HDP Grup Başkanvekili Ahmet Yıldırım, 'çözüm süreci'nin yeniden başlayacağı iddialarını değerlendirdi. Yıldırım, "Eğer sayın Erdoğan (Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan) başkanlığa giden yolda Kürtlerle yeni bir sayfayı siyasi konjonktür gereği açıyorsa yazık eder" dedi. "Artık vaatlerin, söylemlerin, niyet beyanlarının ötesinde somut adımların atılması gerekiyor" açıklaması yapan Yıldırım, "Çözüm için başlatılan süreçler eğer nihayete ulaştırılamıyorsa insanlarda daha büyük hayal kırıklıkları ve inançsızlıklar yaratıyor" ifadesini kullandı.
Evrensel'den Serpil İlgün'e konuşan Yıldırım'ın açıklamaları şöyle:
HDP, eş genel başkanları, milletvekilleri, il-ilçe yöneticileri ve üyelerinin de aralarında olduğu binlerce partilinin tutuklandığı, gözaltı ve tutuklamaların sürdüğü bir süreçte olağanüstü genel kurulunu topladı. Figen Yüksekdağ’ın milletvekilliği ve üyeliğinin düşürülmesi nedeniyle zorunlu olarak yapılan kongrede Serpil Kemalbay yeni eş genel başkan seçilirken, tutuklu Eş Başkan Selahattin Demirtaş kongreye gönderdiği mesajda, “yeni bir barış ve demokrasi planı” hazırlanması çağrısı yaptı. Hafta sonu gözlerin çevrildiği bir diğer nokta, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın genel başkan olacağı AKP Olağanüstü Kurultayı oldu. İktidara yakın kalemlerce yeni bir çözüm sürecinin başlayabileceği, Erdoğan’ın kongrede bunun ipuçlarını vereceği kulisleri yapıldı. “OHAL’in kaldırılması ve milli birlik ve kardeşlik projesine geri dönülmesi” patronlar örgütü TÜSİAD tarafından da dile getirilirken, “Nasıl bir çözüm?”, “Erdoğan’ın planı ne?” soruları geçtiğimiz haftanın öne çıkan tartışma başlıklarından oldu. HDP, yeni sürece nasıl hazırlanacak? AKP’nin “yeni atılım dönemi” iddiasına nasıl yaklaşılıyor? Partiye yönelik kriminalleştirme, baskı ve operasyonlar tam gaz sürerken çözüm nasıl mümkün olacak? Tek adam rejiminin yargı başta olmak üzere tüm kurumlarıyla kuvvetlendirildiği, OHAL’in sürdürüldüğü bir iklimde demokratikleşme nasıl sağlanacak? Yanıtlar için HDP Grup Başkanvekili Doç. Dr. Ahmet Yıldırım’la konuştuk.
Kongreyle başlayalım. HDP, olağanüstü kongreyi nasıl ele aldı?
Siyasal yargının almış olduğu kararla Eş Genel Başkanımız Figen Yüksekdağ’ın vekillik ve üyeliğinin düşürülmesi, dolayısıyla bir idari kıskaç zorunluluğuyla kongremizi gerçekleştirdik. Ancak bizim siyasi geleneğimizde kongreler sadece isimlerin değiştirildiği, kurulların, organların yenilendiği mecralar değildir. Bunun ötesinde biz kongreleri, son gelişmeleri dikkate alan, değerlendiren, eksikliklerden dersler çıkaran ve gelecek dönemi planlama platformu olarak görürüz. Türkiye’de de son iki yılda yaşanan şeylerin çok sıradan olmadığını ifade etmek isterim. Yani böyle bir hukuki zorunluluk olmasaydı dahi son iki yılda yaşanan çatışmalı ortam, farklı mecralarda yaşanan gelişmeler, referandum, akan kan, ölümlerin sıradanlaştırılması… Bunlar bize de, bütün siyasi çevrelere de bir genel değerlendirme ihtiyacı ortaya çıkarıyor. Kongreyi buradan ele aldık. Bu gelişmeler ışığında yeni dönemi planlayarak, sürecin önümüze koyduğu yeni görev ve rolleri doğru tanımlayarak, buna uygun adımlar atmayı planlıyoruz.
