"Hesap vermemenin dayanılmaz rahatlığı..."

"Hesap vermemenin dayanılmaz rahatlığı..."

Ümit Kıvanç* Bazen bazı olgular biraraya geliyor, asla görmek ve kabul etmek istemeyen dışında herkesin bazı gerçekleri olanca çıplaklığıyla görmesini sağlayabilecek bir aydınlık yaratıyor. Gösterdiği de aydınlık olacak demek değil bu; o karanlık olabilir, çok karanlık olabilir. Bu sefer de öyle.

Trabzon/Maçka’da 15 yaşındaki Eren Bülbül, haberlere göre, “teröristlerce” öldürüldü. Anlatıldığına göre silahlı üç kişi, tek katlı bir evden -camı kırıp- bir şeyler çalıyorlar, Eren bunları görüp “güvenlik kuvvetlerine” bildiriyor. Jandarma-polis birlikte geliyor, evi göstersin diye Eren’i de alıp yolu koyuluyor, bu sırada “teröristler” ateş açıp Eren’i ve jandarma kıdemli başçavuşu Ferhat Gedik’i vuruyorlar. İkisi de hayatını kaybediyor.

“Teröristler” niye tırnak içinde? Çünkü özellikle bu tür durumlarda resmî ağızlardan söylenene tereddütsüz inanmak için sebep yok. Bu fasla tekrar geleceğim. Yani tırnaklar bu topraklarda doğup büyümekten gelen genetik tereddüt eseri.

“Güvenlik kuvvetleri” niye tırnak içinde? Çünkü olay üzerine çıkan onca haberde, Eren’in jandarmaya mı, polise mi, kime haber verdiği ya belirtilmemiş ya da ben göremedim. Bu yalnız teknik sebeple tereddüt sonucu.

Olayın üzerine kopan gürültüde, yerli-millî hasletlerimizin tam boy sergilendiği bin türlü rezalet vardı, bunları geçeceğim. Başkalarının çocukları için “ölsün, gebersin, oh olsun” diyenlerin Eren’e veya başka bir evladımıza zerre kadar üzülemeyeceğini, bu kabiliyetten yoksun olduklarını biliyoruz. Ölmüş çocuğun annesini yuhalatan ve yuhalayanlar, Eren’e de üzülmez; Yasin gibi onu da sadece siyasî maksatla kullanır.

İlk soru

Soğukkanlıca üzerinde durmamız gereken, nitekim Eren’in acılı ailesi ve yakınlarının da üzerlerine çullanılmasını göze alarak durdukları, devletin ne derece devlet olduğunu-olmadığını dahi gösterebilecek kadar hayatî ve basit bir soru: O çocuk orada ne arıyordu? Evin yolunu göstersin diye polis-jandarma Eren’e “düş önümüze” mi dedi? Çelik yelek giydirerek, aralarına alarak, koruyarak kollayarak götürmeleri gerekmez miydi çocuğu, ille götüreceklerse? Yapmamışlar.

Niye?

Evet, pek garip gelebilir, ama soru bu: Niye? İşi güvenlik sağlamak olan, bu kapsamda, terörist veya başkası, birilerinin izini sürmek, onlarla çatışmak durumunda olan güvenlik kuvvetleri, 15 yaşında bir çocuğu nasıl önlerine katıp, vurulup ölümcül yara alabileceği şekilde herhangi bir tehlike bölgesine götürebilir? Nasıl?

İsterseniz ben soruyu başka kelimelerle yeniden sorayım: Bu neyin rahatlığıdır?

Çeşitlendirelim: Rahatlık mıdır yoksa işbilmezlik midir?

Kısaca: 'Teröristler' faslı

“Teröristler” faslına kısaca girelim. Kimdir bu teröristler? Haberlerde sorgusuz sualsiz kabul edildiği üzre, “PKK” mi? Peki, PKK’nin Trabzon/Maçka’da ne yapmaya çalıştığına dair bir fikri olan var mıdır? Üstelik daha önce çeşitli defalar oralarda birtakım silahlı grupların ortaya çıkmış, zaman zaman polisle, jandarmayla çatışmaya girmiş olmalarına rağmen yakalanamamış olmaları, neye yorulmalıdır? Karadeniz dağlarında, militanları destekleyen halk tabanı mı pek güçlü? Evet?

Devlet yetkililerinin, “Maçka’daki PKK’li teröristler” gibi tuhaf bir başlık altında cereyan edenleri hepimizin anlayabilmesi için söyleyebilecekleri, vazifeli medya kadrosunun da aktarabilecekleri şundan ibaret midir: Onlar zaten terörist, ellerinde silahla bütün dağlarda dolaşırlar ve evleri soyup gelen herkese ateş ederler. Kazdağları’ndan da çıksalar normaldir. Bu mudur?

