüktü. Okula gelen öğrencilere dikkatle bakıyor, öğretim üyelerinin otomobillerini titizlikle kontrol ediyorlardı. Aralarından geçerken “İyi akşamlar arkadaşlar, kolay gelsin” demeyi ihmal etmedik. Şaşkınlıklarını gizleyemediler. Fakat kendilerinden bir karşılık alamamak bizi kırdı. Bu kadar soğuk davranmalarına gerek yoktu. Sonuçta ‘de facto’ da olsa bir hukukumuz vardı.
İşte ‘hayır’ diyen iki gazeteci olarak Ankara Üniversitesi’ne böyle girebildik. Yaşadığımız olay hem komik hem de trajikti. Dünyanın herhangi bir önde gelen üniversitesinde, örneğin Sorbonne’da, iki gazetecinin öğrencilerin düzenlemek istediği panele giderken okula alınmadığını ve demirlerden atlamak zorunda kaldığını hayal edin. Fransa hakkında ne düşünürdünüz? Fransa’nın ülkeyi göklere çıkaran yöneticilerine ne yanıt verirdiniz?
Akşam İstanbul’a dönerken, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın konuşmaları gözüme çarptı. Alman hükümeti, Bozdağ’ın Almanya’da vatandaşlara hitap edeceği toplantıyı iptal etmişti. Olacak şey değildi. Bozdağ küplere binmişti. Ne demek insanların düzenlemek istediği bir toplantıyı engellemeye çalışmak, konuklara izin vermemek. Nitekim Bozdağ da haklı olarak şöyle diyordu: “Kusura bakılmasın, çok net bir şekilde söylüyorum, bu demokrasiyle, ifade hürriyetiyle izah edilebilir bir şey değil. Hukuk devletine yakışan bir şey hiç değil. Bu demokrasiyi içselleştirmemiş olmanın somut bir göstergesidir.”
Yaşadıklarımız, yüzlerce akademisyenin ihraç edilmesinden daha vahim değildi elbette. Ama bizim Ankara Üniversitesi’ne girmeye çalışırken verdiğimiz uğraş, hem gazeteciliğin hem üniversitelerin hem de genel anlamda demokrasinin ülkemizdeki son vaziyetini özetler nitelikte. Biz üniversiteye 3 metrelik demir parmaklıkları aşarak girdik. Asıl soru ise AKP zihniyetinin Türkiye’nin etrafına ördüğü demir parmaklıkların nasıl aşılacağı.
Nisan ola ‘hayır’ ola…
____________________________________________________________
*Berkant Gültekin'in kaleminden çıkan bu yazı, BirGün'den alınmıştır.