Kongrede yeni bir barış planı önerisinin açıklanacağı belirtilmişti ancak bunun yerine bir çerçeve çizildi. Açıklamadan son dakikada vaz mı geçildi, yoksa zaten böyle mi planlanmıştı?
Bazı arkadaşlarımızın “acaba böyle bir şey olabilir mi” yönünde bir talebi vardı ama bir karar yoktu. Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş’ın kongremize göndermiş olduğu ve kendisinin de bulunabilmesi halinde daha etraflı açacağı mesajı, bir demokratikleşme manifestosu niteliğindedir ve önemli ipuçları içermektedir. Sayın Demirtaş, son iki yıl içinde içerde ve Ortadoğu bölgesel politikalarında meydana gelen gelişmeleri göz önünde bulundurarak önermelerde bulunuyor. Bu önerilerin ruhu ve felsefesi Türkiye toplumunun, son iki yılda cereyan eden çatışmalı ortama ve bunun getirmiş olduğu güvenlikçi “çözümsüzlüğe” mahkum olmadığıdır. Başka bir yolun mümkün olduğudur. Partimizin doğrularını kabul eden etmeyen herkesle müzakere ederek, ortak, kolektif akılla bir çözüm iradesini geliştirebileceğimiz yönündeki vurguları önemlidir.
Basından öğrendiğimiz kadarıyla AKP belli bir süreden beri pratize etmiş olduğu tekçiliği tüzüğüne işleyecekmiş. Bu, 230 yıl önce Fransa ihtilalinden ilhamını alan ulusçuluk akımına, yani 150 yıl önceye saplanıp kalmayı ifade ediyor. Tekçiliği tüzüklerine almaları son 100 yılda toplumsal sorunların ülkeye çektirdiği acılardan ders çıkarmamış olmayı ve saplantılı ideolojilerin tesirinden kurtulunmadığını ifade ediyor. Oldu olacak, fiiliyattaki tek adamlığı da tüzüklerine işlesinler!
Tam da bu noktada biz, onların tekçiliğine karşı çoğulculuğu, onların çatışmacı ve savaş politikalarına karşı demokratik çözümü ve barışı, güvenlikçi politikalara karşı diyalog ve müzakere yöntemini esas alıyor ve bütün Türkiye toplumuna öneriyoruz.
Dolayısıyla evet, kongrede direk bir yol haritası çıkmamış olabilir ama çerçevesi çizilen yol haritasını ortaklaştırarak açığa çıkaracağımızı düşünüyoruz. Yani sadece HDP değil, HDP’nin de içerisinde olduğu Türkiye’nin farklı siyasi, toplumsal kesimlerden kişilerin de katkı sunabileceği bir yol haritası önemli olacaktır. Bunun öncülüğünü, savunuculuğunu yapmaya devam edeceğiz.
Sonuç bildirgesinde de ‘yeni bir toplumsal sözleşmenin hazırlanması; demokratik bir anayasa hareketinin, demokratik ve çoğulcu bir cumhuriyet mücadelesi ile buluşturulması’ önümüzdeki dönemin asli görevi olarak ifade ediliyor. Bunun için atılması planlanan somut adımlar ne? Referandum sonrası oluşan yeni dönem için HDP’nin stratejisi ne olacak?
Biz şunu söylemiştik, Türkiye’nin barış meselesi AKP’ye mahkum bir mesele değildir. Ama bugün siyasi iktidarı elinde bulundurma saiki nedeniyle onların da bu doğruya gelmeye ikna edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Son iki yıllık politikalarının ülkeye içte ve dışta nasıl can, mal ve itibar kaybettirdiğini hep birlikte yaşayarak müşahade ettik. Biz demokratik siyaset kanallarının tüketildiği, tek parti devletine dönüştürüldüğü bir süreci ters yüz etme sorumluluğu ile karşı karşıyayız. Türkiye toplumunun parlamentodaki diğer partilere olan umudunun zayıfladığı bu süreçte HDP’ye biçilen role değer veriyoruz. Bu ülkedeki tüm sorunların müsebbibi değilsek bile çözümü konusunda bir sorumluluk hissediyoruz. 16 Nisan’da geçen gerici, cuntacı anayasanın, iktidarın vesayetçi, katı merkeziyetçi, tekçi ruhunu katmerleştirdiğini, sorunu kronik hale getirdiğini düşünüyoruz. Deyim yerindeyse anayasalarla faşizmin kurumsallaştırıldığı bir ülkede çıkışı yeni bir toplum sözleşmesi ile sağlayabileceğimize; bunun için de bütün bileşenler ve dost çevrelerle birlikte yeni demokratik bir anayasanın öncüllüğünü yapabileceğimize inanıyoruz.
