Yıldırım Deniz
(Taraf - 16 Eylül 2012)
Türkiye’de Hizbullah’ın ne zaman, kimler tarafından, hangi dış istihbarat servislerinin desteği ile kurulduğuna yönelik kamuoyunda bilinenlerin tam olarak gerçeği yansıtmadığı kanaatindeyim. Tam olarak diyorum çünkü bu konuda bilinenler, Hizbullah’ın kuruluşundan çok zaman sonra Hüseyin Velioğlu’nun ilk kurucu kadroyu tasfiye etmesinden ve Hizbullah’ın dış güçlerin hakimiyetinden çok, iç derin yapılanmaların etki alanına girmeye başladığı dönemden sonraki sürecin bilgisidir. Hizbullah’ın kurulduğu ve geliştiği sosyolojik zeminin, dünyanın kaynayan kazanını andıran Ortadoğu’nun diğer bölgelerinde olduğu gibi, radikalizme ve dine eğilime müsait bir zemin olmasının sebeplerini bu yazıda ele alacak değilim. Ancak Hizbullah’ın tam da böyle bir zemin üzerine kurulduğunu ileri süreceğim ve bilhassa başlangıç aşamasında, ne iç ne dış hiçbir gücün yapay müdahaleleriyle kurulmadığını, bölgenin öz dinamikleri üzerine boy verdiğini, gerek kendim gerekse yakın çevremin gözlemlerine dayanarak kanıtlamaya çalışacağım. Kemalist rejimin jakoben Fransız usulü laiklik anlayışı ve PKK’nin Lenin ve Stalinvari bir şekilde metafiziği reddeden din karşıtı söylemi, ezici çoğunluğu oluşturan dindar Kürtleri hep rahatsız etti. Bu örgüte destek verenlerin büyük çoğunluğu dahi, milli duygular ve hak hukuk temelinde destek verdi PKK’ye. Bu din karşıtı yön, bilinçli olarak görmezden gelindi uzun yıllar. Çünkü yaşanan acılar büyüktü ve söz konusu din karşıtlığı ihmal edilebilir bir ayrıntı olarak görülüyordu. Bu arada gözlerden uzakta, Mezopotamya’nın dağ ve ova köylerinde faal olan ve halk tarafından finanse edilen yer altı medreselerinde (yer altı diyorum çünkü gerek akademik camiada gerekse kamuoyu nezdinde bilinmeyen ve işlenmemiş medreseler olmaları nedeniyle bu tanımlamayı kullanıyorum) bir yandan Kemalist rejimin din karşıtı tavrına, diğer yandan PKK’nin din düşmanı zihniyetine eşit uzaklıkta mesafeli ve her ikisinde öfkeli ve karşı bir anlayış filizlenmeye başladı. Bu anlayış, kökleri çok arkaik bir miras olan dini deneyime dayanan, fazlasıyla donanımlı ve devrimci karakterde, mutasavvıf, mütedeyyin müderrislerin öncülüğünde gün geçtikçe büyüyen ve ardına güçlü rüzgârı almış bir dalgayı andırıyordu. Bu oluşumun, devletle ve iktidar partileriyle göbekten bağlı; fazlasıyla dünya ehli şeyhleriyle, müritlerine afyon niteliğinde bir din anlayışı enjekte eden diğer tarikatlardan farklı ve onların bölgedeki etkinliklerine karşı mücadele eden özgün bir yapıları vardı. Ancak bu oluşumun mimarları olan müderrisler de bir dönem İran devriminin etki alanına girdiler. İlmi faaliyetler için önce kendileri İran’ın medreseleriyle ünlü Kum kentine gidip geldiler, sonrasında gözde öğrencilerini gönderdiler. Köylerde başlayan bu hareket, açılan kırtasiye ve kitap evleri vasıtasıyla, doğu ve güneydoğu’nun diğer şehir merkezlerine de yavaş yavaş yayıldı. Gün geçtikçe büyüyen bu hareketin siyasi liderlerinden biri, daha sonra bu yapının içine ustaca sızan Hüseyin Velioğlu’ nun heyecanlı kadrosu tarafından birkaç kez öldürülmek için kaçırılma teşebbüsünde bulunulan Seyyid Molla Abdulhakim idi. Bir diğeri ise, yine Hüseyin Velioğlu’nun zulmü ve ölüm tehditleri sebebiyle, ailesiyle Kuzey Irak’a kaçarak Mesut Barzani’nin himayesindeki medrese alimi Şeyh Osman’a sığınan, ruhani lider Molla Sadık idi. Mardin merkeze bağlı Kumlu köyü