Sabah yazarı Hilal Kaplan, 'Manisalı Lawrence' olarak nitelediği Bülent Arınç'ın kendisine yönelik troliçe benzetmesine ilişkin olarak, "Twitter'da kimliğini gizleyerek, sağa sola küfür etmekten başka bir varlık gösteremeyen bir troll kitlesi olduğu doğru. Ancak benim gibi adı sanı ve duruşu belli birisine, dedem yaşındaki ve herkese üslup uyarısında bulunan bir politikacının bu şekilde hakaret etmesi kendisi açısından acıklıdır" dedi. "Son dönemdeki 'Erdoğan karşıtı, paralel sevdalısı' tavrı sebebiyle itibar kaybı yaşayan Arınç'ın bana hakaret etmesi, benden bir şey götürmez" diyen Kaplan, şunları söyledi:
"Ancak kendi çaresizliğini ortaya koyar. Bu minvalde okuyorum Arınç'ın hakaretini ve kendisine iade ediyorum. Bir de o cümlede 'bizim camiada troliçe olarak anılıyor' demişti Arınç. Biliyorum ki o camia Ak Parti camiası değil. Umarım paralel 'camia' ile teşriki mesaisine son verip, kendisine çeki düzen verir."
Sabah'ta İsa Tatlıcan'ın sorularını yanıtlayan (21 Mart 2016) Hilal Kaplan'ın açıklamaları şöyle:
-Hilal hanım artık bir annesiniz. Bu yazarlık ve TV yorumculuğu hayatınızı nasıl etkiledi?
Annelik, kendinizle, çevrenizle ve hatta Rabbinizle kurduğunuz rabıtayı derinden etkiliyor. Kendimi bildim bileli, siyaseti ve onun hayatımıza izdüşümlerini takip ve dert etmiş biriyim. Ama örneğin ülkemizin istikbali, artık aynı zamanda evlâdımın da istikbali olduğu için bana bu hususta daha fazla şevk ve cesaret verdiğini söyleyebilirim. Oğlumla zaman geçirme ihtiyacı, yazma rutinimi de disipline soktu mesela. Ya da televizyon programları ya da yurt dışı resmî ziyaretlere katılım gibi meselelerde de kendimi gönüllü olarak kısıtlamamı sağladı. Artık haftada bir televizyona çıkıyorum ve üç günden fazla süren seyahatlare katılmamaya özen gösteriyorum. Oğlumla geçirilen zamanın kıymeti, başka herhangi bir şeyle kabili kıyas değil çünkü.
-Kadın kimliğiniz üzerinden sosyal medyada sürekli saldırıya uğruyorsunuz. Ancak sanki size karşı aşırı bir saldırganlık var. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Hem kadınım, hem başörtülüyüm hem de kitabın ortasından yazıyorum. Hatta bir dostum, 'kitabın başı sana hasret kaldı' demişti, bu huyuma referansla. Ne liberal ne feminist ne de sosyalist düşünceye yakın olmadığım için de bu üç grup tarafından da 'cici başörtülü' olarak da görülmüyorum. Bundan da memnunum ama bu özellikler, sözünüzün etkisinin artmasına paralel olarak sizi saldırıya açık, bir tür 'zayıf halka' haline getiriyor. En çok da Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yakın bir görüşte olmam ve bunu müdanasız dile getirmem tepki çekiyor bence. Çünkü bana saldıranların ortak noktası, Erdoğan'a olan husumetleri. Bu tesbiti yapmadan, bana yapılan saldırılardan bahsedersek, tahlil eksik kalmış olur.
-Kadın yazarlara karşı cinsiyetçi bir dil kullanılıyor. Kadın derneklerinden yeterli desteği görüyor musunuz?
Kâğıt üzerinde, teorik olarak nerdeyse bütün dünya görüşleri kadına değer verir. Ancak toplumsal bazdaki gerçekliğin bu olmadığını biliyoruz. Kadına saldırmak 'delikanlılığın raconu'na ters olsa da, aynı zamanda en kolayı görülüyor. Saldıran her grubun kendince bir gerekçesi var elbette. Gülenciler, başörtülü olduğum için etkilemek istedikleri kitle üzerindeki nüfuzumu azaltmak, PKK'lılar Kürt meselesine sahip çıkmış Müslüman bir kâlem olduğum için, Geziciler o süreçteki duruşumdan beri kin tuttukları için saldırıyorlar.
Kadın Dernekleri içerisinde tek destek veren KADEM oldu. Onlar dışındaki kadın örgütleri, bırakın savunmayı, kurumsal olarak olmasa da bireysel bazda her daim saldırmayı seçtiler. Sosyal medyada beni aşağılayan kadınların önemli bir kısmı önceki yazdıklarına baktığınızda her fırsatta 'kadın duyarlılığı' kasan tipler mesela.
