HDP Eş Genel Başkanı Sezail Temelli, 28 Şubat denilince akla postmodern darbe ve sokaklarda tankların akla geldiğini belirterek "Hala tanklar sokaklarda, dün Sincan sokaklarında bugün Afrin'de. 97’de o tankların mağduru olanlar bugün o tanklardan medet umuyorlar" dedi.
Seçim ittifakı ile oy oranı yüzde 5 olan MHP'nin ittifakla baraj sorunun ortadan kaldırıldığını söyleyen Temelli, partilerinin barajlara alerjisi olduğunu belirterek " Nerede bir baraj varsa yıkıyoruz. 7 Haziran’da yıktık, 1 Kasım’da yıktık, yine yıkacağız!" dedi.
HDP Eş Genel Başkanı Sezail Temelli, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Cezaevinde tutuklu bulunan HDP üye ve yöneticilerini selamlayarak konuşmasına başlayan Temelli, "Binlerce yoldaşımız bugün cezaevlerinde ve sorun giderek derinleşiyor. İşkence önemli bir gündem haline geliyor. Bu konudaki itirazlarımıza rağmen hükümetin duyarsızlığı devam ediyor" dedi.
Temelli'nin partisinin grup toplantısında yaptı konuşma şöyle:
"Temmelli, 28 Şubat askeri müdahalesinin yıldönümüne ilişkin olarak " 28 Şubat denilince ilk akla gelen postmodern darbe. Belki de aklımızda kalan en önemli görüntü de sokaktaki tanklar. Hala tanklar sokaklarda, dün Sincan sokaklarında bugün Afrin'de. 97’de o tankların mağduru olanlar bugün o tanklardan medet umuyorlar. 1997’deki iklim o darbe mekaniği bugün başka vesileyle karşımıza çıkıyor. Sincan’daki tank görüntülerinin çok daha vahimi bugün Afrin’de. İktidar bugün, bu görüntülerden medet umuyor" dedi.
Bugün de üniversitelerde saldırılar sürüyor. O gün nasıl insanlar üniversitelerden uzaklaştırıldıysa bugün bu sayı binlere ulaştı. Hiçbir gerekçe gösterilmeden. En çok da büyük üniversitelerde yaşandı bu ihraçlar. Buna direnen rektörler görmedik. Tam tersine ihraç listeleri hazırlayan rektörler gördük. Çünkü rektörlerin seçimini içine sindiremeyen bir iktidar vardı o rektöre seçimi de neymiş deyip rektör atıyordu. Bir üniversite kıyımını bu OHAL döneminde de birlikte yaşadık. Sadece KHK ile ihraç edilenler değil soruşturma açılan binlerce akademisyen söz konusu. Hangi akademisyenler? Toplumun bilim hakkını, özgür bilimi savunan akademisyenler. O akademisyenler şunu da savunuyor: Bir ülkede barış yoksa bilim de olmaz. Dolayısıyla da onlar aynı zamanda barışı da savunuyorlar. “Bu suça ortak olmayacağız” dediler, bunun da bedeli ceza oldu. Aynı kürsüde onur duyduğum Prof. Dr. İzzettin Önder’e hapis cezası verildi.
Neden? Barışı savunduğu için. Bir bilim insanı savaşı mı savunacak. Bilimi toplum için yapanlar tabi ki barışı savunacak. O nasıl ki 97’de postmodern darbe döneminde özgürlükleri savunuyordu, bugün de barışı savunacaklar. Bu cezalar, bu iktidarı utanç hanesine yazılacaktır.
