Ahmet Kekeç (Star, 5 Haziran 2012)
Hani tanımasak, bilmesek, “marifetleri”nden haberdar olmasak, Jan Dark diye pazarlayacaklar... “Jeanne D’arc” diyeyim de, tam olsun!
Biri (“Jeanne D’arc”), elinde kanlı kılıcı, “evhamlarından” türemiş düşmana karşı savaşıyordu.
Bu “ermiş köylü kızından” ne erdemler vehmetmişlerdi.
Esasında “ermiş” bir tarafı vardı ve erdem üzerine kurulu bir hayatı savunuyordu ama diğer taraftan da bunu anlatamamanın öfkesini taşıyordu.
Diğerinin ne tür bir öfke taşıdığı belirsiz... Diğeri, yani yeni zamanların Jan Dark’ı diye pazarlanan Fazıl Say...
Elbette Fazıl’ın da bir öfkesi var ama daha çok “öteki”ni kendisine, kendi gradosuna, kendi dünyasına yakıştıramamanın getirdiği bir huzursuzluk, bir mutsuzluk hali...
Fazıl Say’ımızın mutlu olabileceği “seçkin bir vasat” oluşturamadık ne yazık ki.
İncelmiş bir duyarlıktan bakamıyoruz ve Tanrı’nın bize bir armağanı olan bu değeri yeterince sevemiyoruz, ona gerekli ihtimamı gösteremiyoruz. Bazen de, “Neden ağzını bozuyorsun?” diyerek üzüyoruz.
Dün bir yerde rastladım...
Bir yazar arkadaşımız, Fazıl Say’a açılan ceza davasından bahisle, De Gaulle’e atfedilen sözü tekrarlamış; “Fazıl Say Türkiye’dir” demiş.
De Gaulle’ü “Sartre Fransa’dır” sonucuna götüren olaylarla, Fazıl Say’ı bir mağdur olarak karşımıza çıkaran hadise arasında ne gibi bir benzerlik var, bilmiyorum.
Mağduriyet temelinde bir benzerlik kurulabilir (Sartre da cezai yaptırımla karşı karşıya kalmıştı, gadre uğramıştı, vs...) ama Fazıl Say Türkiye demek midir? Sanmıyorum...
Büyük sanatçıdır.
Eşsiz bir yorumcudur.
İstanbul Senfonisi bizden izler taşımaktadır.
Bach’lamalarıyla düşman çatlatmaktadır.
Hepsi tamam ama Fazıl Say Türkiye demek değildir.
Bilakis, Türkiye demek olan “değerler sistemiyle” problemli bir adamdır. Bu değerlerle kendi seçkinliği arasına kategorik bir mesafe koyduğu için de mutsuzdur.
Budur.
Hakkında dava açıldıktan sonra makul bir çizgiye geldi, inanç tercihleriyle barışık olduğunu, “herhangi bir kesime, kişiye ya da kuruma hakaret etmek gibi bir düşünce taşımadığını, bırakın hakareti, böyle bir şeyi aklından bile geçirmediğini” söylemeye başladı ama biz biliyoruz ki, Fazıl Say’ın değerler sistemi ötekini aşağılama üzerine kuruludur.
Mesela, “arabesk yavşaklığı” sözünü alalım...
Hakkında çok konuşuldu, çok spekülasyon yapıldı... Sözün, tahkir amacı taşımadığı, bir değere (bir tespite) işaret ettiği söylendi.
Mümkündür...
Fakat Fazıl Say’ın ağzından çıktığında, arabeske ait olduğu yeri gösteren basit bir tahkir ya da tespit olmaktan çıkıyor, bir yaşam biçimini, bir algılama düzeyini, bir gustoyu aşağılamaya dönüşüyor. Ve Fazıl Say, kendi önemini hatırlatmak için, bunu çok sık yapıyor.
Peki, Fazıl Say içeri tıkılmalı mı?
Hemen söyleyeyim:
Hakkında açılan ceza davasını anlamsız ve gereksiz buldum.
Bir boşboğazlık neticesinde, dini duyguları tahfif eden bazı sözler söylemiş, Hayyam’a ait olduğu iddia edilen dizelerden alıntılar yapmış... Bunu da, internet ortamında paylaşmış.
Bu boşboğazlığı hep yapıyor Fazıl Say.
Kendisini koruma saikiyle kalkışan Kültür Bakanı’na da “Kes zırvalamayı” demişti mesela.
İncelmiş bir duyarlıktan bakan bu büyük sanatçının “kaba” bir tarafı da var sizin anlayacağınız.
Fakat, her “boşboğazlık” yapanı içeri tıkamazsınız...
Hele, her kabalığı cezalandırmaya kalksanız, dışarıda adam kalmaz.
Dolayısıyla, bu gereksiz ve anlamsız davanın takipsizlikle sonuçlanmasını istiyorum.
Dünya, ikinci bir Jan Dark hadisesine hazır değil.
Bizim de bunu kaldıracak enerjimiz yok.