HDP Şanlıurfa Milletvekili Osman Baydemir, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun tutuklu bulunan Mardin Belediyesi Eş Başkanı Ahmet Türk hakkında "18 yaşındaki biri geliyor, cebinden sigara çıkarıyor, ağzına koyuyor. O terörist bozuntusu, Ahmet Efendi yak diyor çakmağımı, sonra talimatlarımız şunlardır, deyip gidiyor" sözleri için "iftira" dedi ve "O kumpaslara ben de maruz kaldım. On yıllık belediye başkanlığım döneminde bu ve benzeri onlarca kumpasa maruz kaldım" ifadelerini kullandı. Baydemir, Bakan Soylu'ya "Bu yalanı söyleten her kimse, bence onun yakasına yapışın ve açıklığa kavuşturun" çağrısında bulundu.
Baydemir, çözüm sürecini hatırlatarak hükümete diyalog çağrısında bulundu. Baydemir, "Eğer gerçekten şiddetin durmasını istiyorsanız, gerçekten bu ülkenin bir kez daha evlatlarının hayatını yitirmesini istemiyorsanız hemen yarın, birlikte el ele vererek bu şiddet sarmalından bu ülkeyi çıkarabiliriz" dedi. Baydemir, TBMM Grup Başkanvekili Ayşenur Bahçekapılı'nın Almanya'da pasaportunu kaybetmesi yüzünden bekletilmesi olayına da değinerek "Yaşamış olduğunuz aynı zamanda bir insan olarak da insan onuru açısından da büyük bir travmadır" dedi ve HDP milletvekillerinin bu tarz olayları her gün yaşadığını hatırlattı.
2017 bütçe görüşmelerinde İçişleri Bakanlığı bütçesi için söz alan Baydemir'in ifadeleri şöyle:
Sayın Ayşe Nur Bahçekapılı, yaşamış olduğunuz aynı zamanda bir insan olarak da insan onuru açısından da büyük bir travmadır. Belki de bugün burada sizin yaşamış olduğunuzdan hareketle dikkatlerinizi bu ülkenin içerisinde yaşanılanlara çekmek istiyorum. Düşünün ki siz kendi ülkenizde hemen hemen her gün ve her saat bu uygulamaya maruz kalıyorsunuz. HDP milletvekilleri seçildiği günden bugüne değin hemen hemen her gün her sokakta, her mahallede sizin maruz kalmış olduğunuz uygulamalara maruz kalıyorlar.
HDP’nin Eş Genel Başkanları, 8 milletvekili cezaevinde. Grup Başkanvekilimiz Çağlar Demirel'in bir ilçeye girişine izin verilmedi Sayın Başkan. Sizleri, Meclis Başkanı'nı, başta iktidar grubu olmak üzere, Hükümeti ve bütün parlamenterleri bir kez daha empati yapmaya davet ediyorum.
İçişleri Bakanlığı'nın öncelikle misyonuna bakalım. İçişleri Bakanlığı web sitesinde vizyonuna ve misyonuna bakın. "Temel hak ve hürriyetleri esas alma, İçişleri Bakanlığının misyonlarından bir tanesidir. Mahalli idarelerin hizmet standardını yükseltme İçişleri Bakanlığının bir diğer vizyonudur. Sivil toplumu destekleme bir diğer misyonudur." İnsan odaklı olmak, işte bütün mesele bu. İnsan odaklı olmak bir diğer misyondur.
Peki, Sayın Bakan Süleyman Soylu, sizin vizyonunuz gerçekten bunlarla bir paralellik arz ediyor mu? Bir tezatlık yok mu? Bu misyona uygun mudur sizin “ya herro ya merro” demeniz? Ya “herro ya merro” bir devlet adamının sözü olabilir mi? Sayın Bakan: “Ya herro ya merro” siyasetinin bugüne kadar tezahürleri bu ülkede olmuştur. “Ya herro ya merro” diyenlerin büyük bir çoğunluğu nihayet itibarıyla tarumar olmuştur ama kendileri tarumar olurken arkada da çok büyük acılar, çok büyük travmalar bırakmışlardır.
Öyle bir noktadayız ki şiddet, zorbalık, hukuksuzluk, kötülük yaygınlaşıyor, sıradanlaşıyor. En kötüsü, kanun hükmünde kararnamelerle, Hükümet politikalarıyla ve sizin söylemlerinizle kurumsallaşıyor.