Üniversiteye yönelik müdahaleler bununla sınırlı değil. İktidar, üniversitelere kendi kadrolarını yerleştirme peşinde. Bir gecede nasıl rektörlük seçimi ortadan kaldırılmışsa bir anda 30 bine yakın yardımcı doçent özlük haklarını kaybetti. Cumhurbaşkanı soruyor: Allah aşkına bu yardımcı doçentlik nedir demiş. Sen anlamazsın tabi bunu, sende daha diploma bile yok. Oysa yardımcı doçentler üniversitenin belki de en önemli yükünü taşır. Ne olmuştur, ortada devasa bir sorun daha vardır. Bu iktidarın kapısını sorunumuz var çöz diye çalarsanız o sorun daha da büyüyecektir.
Üniversite öğrencilerinin 40 bini cezaevlerinde. Sadece demokratik eylem haklarını kullandıkları için, ya da sosyal medya paylaşımları sebebiyle. Küçük çaplı bir üniversite mevcudu kadar öğrenci bugün cezaevinde. Üniversite mezunları da mağduriyet içinde. Üniversite mezunlarının işsizlik oranı en yüksek orandır. TUİK, yüzde 12,8 diyor üniversite mezunlarının işsizlik oranı için. Yani üniversite mezunlarının büyük kısmı işsiz. İş bulanlar da kendi alanlarında iş bulamıyorlar. Atanmayan öğretmenlerden birisi iş cinayetine kurban gitti, Hasan Songur. Hasan bir tek örnek değil. 45 ataması yapılmayan öğretmen intihar etti. Büyük bir dram içindeyiz.
Üniversite mezunlarının iş bulma olanağı ortadan kalkmıştır. Çünkü kamunun bir istihdam politikası yok, kamunun bir üniversite politikası yok. Her yere üniversite açmak, üniversite sorununu içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Bu bir 28 Şubat bakiyesidir. O günün mağduru olup saklananlar iktidara geldiklerinde saklanmaktan geri durmamıştır.
Bir başka 28 Şubat fotoğrafı da Dolmabahçe Mutabakatıdır. Tam da bu fotoğrafa itirazdır Dolmabahçe Mutabakatı. Yani darbe mekaniğine karşı toplumun bir arada yaşayacağı demokratik cumhuriyet özlemiyle oluşmuş bir demokratik mutabakattır. Burada dile getirilen taleplere baktığımızda, emekten kadına, doğaya, toplumun tüm kesimlerine eşitlik ve özgürlük vaat ettiğini görürsünüz. Yol gösteren bir 10 maddedir. Bu maddeler üzerinden hareket etmek ki Dolmabahçe Mutabakatı 2015’tedir, o yıla gelene kadar süren bir kaç yılda tüm toplumda yükselen bir umut vardır. Bir beklenti vardır, barış umudu vardır, dolayısıyla Dolmabahçe Mutabakatı ortak vatanda demokratik cumhuriyet için büyük fırsattır. Mutabakat reddedilmiş, masa dağıtılmış, tecrit başlamıştır. 7 Haziran sonuçlarını içine sindiremeyen iktidar savaş siyasetiyle bugünkü tabloyu yaratmıştır. Gündem mühendisleri hafıza temizleme merkezi gibi çalışıyorlar. Her şeyi unutturmaya çalışıyorlar, bugünkü siyasetin ortaya çıkardığı olanaklardan yaralanarak iktidarlarını pekiştirmeye çalışıyorlar.
Oysa yine o günlere dair bir hafıza tazeleme; tam da o günlerde 20-25 Şubat tarihleri arasında Sayın Salih Müslim İstanbul’da. 22 Şubat’ta Süleyman Şah Türbesinin taşınma hikayesi var. Bugün iktidar Salih Müslim’i Çekya’dan istedik diyor. Gündem mühendisleri, sanki Interpol’de böyle bir kayıt varmış gibi, gündemi bulandırarak cambaza bak taktiğiyle günü kurtarmaya çalışıyorlar. Oysa Salih Müslim, tıpkı Türkiye’deki barış sürecine katkı sunduğu gibi Suriye’de barış olması için de çalışmalarını sürdürüyor. Tüm halklarımızı, toplumun tüm kesimlerini hafıza silicilere karşı hafızalarından aldıkları birikimle iktidarın riyakarlıklarını, ikiyüzlülüklerini açığa çıkarmaya davet ediyoruz.