İktidara yakın yazar ve yorumcular, AKP’nin yakın bir dönemde ‘çözüm sürecini’ yeniden başlatabileceğini, bu yönde hazırlık içinde olunduğunu; pazar günkü kongrede de Erdoğan’ın demokratikleşme ve Kürt sorununu da kapsayan bir konuşma yapacağını ifade ediyorlar. Akla ilk gelen soru şu; 16 Nisan akşamı 2019’un çalışmalarının başladığını duyuran Erdoğan/AKP, başkanlığı almak için mi yeniden çözüm, demokrasi kavramlarını gündeme getiriyor?
Birinci husus şu; bu ülkenin en temel ihtiyacı kalıcı ve onurlu bir barışın tesis edilmesi, bu barıştan 80 milyonun istifade etmesidir. Biz sadece Kürtler mutlu olsun, sadece siyasi tahayyüllerimiz gerçekleşsin diye özgürlük ve barış mücadelesi vermiyoruz. Herkesin aidiyet ve sahiplenme duygusunun güçleneceği, herkesin kendisini eşit yurttaş olarak hissedeceği, hiç kimsenin huzursuzluk ve mutsuzluk hissetmeyeceği, bu huzuru ve mutluluğu da başkasının huzursuzluğu ve mutsuzluğu üzerine tesis etmediği bir ülke özlemi için çalışıyoruz. Bir çözüm düşünülecekse bu temelde ele alınmalı. Kürt meselesi başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’nun barış ve bir arada yaşama meselesidir. Bu nedenle de bu meselelerin çözümü siyasi konjonktürler ve gelişmelerle, siyasi çıkarlar temelinde ele alınacak meseleler değil. Eğer sayın Erdoğan başkanlığa giden yolda Kürtlerle yeni bir sayfayı siyasi konjonktür gereği açıyorsa yazık eder. Çünkü çözüm için başlatılan süreçler eğer nihayete ulaştırılamıyorsa insanlarda daha büyük hayal kırıklıkları ve inançsızlıklar yaratıyor. Hatırlayın, 28 Şubat 2015’te yani yaklaşık 26-27 ay önce bu ülkede bir arada yaşama kültürüne olan inanç çok daha güçlüydü. Bu ülkede farklılıklara tahammül daha yüksekti, herkesin eşit olması gerektiği inancı daha pekişmiş durumdaydı. Ama konjonktüre ve siyasi çıkarlara feda edilen çözüm süreciyle birlikte o dönem yüzde 80’lere dayanmış olan destek, bugün milliyetçilik ve militarizm sebebiyle maalesef yüzde 30’lara düşürüldü. Dolayısıyla meseleye ciddi yaklaşılmalıdır, bu işe el atan insanlar siyasi çıkarlardan çok, biraz daha asaletle hareket edilmelidir. Siyaset mutlu azınlıkların mutsuz çoğunluklar ürettiği alan değildir. Niyetlerin ve söylemlerin ötesinde somut adımlar arıyoruz. Ben Türkiye’deki halkların özleminin de bu olduğunu düşünüyorum. Artık vaatlerin, söylemlerin, niyet beyanlarının ötesinde somut adımların atılması gerekiyor.
Nasıl adımlar? Öncelikle, ivedi olarak akan kanın durdurulması gereklidir. Bu konuda bir çağrıyla işe başlanmalıdır. Bu konuda hem devlete, hem PKK’ye ciddi görevler düştüğünü düşünüyoruz. Biz barışa ve siyasete inanmış siyasetçiler olarak bu işin kolaylaştırıcı rolünü her zaman oynadık, oynamaya da hazırız. Öbür türlü, yani siyasi konjonktür temelinde bu süreçleri işletirsek barış kavramına, özgürlük, demokrasi, insanlık kavramlarına büyük haksızlık yapmış oluruz. Bu nedenle, umutsuz yaklaşarak kapıları kapatmıyoruz, izleyerek görmek istiyoruz, o halis niyeti görmemiz durumunda her türlü güçlendirici katkıyı sunarız.