yer altı medresesi bu kişiler tarafından kurulmuştu. Bu medreselerin yöredeki diğer medreselerden hem metod hem de politik duruş açısından farkları, ilk çekirdek kadronun değer verdiği Molla Süleyman Kurşun’un bir röportajında şu şekilde anlatılmıştır: “Biz burada Kürdistan medreselerinde olmayan yeni bir uygulama başlattık. Yani medreseyi bir reforma tabi tuttuk. Daha önce geleneksel olan medreseyi modernize ettik. Çağdaş İslam alimlerinin (Seyyid Kutup, Said Havva, Mevdudi gibi...) kitaplarını medreseye yerleştirdik. Kürdistan’da devam edip gelen metot çok yorucuydu. Geleneksel eğitimde bizim hocalarımız 20-30 senelerini medreselere verirlerdi. Şu an bir insan buna müsait değil. Yani erken bitirip hayata atılıyorlar. Öğrencilerin çoğu medreseyi bitirdikten sonra ilk-orta ve lise, bazı kardeşlerimiz de ilahiyatı hariçten alabiliyorlar. Dolayısıyla artık öğrenciler ömürlerinin yarısını medreseye veremezlerdi. Biz o geleneksel metodu kısalttık. Diğer yandan da bu çağdaş kitapları okuttuk. Tefsir, Hadis, Fıkıh usulü gibi ilimleri de okuttuk. Daha önceleri bunlar pek okunmuyordu. Yalnızca alet ilimleri dediğimiz sarf, nahiv, mantık, belagat gibi ilimler okunuyordu. 12 ilimden ibaret olan bu alet ilimlerinin tahsilini, öğrenci medresede yapıyordu, mezun olduktan sonra da kendi iradesiyle baş başa kalıyordu. Artık molla olan öğrenci, ister Fıkıh ilmini geliştirir, ister Akaid ilmini geliştirir vs. Kısaca kendi ihtisasını medrese tahsilini bitirdikten sonra kendi başına yapardı. İşte biz bunu medrese sürecine taşıdık. Medrese eğitimi ile birlikte İslam’dan yani, Kur’an-ı Kerim ve Rasulullah’ın sahih sünnetinden algıladığımız doğrultuda ilahi tevhid mesajını gür bir seda ile halka iletiyorduk. Dolayısı ile zalim ve mazluma karşı tavrımız net olduğu için, dünya mustazaflarını net bir ifade ile müdafaa ediyorduk. Özellikle Kürt halkının karşı karşıya kaldığı dramları, dolayısıyla Kürt halkının mazlumiyetini de gür bir sesle dile getiriyorduk. Açık bir dil ile halkımıza tüm sorunlarının yegâne çözümünün İslam’da olduğunu dile getiriyorduk.” Mardin Kumluca yer altı medresesi açıldığında, ben 13 yaşlarında, yazları Arapça ve dini ilimleri öğrenmek için o medreseye öğrenim görmeye giden ve orada yatılı kalan bir öğrenciydim. Hüseyin Velioğlu’nun o köye gelişine defalarca tanıklık ettim. Molla Abdulhakim’le aralarında geçen tartışmalara şahit oldum. Hatta hiç unutmam ilk karşılaşmaları esnasında “Seyda, siyasal mezunu bir genç sizinle tanışmak ve cemaatinize katılmak istiyor” şeklindeki konuşmaya da şahit olmuştum. Seyda pek sıcak bakmıyordu, çünkü ne de olsa Kemalist sistemin okullarında eğitim görmüş, mezun olmuş birine hemen inanacak kadar saf değildi; Abdullah Öcalan’a da bu nedenle hep mesafeliydi. Velioğlu’na hep soğuk baktı. Hiç içinin ısınmadığını defalarca belirttiğine şahit oldum. Bir gün yakın bir arkadaşına “Ben Velioğlu’nun hangi istihbarat servisine çalıştığını merak ediyorum, yoksa ajan olduğuna dair zerre kuşkum yok.” şeklinde konuştuğuna da tanık oldum. Ama kendi dışındaki kadrolar üzerinde etkili olan Velioğlu, siyasi lidere rağmen cemaate girmeyi başardı. Ve cemaate girer girmez de, PKK ile mücadele fikrini işlemeye başladı. Molla Abdulhakim ise, PKK’nin ideolojisinin halkın gerçekliği ve inançlarıyla çatışmasına ve liderlerine kuşkuyla bakmasına rağmen, onların devlet zulmüne başkaldıran beyinler tarafından kurulduğuna