Saatler arasındaki değişiklikleri yutturmaya çalışıyorlar Neredeyse artık güne değil saatler arasındaki değişiklikleri bize yutturmaya çalışan bir iktidarla karşı karşıyayız. Peki neden? Meselenin altında yatan iktidarda kalmak.Ama nasıl kalacak? Neden bu cambaza bak hikayesi, bu gündem mühendislerinin önceliği? Çünkü toplumun her kesiminde kriz derinleşiyor. Çok geniş bir işsizlik sorunu var. TÜİK Başkanı çok maharetli bir şekilde işsizliği bir ayda 2 puan düşürdü. Ama gerçekte 2 puan arttı. Gizli işsizlik çok daha hızlı artıyor. Güvencesiz çalışma biçimleri her gün hayatımıza giriyor. Bu aslında yaygın bir yoksulluğu getiriyor.
Madem büyüyerek yoksullaşıyoruz, o zaman büyümesek mi? Türkiye büyüyor insanlar yoksullaşıyor, işçiler yoksullaşıyor, halk fakirleşiyor, Türkiye büyüyor. Peki bu büyümenin hayrı kime? Neden o zaman böyle büyüyoruz. Madem büyüyerek yoksullaşıyoruz, o zaman büyümesek mi? İşte iktidar aslında bu büyümeyi kendi siyasi ikbali için önemli görüyor ama diğer taraftan haksız zenginleşmenin aracı haline getirmiş. Hem aile çevresiyle hem yakın çevresiyle bir haksız zenginleşme, yolsuzluk ekonomisi, hatta suç ekonomisiyle karşı karşıyayız. Devam ediyor ekonomideki yıkım. Son örneği bildiğiniz gibi şeker fabrikalarının özelleştirilmesi. Aslında AKP iktidarı özeleştirmeler konusunda çok başarılı. 2003-2007 arasında 60 milyar dolarlık özelleştirme yapmış. Para nerede? Yok. Peki sorunlar? Çok. 60 milyar dolarlık bu özelleştirmenin karşısında Türkiye ekonomisinin hiçbir yapısal sorunu çözülmemiş. O zaman da çözülemeyeceğini söylemiştik. Çözülemez ve çözülemezdir. Çünkü özelleştirdiğiniz kurumlar Türkiye ekonomisi için çok büyük anlam ifade ediyor. Toplumsal ekonomi dediğiniz alanın yeniden üretimini sağlıyor. Kamu iktisadi teşebbüslerinin özelliği budur. Onun karına bakılmaz. Onun, toplumsal ekonomideki rolüne bakılır. Örneğin Et Balık Kurumu. Özelleştirdi Tarım Bakanı ülke ülke et arıyor şimdi. Süt Kurumu özelleşti, süt tüketimi düştü. Çünkü süt çok pahalı artık. Yani yoksulların tüketeceği bir şeyin dışına çıktı. Çünkü ciddi bir gıda yoksunluğu açığa çıkıyor. Büyük firmalar şeker üretimini yok etmeye çalışıyor Bu özelleştirmelerin neye hizmet ettiği çok açık. Şimdi sıra şekerde? Neden gündem geldi bir anda? Bir, artık ne varsa satıyorlar savaşı finanse etmek için; iki, mısır şurubu olarak adlandırılan ürünü üreten büyük firmalar şeker üretimini yok etmeye çalışıyor. Kendi ürününün satılabilmesi için çevre ülkelerde şeker üretimini ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Bugün şeker pancarı üretiminden sadece çiftçiler geçinmiyor. Yaklaşık 1 milyon insanı etkileyen bir karar. Diyorlar ki şeker fabrikaları zarar ediyor. Halk sağlığı ne olacak? Kaldı ki şeker fabrikalarının öyle anlatıldığı gibi büyük bir zararı yok. Burdur Şeker Fabrikası 18 milyon karımız var diyor. Ama kimse bilmiyor ki 18 milyona kaç SİHA alınır? Oysa Muş’taki şeker fabrikasını, Burdur’daki şeker farikasını kapatarak kör savaşı ve sarayın finansmanını sağlamaya çalışan bir iktidar var. Doğanın tahribatı da var. Şeker ekince ormandan fazla oksijen sağlıyorsunuz. Köstebek gibi kazarak ne varsa bulup satacaklar Doğa talanında da şampiyonluğu kimseye bırakmayan bir zihniyet karşımızda. İşte kömür madenciliği, şimdi de damat tutturdu, bor madenciliği. Köstebek gibi kazarak ne varsa bulup satacaklar.