Siz de değindiniz, çözümün siyasi çıkarlara feda edilmesi halkta inançsızlık ve güvensizlik yarattı. Bu durumun ürünü olarak şu soru soruluyor: Erdoğan liderliğindeki yeni milliyetçi-İslamcı cephe içerde, dolayısıyla Rojava’da/Suriye’de Kürt politikasında aks değiştirir mi? Çünkü bu cepheyi bir araya getiren en büyük payda Kürt sorununun güvenlikçi politikalarla ele alınması. Dolayısıyla bu koalisyon işlerken Kürt sorununda demokratik çözüm mümkün müdür? Zaten belirttiğim hususun tamamı gelip ona dayanıyor. Son iki yıldır akan kanı ve gençlerin ölümünü kutsayan, bu aksın yürürlükte olmasıdır. Bu sürdüğü ve köklü değişiklikler sağlanmadığı sürece -ki köklü değişiklikler, radikal kararlar ve yüreklerle olur- asla mesafe alınamaz. Buradan hareketle şunu ifade etmek isterim ki, insanların umudunu kıracak bir neticeyle sonuçlanacak ise bir sürece hiç başlamamak daha iyidir. Mecliste yaptığım basın toplantısında, “Olası bir çağrıda HDP rol oynar mı?” sorusu yöneltildi. Sorunuza binaen rol oynama konusunu da açmak isterim. Biz, 28 Şubat 2015 noktasına ve niyetine, 3 Ocak 2013’te Ahmet Türk ve Ayla Akat’ın İmralı ziyareti ile başlayan çözüm süreciyle başladık. O alanda duruyoruz. Hiçbir zaman o alana dair olan varlığımızı, inancımızı, irademizi kaybetmedik. Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de Şırnak’ta, Gever’de oluk oluk kan akıtıldığı ve insanlık değer yargıları ayaklar altına alınırken de diyalog, çözüm ve müzakere çağrısı yaptık. Orayı terk eden biz değiliz. Biz hep çözüm noktasındaydık, biz paketi buzdolaplarına atan noktada olmadık. Kim atmışsa gidip kendisi buzdolabından çıkaracak ve herhalde biraz da bir özür borcuyla birlikte gelip bu işe başlayacaktır.
Rojava bağlamına değindiniz. Soruyorum ben de, Salih Müslim’in Ankara’ya rahat gidip geldiği, karşılandığı, ağırlandığı bir döneme göre Türkiye Ortadoğu’da, Rojava’da ve bir bütün olarak iç ve dış siyasette daha mı itibarlıdır, daha mı güçlüdür? Ekonomik ve sosyal göstergeler toplumumuzun daha mı fazla lehinedir? Ciddi bir itibar ve imaj kaybetmedik mi? Daha mı büyük bir devletiz, daha mı güçlüyüz? Türk ile Kürt arasındaki bağlar daha mı güçlendi? Değil. Biz en umutsuz olunduğu dönemlerde bile söylemekten imtina etmediğimiz barış, çözüm, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, diyalog, müzakereye bir kelime, kavram olarak yaklaşmıyoruz. Bir irade, bir inanç, bir kültür, bir felsefe, bir ruh olarak yaklaşıyoruz.
Tam da AKP’nin ifade ettiğiniz politika ve pratiklerine bakılarak ‘süreç yeniden başlatılacak’ söylemlerine mesafeli yaklaşılıyor ve bunun altının nasıl doldurulacağı, palyatif mi olacağı soruları soruluyor. Diğer yandan, HDP’nin sürece dahil edilip edilmeyeceği sorularına, iktidar cephesinden ‘yeni muhataplar’ yanıtı gelmişti. Gözleminiz ne? Başlayacağı iddia edilen yeni süreçte aşiret reisleri, Hüda-Par veya Barzani’ye yakın partiler mi muhatap alınacak?