ve arkalarında mağdur ve de mazlum yığınların desteğinin bulunduğuna inanan bir liderdi. Ayrıca o, bir halkın kendi hakları için yaptığı mücadeleyi İslam’ın özüne aykırı görmüyordu. Fakat bu mücadele tarzının şiddet boyutlarıyla ilgili eleştirilerini canı pahasına da olsa, aynı örgütün temsilcilerine haykırmaktan geri durmadı. Gayrı İslami bulduğu PKK’ye karşı politikası şuydu: Kurduğu İslami cemaat asla onları karşılarına almayacak, ama onların ideolojilerinin yaygınlaşmaması için kültürel faaliyetlere ağırlık verecekti. Bu bakımdan Lübnan Hizbullahı modeline uyduğunu söyleyebiliriz. Ona göre Lübnan Hizbullahı İsrail’e karşı mücadelede sol örgütlerle işbirliği içindeydi ve bu olması geren bir durumdu. İslam dinine de ters düşmüyordu, çünkü İslam’da birinci öncelik zalime karşı bir olmaktı. Bediüzzaman’ın “İttihat ve terakki cellatlarına karşı gerekirse Ermenilerle birlikte hareket edilmelidir.” sözünü bu bağlamda delil olarak kullanıyordu. Molla Abdulhakim’e göre Kemalist ideloji zulüm ve küfür üzerine inşa edilmişti ve PKK mücadelesinde, insan hak ve özgürlükleri bağlamında haklıydı, lakin seçtiği ideoloji yanlış ve din karşıtı boyutu sapkıncaydı. Molla Abdulhakim derslerinde öğrencilerine bu düşüncelerini anlatıyordu. Üstelik sadece öğrencilerine değil, kalabalık taziye çadırlarında, düğünlerde hep o konuşurdu ve herkes saygıyla dinlerdi, çünkü o davasına inanan ve şeyhlik iddiasında bulunmayan gerçek bir şeyhti. Devrimci bir şeyh! Çok mükemmel bir hatipti. Gün geçtikçe sevenleri ve takipçileri çoğalıyordu. Bu dönemlerde İran’a duyduğu büyük sempati, daha sonraları gittikçe azaldı. Bilhassa ölümüne yakın dönemlerde İran’ın da İslamiliğine karşı müthiş bir şüphe duymaya başladı. Artık İran onun için bir model olmaktan çıkmıştı. Çünkü onlar da Kemalist cuntacılar ve Baasçı Araplar gibi Kürtlere karşı faşizm uygulamaktaydılar ve ırkçıydılar. Bu arada Velioğlu iç kulis çalışmalarına tam gaz devam ediyordu. Bilhassa ateşli konuşmaları gençler üzerinde etkili oluyordu. Molla Abdulhakim ise hiçbir zaman onun tahriklerine prim vermedi ve hep itidalden; kansız bir irşat faaliyetinden yana oldu. Ne devlete, ne de örgüte karşı silahlı bir mücadele fikrine hiçbir zaman sıcak bakmadı. Ancak cemaat içinde gün geçtikçe etkinliğini daha da arttıran Velioğlu, öncelikle bu iki kişiyi, ruhani ve siyasi liderleri tahtlarından etmeye koyuldu. Bir süre sonra gizli kulis çalışmaları başarıyla sonuçlandı ve yanına büyük bir taraftar kitlesi toplamayı başardı. Bu kitleye, silahlı mücadelenin kaçınılmazlığı ve öncelikle bölge halkının başında ‘lanet tokası’(ki bu tabir bizzat Velioğlu’na aittir) olarak gördüğü PKK’nin yok edilmesi, bunun ardından da devlete cephe açılacağı fikrini işledi durdu. İkna ettikleriyle yeni bir kadro kurdu. Edemediklerini korku ve baskıyla sindirme yoluna gitti; bunu da başaramayınca onları teker teker ortadan kaldırmaya başladı. Nitekim bu mağdur alimlerden biri olan Molla Süleyman bu konuda şöyle diyordu: “Ya bölgeyi terk edecektik ya da öldürülecektik. Eğer ölüm bize rejim ve PKK elinden gelecek olsaydı, biz bölgeyi terk etmeyecektik, zaten bunlardan gelen tehditlere rağmen biz bölgeyi terk etmiyorduk. Kaldı ki bizim önümüzde ölümden başka bir şey de yok. Ama aynı tehdit Hizip’ten gelince, yaptığımız istişareler doğrultusunda bölgeyi terk etmeye karar verdik. Bizi katletmekle sevap kazanacağını zanneden, zavallı