Bütün bu hikaye bize yine tanklara getirdi. Yani Afrin savaşına. Bu savaş siyasetinin yarattığı topyekün bir toplumsal maliyettir. Bu savaşın etkisi Türkiye’nin her yerindedir. Her gece televizyon ekranlarında öyle bir Afrin’den bahsediliyor ki sanırsınız ki Afrika. Oysa ufacık bir ilçe. Koskaca Afrika ile savaşılıyor, ufacık bir ilçe Afrin. Sığınanlarla nüfusu 350-400 bin arasında. Başbakan diyor ki “350 bin Afrinli’yi Afrin’e geri göndereceğiz” Afrinli Afrin’den çıkmamış ki, sen kimi göndereceksin? BM kararı sadece Doğu Guta’da değil Suriye’nin her yerinde uygulanmalı Dolayısıyla halkın gözünün içine baka baka yalan söylüyorlar. Çünkü savaş siyasetine ihtiyaç duyuyorlar. Afrin küçük bir ilçe NATO’nun ikinci büyük ordusu 40 gündür televizyon ekranlarında, haberciler genel kurmay harekat dairesi uzmanı gibi hiçbir sivilin ölmediğini anlatıyorlar. Oysa savaşta siviller ölür. Afrin’de de siviller ölüyor, çocuklar ölüyor. BM kararının sadece Doğu Guta’da değil Suriye’nin her yerinde uygulanmasını ve Afrin’de ateşkes koşullarına bir an önce uyulmasını istiyoruz.
Bu bir aylık sürenin çözüm konusunda adım atılacak bir fırsata dönmesini istiyoruz. Bu konuda da Türkiye’yi sorumluluk almaya çağırıyoruz. Çünkü Suriye’nin durumunda Türkiye’nin sorumluluğu vardır, bunun müsebbibidir. Stratejik derinlik diye başladığınız süreç Suriye’yi içinden çıkılamaz bir hale taşımıştır. Bunu durduracak olan bizleriz. Yani Suriye’de, dünyanın her yerinde savaşa karşı çıkanlar, bunu durdurabiliriz. BM kararı acilen uygulanmalıdır. Sivil ölümlerini durdurmak çocuk ölümlerini durdurmak bizlerin sorumluluğu bu konuda inisiyatif alacağız.
Bu savaşın bedelini halkları ödüyor. Afrinliler ödüyor. Afrinli Kürtler, Süryaniler, Türkmenler ödüyor. Ölüm güzellemesini yapanlara karşı biz, yaşamı savunmaya devam etmeliyiz.
Bu savaşın rantı kime gider? Bu savaştan kim yararlanı, kim zenginleşir? Bu savaşın bedelini kim öder? Diyor ya Erdoğan SİHA’lar düşsün, düşsün ki SİHA satalım. Savaşın rantı kime gider? Savaştan kim kazanır? SİHA’lar düştükçe kazananlar var. İyi ki damat yolcu uçağı üretmiyor.
Ama savaşın bedelini yoksullar öder, o savaşta ölenlerin cenazelerinin gittiği mahallelere baktığınızda kim savaşın bedelini ödüyor, tüm çıplaklığıyla ortada.