Bu Hükümet, Hüda-Par’ı yanına alarak sorunu çözebiliyorsa ben buna kapalı değilim. Buyursun çözsün. Bunun gerçekliği, inandırıcılığı, uygulanabilirliği varsa bu ülkeye zaman kaybettirme dışında başka bir şeye hizmet edecekse buyursun, denesin. Ben iddia ediyorum, buyursun onlarla bir süreç başlatsınlar. Böyle olursa 2.5 yıl önce bitirilen çözüm sürecinde Sayın Öcalan’ın değeri anlaşılmış olur. Ne kadar nafile işlerle uğraştıklarını acı bir tecrübeyle anlamış olurlar. Arkasında halk desteği olmayan, üç kişiyi peşine takamayan yapılarla denenecek yöntem bu ülkeye de, bu ülkenin sorunlarına karşı geliştirilmek istenen çözüm iradesine de haksızlık olur. Bu marjinal gruplarla böyle toplumsal meselelerin çözülemeyeceği anlaşılmış olur. Ama ben ülkemin kaybedilmiş her gününe üzülürüm. Ayrıca bunun sadece Kürt meselesi bağlamında ele alınmaması gerekir. Çünkü her sorun muhatabıyla çözülür. Biz mütemadiyen “Sayın Öcalan bu işin en kısa yoldan muhatabıdır” dediğimizde sanki kendimizi muhatapsızlaştırmışız gibi değerlendiriliyor. Böyle bir şey yok, asla bu noktada değiliz.
İktidara yakın kalemlerden Abdülkadir Selvi, ‘Öcalan, HDP’nin ve Kandil’in hendek ve barikatlar konusundaki siyasetini yanlış buluyor ve bu durumun müsebbibi olarak onları görüyor’ diye yazdı. Avukatları ve ailesiyle görüştürülmeyen Öcalan’ın nasıl düşündüğüne Selvi nasıl vakıf olabiliyor? Biz Sayın Öcalan’ı ailesi ve avukatları direk ziyaret edip oradan ilk elden bilgi getirmedikleri sürece bu açıklamaları yok hükmünde sayıyoruz. Kişiyi değersizleştirme anlamında söylemiyorum. Ama bu işin kolayı vardır, yolu yöntemi vardır. Avukatları ve ailesi gider, görüşür. Onun dışında her şey yok hükmündedir bizim için. Öbür türlüsü niyet okumak falcılık, münnecimlik olur.
Kürt sorununun bölgeselleştiği, hatta uluslararasılaştığı, Suriye ve Irak Kürdistanı’nda yaşananların içerdeki Kürt sorununun da seyrini belirleyeceği uzunca süredir dile getirilen bir tespit. Şu sıralar Erdoğan-Trump görüşmesi analizlerine de yansıyan şöyle yorumlar yapılıyor: ‘Süreç, ABD ve Rusya’dan destek alamayan iktidarı, PYD’ye yaklaşımında politika değişikliğine gitmeye zorluyor. Bu da Türkiye’de bir barış projesini gerekli kılıyor.’ Katılır mısınız?
Sadece iyi niyetli düşünceler olarak değerlendiririm. Pazar günü kongrede görelim, nasıl bir kadro şekilleniyor, hangi söylemler üzerinden kongre yapılıyor, ne kadarının gereği yapılıyor? Yoksa işte, gitmiş 20 dakika ABD’de konuşulmuş… Bana göre Rojava’yla ilgili iki dakika konuşulmamıştır. Çünkü ABD, Ortadoğu ve Rojava ajandasını Türkiye Cumhurbaşkanına sorarak yürütecek, belirleyecek bir ülke değildir. Bence bu iş artık Türkiye-ABD arasında kabak tadı vermiş durumda. Herhalde o 20 dakikanın 10 dakikasında da Reza Zarrab konuşulmuştur!
Siyasetin temel tartışma başlıklarından biri de, 2019 seçimleri ve referandumda hayır diyen yüzde 49’un nasıl korunup büyütüleceği. HDP 2019 tartışmalarına nasıl yaklaşıyor? Başta Kürt halkı olmak üzere, toplumun tümünü demokrasi, özgürlükler ve sosyo ekonomik talepler etrafında birleştirecek işlevli bir muhalefet bloğu nasıl yaratılır?