Bir devleti meşru kılan onun hukukudur, anayasasıdır, yasalarıdır ve tarafı olduğu uluslararası sözleşmelerdir. Bir devlet bir musibetle karşılaştığında elbette ki mücadele edecektir ama bu mücadele hukuk zemininden çıktığında her türlü eleştiriyi hak edecektir. Hiçbir istisnai durum, ne savaş hali ne savaş tehdidi, dahili siyasi istikrarsızlık veya başka herhangi bir OHAL işkence uygulaması için gerekçe gösterilemez. Bu, Türkiye’nin tarafı olduğu Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 2’nci maddesinin 2’nci paragrafının hükmüdür ve bu ülkenin imzası vardır.
Kanun hükmünde kararnameler işkenceye zemin hazırlıyor. Savunma hakkının kısıtlanması işkencenin gizlenmesine zemin hazırlıyor. Bir diğer açıdan, işkenceyi artık bir zanlıdan yargıya, zanlıdan delile ulaşmanın bir aracı haline getiriyor.
Son bir yıl içerisinde 1.622 tane işkence yakınması var. Cemal Işık, kendi seçim bölgemde, Şanlıurfa 1 No.lu F Tipi Kapalı Cezaevinde tutuklu. 15 Ağustos 2016’da gözaltına alındı, götürüldü Ceylanpınar Terörle Şube Müdürlüğünde sorgu görevlilerince hazırlanan ifadeyi imzalamaması üzerine elektrik verme, ölümle tehdit, copla cinsel saldırı, darp etme ve diğer bütün yasaklanan uygulamaların tümüne maruz kaldı.
Cahit Ok, Şanlıurfa 1 no.lu F tipi kapalı cezaevinde infaz kurumunda tutuklu bulunuyor. Çırılçıplak soymadan tutun gayri insani bütün muamelelere kadar yakınmalarda bulunuyor. Mustafa Süleyman, Şanlıurfa 1 no.lu F tipi kapalı cezaevinde. Ceylânpınar Jandarma Komutanlığında demin ifade etmiş olduğum bütün işkence yöntemlerine maruz kalıyor.
Faruk Bayğut, Şanlıurfa’da, Şanlıurfa Terörle Mücadele Şube Müdürlüğüne götürüldü. Burada bulunan 5 veya 6 kişi “Biz polis değiliz. Özel görevlendirilmiş ekibiz” diyerek çırılçıplak soyma, hakaret, tazyikli su ve benzeri gayriinsani işkence muamelelerine maruz kaldı.
Yusuf Çetin, Feyzullah Kıpçak... Bu 1.222 kişinin tümünün listesini İnsan Hakları Derneğinin, İnsan Hakları Vakfının ve diğer insan hakları kuruluşlarının verilerinde.
Neden bütün bunlar yaşanıyor? Buraya bakmak lazım. Her şeyden önce bir kez daha ifade etmek gerekir ki bugün bu ülkede bu kaosun, bu tablonun yaşanmasının hukuki, siyasi, ahlaki sorumluluğu herkesten önce Hükümetindir. Çünkü Hükümet, objektif olarak bütün bunları önlemekle mükellef olan bir devlet erkidir.
Bütün bu yaşadıklarımız neden 2013 ile 2015’in nisan ayları arasında yaşanmadı? Neden bugünkü kaos o dönem yaşanmadı? Çünkü o dönem çatışmasızlık hali vardı. Çünkü o dönem yetmiş yıllık, seksen yıllık Kürt sorununun çözümünde müzakere yöntemine geçiş vardı.
Kürt sorununu yaratan, Kürt sorununu bugüne getiren AKP değildir. AKP’den önce de Kürt sorunu vardı. AKP, Sayın Cumhurbaşkanı, dönemin Başbakanı, Sayın Öcalan’la birlikte bir tarihi bir ezber bozuldu. İlk defa, cumhuriyet tarihinde ilk defa Kürt sorununun müzakere yöntemiyle, diyalog yöntemiyle çözümüne dair bir paradigmasal değişim oldu. İşte, o paradigmasal değişim içerisinde doğdu HDP.
HDP’nin temel misyonu, temel vizyonu, Ortadoğu’da bugün yaşamış olduğumuz etnik kimlik savaşlarının, mezhepsel savaşlarının, birbirini boğazlamaların aynı zamanda bir panzehiri, bir barış projesi olarak ortaya çıktı ve açık söylüyorum: HDP, Kürtlere özgürlük, Alevilere özgürlük, farklılıklara özgürlük, ne kadar çeşitlilik varsa hepsinin bir arada eşitçe yaşamasının paradigması haline dönüştü. Bu paradigma Türkiye toplumu tarafından büyük bir teveccühle karşılandı. Bu büyük teveccüh öyle büyüdü ki AKP'nin tek başına hükümet olma pratiğini ortadan kaldırdı. 8 Haziran sabahı Türkiye yepyeni bir güne uyandı. Yepyeni bir sayfa açıldı.