Çocuklar kendilerini koruyamayacak durumdalar ama çocuklar savaşta ölmesin demek bir yana, çocukları istismar eden bir zihniyetle karşı karşıyayız. Mitingdeki o sahneyi birlikte izledik. 5 yaşında bir çocuğa asker kıyafeti giydirmişsiniz. Toplumu militarize etme ruhunu çocuğa kadar taşımışsınız. Çocuğun cebindeki bayrağı görünce de şehit olunca o bayrağı üzerine örtmesini söylüyorsunuz. Çocuk ağlıyor, millet gaza gelmiş, memleketinde bir kişi almış 8 yaşındaki çocuklarını askerlik şubesine götürüyor. Böyle meczupların yaşadığı bir ülke işte. Biz çocuklar yaşasın diye siyaset yapıyoruz, birileri de neredeyse o yaştaki çocukları cepheye sürecek. Allah herkese sıralı ölüm versin. Çocuk istismarı. Meclis’te bu konuşuluyor, çocuk istismarı her yerde 16 binden 14 bine düşmüş. Bunu o kadar küçümseyerek söyküyor ki, onun için herşey sayı. Bunu başarı olarak söylüyor. TUİK’e soruyor geçen sene kaçtı, 16 bin. Bu sene kaç, 14 bin. Aa, düşmüş iyi. Ciddi bir ahlaki sorundur. Dolayısıyla onun yaratmış olduğu etki sadece o çocuk ve ailesi üzerinde değil. Toplum üzerinde yarattığı tahribatın ne denli ciddi olduğunun farkında olmayan hükümet göz boyama amacıyla kimyasal hadım projelerini öne sürüyor. Oysa çocukların kendilerini koruyabilecekleri çocuk koruma programları, bu suçun önlenmesini sağlayacak politikalar uygulanmalı. Aslında o 4-4-4 eğitim sisteminin yansımalarını görüyoruz. Hala yasa 12 yaş sınırı koyuyor. İlk 4’ü okuduktan sonra o çocuklar sadece cinsel anlamda değil yaşamın her alanında istismar edildiler. Çocuk işçiliği arttı, çocuklar öldü. Çocuk yaşta evlendirmeler arttı. Çocuk istismarı diye hala 12 yaş sınırı getiriyorlar şeri hükümlerle. Neden 18 yaş değil de 12 yaş? Neden 4-4-4 gibi parçalanmış bir eğitim sistemi?
Seçim yasası ittifak yasası önümüze geldi. Yasanın gerekçesi şöyle bir cümle ile başlıyor: Özgürlükçü ve çoğulcu demokratik rejimler özgür eşit ve dürüst şekilde yapılan seçimlere dayanmaktadır.” Ne yapalım da bu tezi çürütelim. Ne yapalım da ülkenin özgürlükçü, demokratik, çoğulcu bir rejime geçmesini engelleyelim.” Bunların cevabı, Meclisteki 26 maddelik seçim yasası taslağında saklıdır. Referandumda ortaya çıkmış ne kadar şaibe, hile varsa bütün bunlara yasal zemin hazırlanmaktadır. Şaibeli bir seçimin meşruiyeti nasıl sağlanır üzerinden bir seçim yasası ile karşı karşıyayız. Bu yasayı kimse savunamıyor. Dolaylı bir savunma halleri var. Diyorlar ki “temsilde adalet, yönetimde istikrar.” Bu söylem, Türkiye’nin 12 Eylül’den bu yana demokratik yaşamın ilerlemesini en önemli engellerinden biri oldu. Yönetimde istikrar her zaman için öncelikli oldu. Türkiye tarihinin temsilde adalet açısından en başarılı seçimi 1965 seçimidir ve yöntem mili baki sistemidir. 71 darbesi bu açılıma karşı gerçekleşmiştir.