Aynı soruyu bu vesileyle de tekrarlayacağım: Bu nasıl bir rahatlıktır, neyin rahatlığıdır?

Burada konuyu saptırmamak için sadece değinip geçeceğim, fakat eğer bahsedilen silahlı militanlar sahiden PKK’liyse, elbette bu sorunun karşılığının o örgüte de sorulması gerekiyor: Maçka dağlarında silahlı grupların varlığı, bu hareketin hangi somut veya uzun vadeli siyasî hedefine yöneliktir, neyle nasıl izah edilmektedir, maksat nedir?

Yasak İstanbul'u kapattı, Urfa'ya geçelim

Gelelim İstanbul’a. Gözaltına alınan bir DAİŞ militanı, gözaltındayken, bıçağını çekti ve polis memuru Sinan Acar’ı öldürdü. O kargaşada öbür polisler de DAİŞ’çiyi vurdu, o da öldü. Savcılık bu olaya dair derhal yayın yasağı koyduğundan, yasak öncesinde ortaya çıkan, yayımlanan ve halen ulaşılabilir durumda bulunan bilgilerin ötesine geçemeyeceğiz, ayrıntı tartışamayacağız, yorum yapamayacağız. Zira artık yayın yasakları “her türlü yorum, eleştiri vs.”yi de kapsıyor. Şunu belirtmekle yetinelim: Elleri boşta olan, bıçak çekip polis öldürebilen militan için İstanbul Emniyet Müdürü, “Uluslararası alanda aranan bir teröristti,” dedi. Bu adamın yakalanmasıyla, “çok önemli bir eylemin engellendiğini düşünüyor”du müdür. Yasak yüzünden, yalnız şu son iki cümleyi tekrar okumanızı önermekle yetinmek zorundayım.

“Bu neyin rahatlığı?” sorusunun altını besleyebilmek amacıyla bu habere dair konuşamadıklarımızı telafi etmek için başka habere başvuracağım: İki yıl önce Urfa’da katledilen iki Suriyeli gazeteci ve aktivistin katili yakalandı. DAİŞ’in hükmettiği Rakka’dan topladıkları haber ve bilgileri dünyaya yaymaya çalışan “Rakka Sessizce Katlediliyor” grubunun üyeleri İbrahim Abdülkadir ve Firas Hamadi, Urfa’da Atatürk Mahallesi’nde kiralık bir eve yerleşmişler, Ayn el Vatan adlı Arapça bir gazete çıkarıyorlardı. Bir gün evlerinde boğazları kesilmiş halde bulundular. Olağan şüpheli, DAİŞ’ti. O sırada bütün dünyanın gözünde en tehlikeli örgüt olan “halifelik”in militanları Urfa’da ellerini kollarını sallayarak dolaşıyor, cinayet işleyip ortadan kayboluyorlardı. Evet, “bu neyin rahatlığı”nın önceki aşamasıydı.

Şimdi öğrendik ki, rahatlık sandığımızdan da betermiş. Zira bu cinayetin failleri meğer tespit edilmiş: katiller, Talas el-Surur ile Muaz el-A. (niyeyse tam adı yazılmıyor, kollanıyor; suçlananların haklarına ve hukuka saygımız sonsuz) imiş. Fakat şu işe bakın ki, Kilis üzerinden yasa dışı yolla Rakka’ya geçen Muaz el A., iki yıl sonra, muhtemelen kimsenin kendisine dokunmayacağını varsayarak, Urfa’ya dönmüş! Polis de kaldığı evi basıp onu yakalamış – olaydaki tek yürek ferahlatıcı ayrıntı.

Muaz el-A.’nın bu rahatlığına neyin zemin hazırladığını sorunca, ister istemez, hem azıcık ferahlamış yüreğimiz yeniden daralıyor hem de öbür haberin yayın yasağına takılıyoruz. DAİŞ’le tehlikeli ilişkiler senaryosunun parçası olan bu sekansın, talihsiz Eren’i henüz hiç mi hiç doyamadığı şu dünyadan koparan hadiseyle bağlantısı ne peki? Cevabım: Rahatlık. Bir tür rahatlık. “Teröristler” söz konusuysa şöyle, DAİŞ söz konusuyla böyle olabilen, renk, şekil ve sûret değiştirebilen, ama içi, özü, ana maddesi değişmeyen o rahatlık.

Hesap sorulamayanın rahatlığı.

* Bu yazı Gazeteduvar'dan alınmıştır