bir gencin maktulü olmak istemedik.” Molla Süleyman, PKK konusundaki görüşlerini ise şöyle dile getirmektedir: “PKK önceden beri karşılıklı diyaloğa açık değildi. Bulunduğum mıntıkadaki PKK taraftarları olgun ve tahsilli kişiler değildi. Dolayısıyla oldukça münasebetsizdiler. Ve sert bir şekilde bize yöneliyorlardı. Medreselerin zayıflamasıyla birlikte Kürt halkının önderlik pozisyonu da değişmişti. Değişen bu pozisyon PKK ve benzerlerinin eliyle Kürt halkına büyük bir dram yaşatmıştır. Kürdistan’ın bütün düzeni bozulmuştur. PKK ve benzerleri Kürt halkını, bir din karşıtlığı dalgasıyla karşı karşıya bırakmıştır. Halk bundan etkilenmiş gözüküyor. PKK, rejim kadar etkili olmasa da, Kürdistan’ın birçok yerinde medreselere yönelik saldırılar içerisinde olmuştur. Medreseleri dağıtmış, öğrencileri aşağılamış, dini değerlere saygısızlık yapmıştır.”(http://rohollahayatollah.b logspot.com/2006/04/mollasulayman- kursun-hocaefendi-ve.htm) Bu arada gerek Molla Süleyman gerekse Molla Abdulhakim bölgede en büyük haksızlığa ve baskıya, ne devlet ne de PKK eliyle maruz kaldılar. En büyük zulüm Velioğlu’nun kontrolüne giren, yine Molla Abdulhakim’in tabiriyle “Hizb-i kontra” tarafından yapıldı. Molla Süleyman bölgeden hicret etmek zorunda bırakıldı. Molla Abdulhakim, önce kendilerini “özel yetkili devlet görevlileri” olarak takdim eden bir ölüm tipi tarafından kaçırılmak istendi ancak yakınlarının desteğiyle kurtarıldı. En sonunda güçlü bir aşiret olan akrabalarının yaşadığı Midyat ilçesine yerleşti. Burada da evi baskınlara maruz kaldı. En son emniyet ve askeri güçler bir şikâyet üzerine baskın yaptılar ve ikamet yeri değişikliğini karakola bildirmediği için silahına el konuldu ve bu nedenle hüküm giydi. Tabi burada önemli olan nokta şikâyeti kimlerin ettiği idi. Yok etme planları tutmayınca, başka bir etkisizleştirme planıyla birileri sürgüne, lider pozisyonundaki Seyyid Molla Abdulhakim de cezaevine gönderilmiş oldu. Molla Abdulhakım önce Midyat cezaevine konuldu. Cezaevi çıkışında yine özel bir ekip onun ifadesine başvurdu. Bilgiler bu ekibin Özel Harp Dairesinden görevli subaylar oldukları yönündeydi. Molla Abdulhakim, bu ekibe kendileriyle hiçbir siyasi bağlantı içinde olmayacağını söyledikten sonra kendisini boşatılmış dağ köyündeki medresesine kapattı ve ölünceye değin orada yalnız yaşadı. Vefat ettiğinde taziyesinde, PKK, Hizbullah, Menzil, işçiler, patronlar, korucular, sıradan halk ve deliler dahil, tam bir izdiham yaşandı. Cemaat ikiye bölündü.
Diyarbakır’da başlangıçta her ikisi de aynı cemaatin kitabevleri olan ‘İlim’ ve ‘Menzil’ iki ayrı hareketin karargahları halini aldı ve aynı zamanda bu hareketlerin adı haline geldi. Liderliğini Fidan Hocanın yaptığı “Menzil grubu”, silahlı mücadeleden yana değildi ve ilmi faaliyetlere ağırlık verdi. Liderliğini Hüseyin Velioğlu’nun yaptığı “İlim grubu” ise PKK’ye karşı silahlı mücadeleye girişti. Bu mücadele sırasında bir yandan PKK’nin şehir milislerini, diğer yandan da Menzili ve kendi içindeki muhalifleri katletmeye başladı. Bu süreçte Molla Ubeydullah Dalar, İhsan Hoca, Zehra Vakfı başkanı Molla İzzettin gibi büyük zatları katleden Hizbullah, Velioğlu’nun yönetiminde Ergenekon’un acımasız bir taşeron örgütüne dönüştü. Yani Hizbullah’tan Hizb-i kontraya... Merkezi de Kum, Bağdat veya Şam değildi artık; İstanbul Beykoz’du. Hikâyenin bundan sonraki bölümü ise zaten herkesin malumu.