-Sosyal medyada her türlü hakaret ve iftira "muhalif dil" olarak kabul edilirken iktidarı destekleyen paylaşımları yapanlar "aktrol" şeklinde yaftalanıyor. Burada bir iki yüzlülük yok mu?
O ikiyüzlülük her yerde. Bir gün iç savaş çağrısı yapan bir yazar, ertesi gün kutuplaşmanın zararlarından dem vurabiliyor mesela. Bir gün otoriter rejim kaygısından bahsedip ertesi gün darbeci generallere özlem duyduklarını yazabiliyorlar mesela. Her yerleri çelişki. Bu tutarsızlıklara sahip kimselernin ahlâkî bir üstünlüğü olamaz, yok da. Ancak argümanlarıyla, içerik sunarak kazanamayanlar, mevzuyu dönüp dolaşıp üsluba bağlarlar. Sosyal medyaya, istisnaları bir kenara bırakıp hakkaniyetle baktığımda, en küfürsüz yazanın yine Ak Parti'ye yakın kesimler olduğunu görmek mümkün.
Son süreçte Erdoğan'a örtük muhalefet yapan "en Ak Parti'li yazarlar" bile, yine Erdoğan'ı eleştiriye tahammülü olmamakla suçlayıp, çoğunu 1.000 kişinin bile takip etmediği hesapların kendileri hakkında yazdıklarına müdahaleye çağırıyorlar. Bir nevi "halk sosyal medyaya akın etti, vatandaş açıkta kaldı" sorunsalı. Cumhurbaşkanlığı makamını mı küçümsüyorlar, kendilerini mi aşırı önemsiyorlar, siz karar verin.
-Peki yazarlar hiç eleştirilmeyecek mi?
Şunu da açıkça söyleyeyim: İngilizce yazar kelimesinin kökü, 'otorite'den gelir. Çünkü kâlem, belli bir iktidarı da beraberinde getirir. İktidar güç, güç sorumluluk demektir. Dolayısıyla hiçbir yazarın kendisine getirilen sert eleştirilerden yakınmaya hakkı yoktur. Kendisini daha iyi anlatmaya çalışır ama 'herkes beni beğensin' bir tavır değildir. Tavır sahibiysen, karşıtın da olur. Buraya kadar doğal. Doğal olmayan sosyal medyada, örneğin asla bana ait olmayan sözlerin fotoğrafımın yanına yapıştırılıp dolaşıma sokulmasıdır. Bu, itibar suikasti çabasıdır. Klasik bir psikolojik savaş taktiğidir. Fikirleriyle yıkamadıklarını, kişiliklerini itibarsızlaştırarak bertaraf etmeye kalkarlar. Üstelik bunun organize bir kampanya şeklinde yapıldığını da herhangi bir tivitimin altına yazılanlara bakanlar rahatlıkla görebilir.
-Şimdi yeni bir yöntem var. Size ait olmayan bir cümle sosyal medyada paylaşıma sokuluyor. Sonra bu yalan haberleştiriliyor. Bununla nasıl mücadele edilebilir?
Birisinin fotoğrafının yanına yapıştırılan her cümleye inanmamakla başlayabiliriz mesela. Ve ısrarla hukukun yollarını zorlayarak bu propagandayı çoğaltanların hesap vermesini sağlayarak. Şu anda pek çok kişiye dava açma sürecini başlattım. Bu türden 'sanal mobbing'e maruz kalan herkes de aynısını yapmalı diye düşünüyorum.
-Bülent Arınç'ın "troliçe" şeklinde hakaretamiz bir ifadesi oldu. Bundan rahatsız oldunuz mu?
Twitter'da kimliğini gizleyerek, sağa sola küfür etmekten başka bir varlık gösteremeyen bir troll kitlesi olduğu doğru. Ancak benim gibi adı sanı ve duruşu belli birisine, dedem yaşındaki ve herkese üslup uyarısında bulunan bir politikacının bu şekilde hakaret etmesi kendisi açısından acıklıdır. Son dönemdeki "Erdoğan karşıtı, paralel sevdalısı" tavrı sebebiyle itibar kaybı yaşayan Arınç'ın bana hakaret etmesi, benden bir şey götürmez. Ancak kendi çaresizliğini ortaya koyar. Bir büyüğüm, "Erdoğan'a açıktan saldıramayan sana saldırıyor" demişti. Bu minvalde okuyorum Arınç'ın hakaretini ve kendisine iade ediyorum. Bir de o cümlede "bizim camiada troliçe olarak anılıyor" demişti Arınç. Biliyorum ki o camia Ak Parti camiası değil. Umarım paralel "camia" ile teşriki mesaisine son verip, kendisine çeki düzen verir.