Bu konuda Türkiye’ye dönük yaptığımız çağrılar orta yerde duruyor. Türkiye’deki bütün sorunlar birbiriyle ilintilidir. Bu ülkenin genel demokratikleşme meselesiyle Kürt meselesi iç içedir. Demokratikleşme ve Kürt meselesi, Türkiye’deki ekonomi meselesiyle de iç içedir.
Bu ülkede Kürt sorunu çözülmeden, ülkenin tümüyle demokratikleşmesi, özgür eşit yurttaşlık bilincinin yerleşmesi, diğer ekonomik sorunlar, hukukun üstünlüğü, tarafsız ve bağımsız yargı, işsizlik... hiçbirinin çözülemeyeceği bilinciyle hareket ediyoruz. Bütün bunları ele alan bir bakış açısıyla bu sorunu bütün partilerle ortaklaşmaya ve çözmeye namzet olduğumuzu ifade etmek isterim.
Eş Genel Başkan Selehattin Demirtaş’ın ‘Siyaset kurumu ittifaklara açık olmalı’ açıklamasının ardından ‘CHP-HDP ittifakı mümkün olur mu?’ tartışması başladı. CHP ile ittifaka nasıl yaklaşırsınız?
Eş Genel Başkanımızın kamuoyuna yansıyan bu açıklaması dışında, bir iki yerde kendisiyle, avukatlarıyla görüşmüş biri olarak söyleyeyim; biz Sayın Demirtaş’ın isimler, yapılar, partilerden ziyade, ilkelerde ortaklaşmayı kastettiğini biliyoruz. İlkelerde ortaklaşılmadığı sürece sizin olayı isimlerden tartışmaya başlamanız, çarpık temeller üzerine bir bina kurmanıza benzer. Önce ilkelerde ortaklaşılmalı, bir felsefe ön planı çıkarılmalı. Bunun etrafında bir niyet beyanı ve irade olmalı. İsimler buna göre şekillenir. Siz isme göre bir ruh, bir felsefe oluşturamazsınız. Partiye göre bir irade ortaya koyamazsınız. Ortaklaşmalara göre isim ve partilerin bir araya gelişi daha doğru olur. Eş Genel Başkanımızın da ifade ettiği budur. Biraz önce de ifade ettiğim üzere biz sadece kendi parti çıkarlarını önceleyen bir noktada değiliz, ortak çıkarlarda buluşmayı önemsiyoruz. Bunun için de katı kırmızı çizgiler çizmeyen bir noktada olduğumuzu ifade etmek isterim.
Bu bağlamda, Deniz Baykal’ın dile getirdiği modele nasıl yaklaşıyorsunuz? Ahmet Türk ile Meral Akşener hangi ortak zeminde buluşacak? Düğmenin yanlış iliklenmesi olarak görüyorum. Tartışmaya buradan başlarsak bundan sonraki düğmeler de yanlış iliklenir. Önce ilkelerde ortaklaşmalı, isimlerde değil.
Bir yandan da başkanlık sistemine geçişin yol taşları döşeniyor. Hakimler ve Savcılar Kurulu seçimi ve cumhurbaşkanının partili olması süreçleri tamamlandı. Önümüzdeki günlerde de Meclis’te uyum yasaları çalışması başlayacak. HDP nasıl bir tutum sergileyecek? İçeriğini görmediğimiz, hangi değişikliği yapmak istediğini bilmediğimiz bir pakete peşin hükümlü olarak “evet” ya da “hayır” deme noktasında değiliz. Neler yapılmak isteniyor, yapılacaklar bu tahribatı giderecek mi; yoksa daha fazla mı derinleştirecek, buna bakarız. Önce görmek durumundayız.
Ama bu önemli ölçüde belirginleşmedi mi? Hayır. Mesela seçim sisteminde ne öngörülüyorlar? Dar bölge farklıdır, daraltılmış bölge farklıdır. Baraj için neyi öngörüyorlar? Bunların hepsi ayrı noktalara tekabül etmektedir. Mesela iç tüzükte değişiklik öngörülüyor, iç tüzük söz ve tartışma hakkını güçlendiriyor mu, yoksa mevcut hakları bile kırpıyor mu? Bunları görmeden bir şey söylemek durumunda değiliz. Yani biz ne MHP gibi görmeden “evet” deriz; ne de CHP gibi görmeden “hayır” deriz. Görmemiz lazım.