Esas sorun, 8 Haziran sabahı Türkiye’de açığa çıkan iradenin tanınmamasıdır. Şimdi diyorsunuz ki, "HDP şiddetle arasına mesafe koysun." HDP’nin bugünkü şiddetin bu raddeye gelmesinde zerre kadar dahli yoktur. Tam tersine, "400 milletvekili istiyorum. Tek başına iktidar olmak istiyorum" dayatmasının sonucudur bugün yaşamış olduğumuz bütün bu şiddet ve kaos sarmalı.
Barış, tek başına iktidar olma arzusuna kurban edildi. Öyle bir kurban edildi ki, bugüne kadar yitirmiş olduğumuz her can, bu dayatmanın sonuçlarıdır. Ne yazık ki bu cinnet hali halen devam ediyor.
Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve 8 milletvekili, düşünceleriyle baş edilemediği için cezaevinde. HDP fikriyatıyla baş edilemediği için cezaevindeler. Niye HDP fikriyatıyla baş edilemedi? Çünkü HDP 13,1’lik bir oy oranını elde etti. HDP’nin 13,1 oy almasının iki temel nedeni vardı: Bunlardan bir tanesi paradigmasıydı, felsefesiydi ama bir diğeri de çatışmasızlık zeminiydi. HDP sıçramasını barışa borçluydu, ölümlerin olmamasına borçluydu.
Ne yaparsanız yapın, şiddetle, baskıyla, zorla, zorbalıkla bir özgürlük talebini ortadan kaldıramazsınız. Türk halkının Ortadoğu coğrafyasında ve kendi coğrafyasında hakkı neyse, Arap halkının hakkı neyse, Fars halkının hakkı neyse, Kürt halkının da özgürlük hakkı onun anasının ak sütü gibi kendisine helaldir. Bunu ortadan kaldırma çabası, bunu şiddetle bastırma çabası despotizmdir.
Sayın Bakan Süleyman Soylu, diyorsunuz ya birisi gelmiş Ahmet Türk’ün odasında ona, "Gel, benim sigaramı yak" demiş. Sayın Bakan, eğer davanıza inanıyorsanız, gerçek sadece gerçek size yeterlidir, böyle bir iftiraya gerek yok. Size bu yalanı söyleten her kimse, bence onun yakasına yapışın ve açıklığa kavuşturun. Kamera mı vardı? Ahmet Türk mü size söyledi ya da 'sigarasını yaktıran kişi' mi size söyledi?
O kumpaslara ben de maruz kaldım. On yıllık belediye başkanlığım döneminde bu ve benzeri onlarca kumpasa maruz kaldım. Daha önce de kimi iktidar partisinin hatipleri de bu konudaki iftiraları bu Genel Kurul salonunda da ifade ettiler. Bu bir Cemaat pratiğiydi. On yıllık zaman dilimi içerisinde, KCK ana davası ve operasyonlarında belediye başkanlarımızın maruz kaldığı bütün o saldırı dönemi içerisinde benzer kumpaslar kuruldu.
Bu toplumun bundan hızla ama hızla çıkmaya ihtiyacı vardır. Tehdit diliyle, şantaj diliyle bir gram mesafe kat etme imkanı yoktur. Bugün milletvekillerinin tutuklanması, eşbaşkanlarımızın tutuklanması, belediye başkanlarımızın tutuklanması, yerlerine kayyum atanması, medyanın susturulması, aydınların susturulması, gazetelerin susturulması, muhalif olan herkesin terörize edilmesi, kriminalize edilmesinin yaratacağı tek bir sonuç vardır; şiddet argümanına sarılanlara meşruiyet hazırlamak. Bu gidişat, gidişat değildir. Bu yol, yol değildir.
Eğer gerçekten şiddetin durmasını istiyorsanız, gerçekten bu ülkenin bir kez daha evlatlarının hayatını yitirmesini istemiyorsanız hemen yarın, birlikte el ele vererek bu şiddet sarmalından bu ülkeyi çıkarabiliriz. Bir kez daha müzakerenin, bir kez daha diyaloğun, bir kez daha istişarenin yoluna geçiş sağlayabiliriz.
Ben bir kez daha bir bütün olarak bu ülkenin akli salim olan bütün insanlarını ve özellikle de siyasi grupları ortak paydalarda buluşmaya, şiddet sarmalından çıkmaya, kaos sarmalından çıkmaya davet ediyorum.