-Sosyal medyada gelen tepkiler arasında sizi en çok üzen ne oldu?
Gelmeyen tepkiler oldu. Bilerek susanlar. Bir de kendisine 'kaşının üzerinde gözün var' dense feryat eden başörtülü yazarlardan bir kısmı Arınç'a sahip çıktı mesela. Bunu unutmayacağım. Onun dışında bir de "Zaten kadınların bu mücadelede ne işi var?' diye düşünen bazı erkekler de suskun kalıp ölü taklidi yapmayı seçtiler. Herkes kendi imtihanını veriyor neticede. Ama siyaset ve medya dünyasından aldığım desteğin yanı sıra, okur kesiminden de sosyal medyada veya sokakta desteklerini iletenler çok oldu. Hakaret edenlerin capslerini toplama işini onlardan bazıları gönüllü yaptı mesela. Şikâyetler yağdırdılar, tivitler attılar, destek mesajları ve e-mailleri attılar. Her birine müteşekkirim.
-Son olarak bir Habertürk yazarının çok çirkin bir saldırısı olmuştu.
Evet, en son bir HaberTürk yazarının açık ve çirkin bir hakaretine maruz kalmıştım. O hususta da okurlarım çok tepki gösterdi. Nitekim HaberTürk de, doğru bir karar alarak kurumsal kimliğine yakışmayan bu kişiyle ilişiğini kesti. Kendilerine de teşekkür ediyorum. Hakaretin ve nefret söyleminin bedeli olduğunun görülmesi, önüne geçilmesi açısından elzem. Bu anlamda önemsiyorum.
-Sosyal medyada en çok hangi kitlenin saldırısına uğruyorsunuz.
Paralel hesapların bana organize biçimde 'tivitleri ikiye katlayarak' saldırdığını gözlemliyorum. HDP'li ve Gezici hesapların da onlardan aşağı kalır yanı yok gerçi. Yine vurguluyorum: Bu saldırıların hiçbirinde entelektüel ve sert bir eleştiri yok. Zaten eleştiriye, saldırı demek de doğru değil. Ahlâktan, hâyâdan, edepten, şereften mahrum kepazelikler bütünü olarak görüyorum bunları. Hülasa esfeli safilin ne demekmiş, ben sosyal medyada öğrendim. Bu şekilde pek çok Ak Parti'ye yakın yazarı da sindirdiler. Bundan ötürü sosyal medyada varlık göstermekten korkar hale gelindi.
Ancak kendimi bu saldırılarla daha da güçlenmiş bir halde buluyorum. Allah insanı çok ağır şartlara uygun ve adapte olabilecek şekilde yaratmış. Biz etrafımızdaki insanların yüzünün düşmesinden bile incinen insanlarız. Fakat tüm bu saldırıların, bir vakitten sonra hakkın ve ahlâkın düşmanları tarafından gerçekleştirildiğini görünce, azmimiz ve mukavemetimiz de çok şükür arttı. Artık bu lağım taşkınlarına sadece ibret nazarıyla bakıyorum ve hepsinin de ibretlik olmasını istiyorum.
-Gündeme dönelim isterseniz. PKK saldırdıktan sonra sosyal medyada kanlı örgütü değil Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı eleştiren bir koro var. Burada kirli bir ittifak mı var?
İngiliz BBC'ye röportaj veren PKK'lı Cemil Bayık, yabancı medya kendilerini ısrarla "Kürt militanlar" olarak tanımlasa da amaçlarının Kürtlükle hiçbir ilgisi olmadığını ortaya koydu ve nihai emellerini şöyle özetledi: "Erdoğan'ı ve AKP'yi devirmek istiyoruz. Erdoğan ve AKP devrilmedikçe, Türkiye asla demokratik bir ülke olamaz."
PKK 'baharda geliyoruz' diyor. Paraleller 'nevbahar' kod adıyla darbe olacakmış havası yaymaya çalışıyor. Geziciler, Haziran'da ikinci bir kalkışma olacağından bahsediyor. Üçünün de metaforu bahar ve aynı kapıya çıkıyor. O kadar kirli bir ittifak ki bu, sadece son iki ayda canlı bombalarla 68 kişiyi, şehirlerde estirdikleri terörle onlarca güvenlik gücünü ve sivili şehit etmesine rağmen, kendisine aklayıcı bulabiliyor. Halkın %52'sinin oyuyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanı'nın PKK'nın şiddetiyle devrilmesi fikrinden heyecan duyan caniler güruhu.