Bugün de OHAL darbesi, olası demokratik ilerleyişim önündeki bir darbe zihniyetidir. Peki temsildeki adaleti nasıl saplayabilirsiniz denildiğinde bakın, yöntem şu; barajı geçme olasılığı olmayan, yüzde 5’in altında oy alma olasılığı yüksek olan bir parti ile ittifak yapıyor onun için baraj sorununu ortadan kaldırıyorsunuz. O parti için temsilde adaleti sağlamış oluyorsunuz. İttifak yapmayanlar, barajı geçmek zorunda. Barajı 7 Haziran’da yıktık, 1 Kasım’da yıktık yine yıkacağız Biz de onlara yol gösteriyorsunuz, diyorsunuz ki siz de ittifak yapın. Böyle denilince bütün partiler telaşlanıyor; HDP ile yan yana mı duracağız diye. İktidar da bunun üzerinden konuşuyor. Bizim için böyle bir sorun yok. Bizim baraja alerjimiz var.
Bütün bu hikayeyi bizim üzerimizden kurdukları o kadar belli ki. Sandık güvenliğinde bütün meseleyi valilere teslim ettiler. Sandık kurulu başkanları kamu görevlilerinden olacak, biz atayacağız dediler. Herhangi bir vatandaş istediğinde salona polis çağırabilecek. O ‘vatandaş’ın kimler olacağını biz biliyoruz. Bütün bu kurgudan çıkan hikaye biz ne yapalım da bu aritmetiği kendimize uygun bir şekle çevirelim. Ama burada yıllarca koalisyonlarla ilgili sorunu olanlar bugün bırakın koalisyonları bu seçim ittifakıyla seçmen iradesine ipotek koymaktadırlar. Kendi seçmenlerinin iradesin de ipotek koymaktadırlar. Bu ipotek oymanın, seçmen iradesini yok saymanın bedelini yine kendileri ödeyecek.
Biz AKP seçmeninin de diğer parti seçmenlerinin de böyle bir ipoteğe karşı ses çıkaracaklarını ve kendi geleceklerine sahip çıkacaklarını biliyoruz. Bu en temel demokratik hakka sahip çıkmaktır. Onar yönetimde istikrar diye kurguladıkları sonuçlara hiçbir zaman ulaşamayacaklar. Bugün Türkiye’nin her yerini demokratik yaşamdan arındırmaya çalışan, Türkiye’nin her yerini kayyumlaştıran bu zihniyet, aslında Parlamentoyu da iradesizleştirmeye çalışıyor. Yoksa yönetimde istikrarsa alın yüzde 51’i zaten yönetimde istikrar sağlıyor bu sistem. Temsilde adaletle neden uğraşıyorsunuz. Çünkü 301 ya da 401 ‘e göre, yani Meclisteki çoğunluk hesaplarına göre diktatoryal rejimin yolunu açılmasına çalışılıyor. Hangi düşünceye sahip olursak olalım buluşabiliriz Türkiye’nin antidemokratik gidişatına bu diktatöryal savuruluşuna bu ülke halkları engel olacaktır. Bunun yolu AKP-MHP ittifakı değildir, bu tür seçim hesapları değildir. Bu türden seçim ittifakları değildir. Bunu yapabilmemizin yolu, her yerde yan yana gelmektedir. Bunu yapabilmemizin yolu, asgari müştereklerde buluşmaktır. Bunu sağlayabiliriz, hangi düşünceye sahip olursak olalım buluşabiliriz. Nasıl ki herkes kendi ‘hayır’ıyla geldi ve güçlü bir yanıt üretti yarın da başta seçim hakkı olmak üzere demokratik haklarımıza sahip çıkabiliriz.
Biz HDP olarak bunun mücadelesini yükseltmeye devam edeceğiz. İşte bu anlayışla bir kez daha çağrı yapıyor; demokrasi için, faşizme karşı omuz omuza herkesi mücadeleye davet ediyoruz."