Sabah yazarı Hilal Kaplan, köşe komşusu Haşmet Babaoğlu'nun "DAEŞ yeri geldiğinde söken, yeri geldiğinde takan bir İngiliz anahtarına benzetilebilir" açıklamasına destek vererek, "DAEŞ, kontrolden çıkan' ülkeleri 'terbiye etmek' için kullanılan işlevsel bir kırbaca da benzemiyor değil" dedi.
"Suudi Arabistan da, körfezin en güçlü ülkesi olarak, muhaliflere destek sağlayan bir ülkeydi. Artık Suudların da birinci tehdit olarak gördüğü örgüt DAEŞ olacak ve İran yayılmacılığı tehdidini arka plana atmak zorunda kalacaklar" ifadesini kullanan Kaplan, "Peki DAEŞ, şimdiye kadar yaptığı saldırıları üstlenmesine, hatta kendisi de gizli gay olan bir adamın 911'e DAEŞ üyesi olduğunu söylemesinden başka bir delil yokken Orlando saldırısını bile üstlenmesine rağmen neden Türkiye ve Suudi Arabistan'da yaptığı saldırıları üstlenmiyor dersiniz?" diye sordu.
Hilal Kaplan'ın, "DAEŞ kırbacı" başlığıyla yayımlanan (8 Temmuz 2016) yazısı şöyle:
Suudi Arabistan'da, 24 saat içinde üç bombalı saldırı gerçekleşti. İlki Cidde'de, Amerikan Konsolosluğu yakınında oldu. İkincisi Katif'de Şii Camii'nin yakınında oldu. Sonuncusu ise kalbimizi kanattı, öfkemizi harladı, kanımızı dondurdu. Müslümanlar için Mescid-i Haram'dan sonraki en kutsal mekân olan Mescid-i Nebevi'ye 100 metre uzaklıkta bombalar patladı. Çıkarken ayakkabılarımızı bile yere sessizce koyarak ayrıldığımız Efendimiz'in (s.a.v.) huzuruna metreler kala kendini patlatanların, İslâm ile de cihad ile de yakından uzaktan alakasının olmadığı kesin. Bombalı saldırı ile Mescid-i Nebevi'yi aynı cümle içine sığdıranların ateş ehli olduğunu bilmek, azapların en büyüğünün onların beklediği ilahi vaadine inanmak, bu cehennem köpeklerinin ait oldukları yerde sonsuza dek sürüneceğini düşünmek bile insanı sakinleştirmiyor aslında. Yine de Suudi polislere, 'sizinle iftar yapabilir miyim?' diye sorduktan sonra, dört güvenlik görevlisinin ölümüne sebep olacak şekilde kendini patlattığı söylenen zalimin, bizi hangi sorularla baş başa bıraktığı üzerine soğukkanlılıkla düşünmek zorundayız. Geçtiğimiz sene, Avrupa Birliği ülkeleri arasında, en önde gelen Esed karşıtı ve muhalif destekçisi ülke Fransa'ydı. Art arda gelen DAEŞ saldırıları ile ülke içe kapandı, siyasî çekişmelere boğuldu ve hizaya geldi. Türkiye, 3 milyon Suriyeli mülteciyi barındırma özelliği ile Suriye'nin geleceğine ilişkin söz hakkına sahip olması gereken, Esed karşıtlığı ve muhalefete desteği sır olmayan bir ülkeydi. DAEŞ saldırıları ile Esed ve öncelikli tehditlerden görülen YPG'yi ikinci plana atması sağlanmaya çalışılıyor. Erdoğan, Kilis'te yaptığı konuşma ile buna direneceğini belli etti. Ancak DAEŞ'i kendi uçaklarımızla vurma tarihimizin, Kandil'i vurmamızla ve ABD uçaklarının İncirlik'ten kalkarak DAEŞ'i vurmasına izin vermemizle eşzamanlı olarak Temmuz 2015'te gerçekleştiğini belirtelim. Yani 7 Haziran sonrasından, otorite boşluğundan, Kobane ile açılan 'parantez'in kapatılmasından bahsediyoruz. Suudi Arabistan da, körfezin en güçlü ülkesi olarak, muhaliflere destek sağlayan bir ülkeydi. Artık Suudların da birinci tehdit olarak gördüğü örgüt DAEŞ olacak ve İran yayılmacılığı tehdidini arka plana atmak zorunda kalacaklar. Peki DAEŞ, şimdiye kadar yaptığı saldırıları üstlenmesine, hatta kendisi de gizli gay olan bir adamın 911'e DAEŞ üyesi olduğunu söylemesinden başka bir delil yokken Orlando saldırısını bile üstlenmesine rağmen neden Türkiye ve Suudi Arabistan'da yaptığı saldırıları üstlenmiyor dersiniz? Haşmet Babaoğlu'nun dediği gibi, DAEŞ yeri geldiğinde söken, yeri geldiğinde takan bir İngiliz anahtarına benzetilebilir. Ama 'kontrolden çıkan' ülkeleri 'terbiye etmek' için kullanılan işlevsel bir kırbaca da benzemiyor değil.