-Burada PKK'ya bir sempati kazandırma çabası yok mu?
Gezi'yle oluşturulan Batı'daki Erdoğan antipatisi üzerinden, PKK'nın sempati kazanma çabası. Canlı bombalı saldırılar yapan bir terör örgütü, bu sempatiye paraleller ve Geziciler üzerinden ulaşmaya çalışıyor. Erdoğan'ın devrilmesini, Türkiye'nin karışmasına ve zayıf düşmesine yeğleyenler olarak bu kitle görülüyor. Nitekim bunun paralellerde tamamen makes bulduğunu, hatta kuvvetle muhtemel birliktelik içinde planlandığını görüyoruz. Bu minvalde Gezi'ye katılmış ama vatanperverlikten tamamen mahrum kalmamış kitlelerin duruşu ve çıkaracağı ses önemli. Örneğin CHP'den böyle bir sesin geldiğini henüz Baykal ve birkaç istifa hariç duymuş değiliz. Taksim'deki o saldırı alanının ıssızlığının ortasındaki ouset fotoğrafı ve etrafındaki ölü güvercinler... Bu vahşete rağmen terör örgütlerine 'haddini bil!' demek yerine Erdoğan'a saldırmaya devam ediyorlar. Özetle hedefin Erdoğan olduğu söylense de, hedef hepimiziz. Hedef ülkemizin ve evlâtlarımızın istikbalidir.
-'Ortak hedef Erdoğan değil biziz' demiştiniz. Biraz açar mısınız?
PKK, adına 'devrimci halk savaşı' dediği, Türkiye'yi Suriye'ye çevirme stratejisine doğuda karşılık bulamadı, şimdi yüzünü batıya çevirdi. Amaç metropollerin çoğulculuğunu birbirine karşı kışkırtarak iç karışıklık çıkarmak ve bunun üzerinden Güneydoğu'yu Suriye'deki kantonlarına katacağı bir moment oluşturmak. On yıl önce Suriye'nin kuzeyinde bir PKK devleti ihtimalinden bahsedilmezdi. O yüzden vatanını seven herkesin çok dikkatli, sakin ve sağlam durması gerekiyor.
Taksim'deki son saldırıyı da bundan ayrı okumuyorum. PKK da DAEŞ de, örgütsel çıkarları Türkiye'yi istikrarsızlaştırıp zayıf düşürmek isteyen kuklarının amaçlarıyla örtüşen piyonlardır. Nitekim ikisi de Erdoğan üzerinden Türkiye'yi hedef aldıklarını ilan etmiştir. Terör, bizi yıldırmayı ve bölmeyi amaçlıyorsa, bizim de yılmamamız ve teslim olmamamız gerekiyor. Çanakkale zaferini yeni andık; orda mücadele eden dedelerimizin çabalarının onda birini terörle mücadeleye destek için gösterip kenetlensek kâfi.
-Cumhurbaşkanı terörün tanımı yeniden yapılmalı demişti. İhanetin tanımı da yeniden yapılmalı mı?
Aslına bakarsanız hukuk gerçekten işletilse, mevcut Terörle Mücadele Kanunu, terör propagandası yapanları mahkûm etmek için yeterli. Burda gerçekten bir şiddet övgüsü olup olmadığına itinayla bakmak gerekiyor. Bir de ideal durum bu olmasa da, yargıya cesaret vermesi gereken esas organın yasama ve yürütme gücünü içinde barındıran parlamento olduğunu hatırlamak gerekiyor. Ancak maalesef terör suçundan yargılanması gereken canlı bomba taziyesine gitmiş vekilin, hakaret veya basın davasında yargılanması gereken vekille eşitlendiği ilginç bir süreç yaşıyoruz. Üstelik canlı bomba cenazesine giden vekili savunan bir parti haline gelmiş HDP ile bu konuda anlaşma arayışına bile girildi. Çözüm süreci paradigması PKK eliyle ve hendekteki gençlerin ellerinden öptüğünü, PKK'nın bizi tükürüğünde boğacağını söyleyen HDP'liler sayesinde bertaraf edilmiştir. Devletin topyekûn bir nefsi müdafaa içerisine girmesi gerekirken, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu hususa yönelik uyarılarda bulunsa da, belli kademelerde aynı kararlılığı gördüğümü söylemem güç. Durum buyken istediğimiz kanunu çıkarsak da, sonuç alınması zor görünüyor. HDP'nin siyaset düşmanı-şiddet dostu tavrının siyaseti zehirlemesine izin verilmemesi gerekiyor.