Hormonlu bir aşk romanı

Hormonlu bir aşk romanı
Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanı piyasaya çıktığından bu yana tartışma ve eleştiri konusu olmayı sürdürüyor. Romanda aşk kavramının ele alınış ve okura sunuluş biçimi hakkında bir yazı kaleme alan Cumhuriyet Kitap yazarı Emin Özdemir, Masumiyet Müzesi'nde aşkın doğallıktan uzak ve yapay biçimde yer aldığını "hormonlu" benzetmesiyle vurguluyor.Masumiyet Müzesindeki aşk için yıkıcı', 'çıldırtıcı, erotik', acılı' gibi cok değişik nitemler kullanılabilir. Bana göre bu aşkı belirleyecek, en kuşatımlı sözcük 'hormonlu'nitemidir" diyor Emin Özdemir.***Hormonlu bir aşk romanı Kimi yapıtlar vardır, okurken sürekli anıştırmalara daha doğrusu anımsatmalara götürür sizi. Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi de o türden. "Benzersiz bir aşk romanf diye sunulan yapıtın, daha ilk sayfasında Vladimir Nabokov'un, Anna Karenina'yı değerlendirirken yaptığı şu saptamayı anımsadım: "... Aşk yalnızca cinsel olamaz, çünkü o zaman bencildir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar" (Edebiyat Dersleri, s.86) Orhan Pamuk da Kemal'le Füsun arasında kurgulayıp oluşturduğu aşkı, kösnüllükle beslenen bir cinsellik üzerine temellendiriyor. Roman, Kemal'in (anlatıcı ve başkişi) bir yakınmasıyla başlıyor. Füsunla yaşadığı birkaç saniyelik "o harika altın an"ın anlamını bilememiştir. Bilebilseydi eğer, belki yaşamının yörüngesi değişecek, her şey bambaşka olacaktı. Oysa bilememiştir. Bedenine ve ruhuna mührünü vuran, yaşamını allak bullak eden "altın an"ı şöyle anlatıyor: 26 Mayıs 1975 Pazartesi günü saat üçe çeyrek kala civarında bir an, sanki bizim suçtan, cezadan, günahtan ve pişmanlıktan kurtulduğumuz gibi, dünya da yerçekimi ve zamanm kurallanndan kurtulmuş gibiydi. Füsun'un sıcaktan ve sevişmekten ter içinde kalmış omzunu öpmüş, onu arkadan yavaşça sarmış, içine girmiş ve sol kulağını hafifçe ısırmıştım ki kulağma takılı küpe uzunca bir an sanki havada durdu ve sonra da kendiliğinden düştü. (s.11) Ter ve ten kokan bu kösnüllük an(lar)ı, romanın kurgusal dokusu içinde ayrı bir katman oluşturuyor. Kahramanlarımız (Kemal'le Füsun), hemen her gün belirli saatlerde (ikiyle dört arası) Merhamet Apartmanında buluşuyor, cinsel hazın esrikleştirdiği bedenlerinin coğrafyasında yaşıyorlar. Bu yaşantıyı sürdürürken Kemal, bir yandan da nişanlanmak üzere olduğu sözlüsü Sibel'le işyerindeki odasında sevişmeyi ihmal etmiyor. Bu ikili ilişkiyi geleceğe yönelik bir imgeye dönüştürmüştür kafasında: Sibel'le evlenecek, mutlu bir yaşam' kuracaktır; Füsun da kabullenirse metresi olacaktır. Sevişme anlarının bedensel dile dayalı betimlemelerle verilmesi, daha ilk sayfalarda okurları kolayca çekim alanı içine alıyor. Yığın ya da piyasa romanlarına özgü bir ortamın havasını solumaya başlıyor okur. Bu tür hafif romanlarda gördüğümüz güzelduyusal kaygılardan uzaklık, nedenlemelere yaslanmayış, tenselliği insanı anlatmada temel öğe olarak seçiş nerdeyse Masumiyet Müzesinin de ayına özellikleri oluyor. Bunun böyle olduğunu Kemal de söylüyor: O sevişme anlarını yeniden yeniden yaşama isteği ve o zevklere bağlılık, hikâyemi sürükleyen temel ateştir elbette. Yıllar boyu ona duyduğum bağlılığı anlamak için o eşsiz sevişme anlarını her hatırlayışımda, mantıklı düşünceler yerine, gözümün önünde sevişme saadetimizden güzel görüntüler canlandı. Mesela kucağıma oturmuş olan güzel Füsun'un büyük sol göğsünü ağzımın içine almışım... Bilmem söylemeye gerek var mı, donanımlı bir okur, bu sevişme anlarım okurken, ister istemez kimi anıştırmaların içinde bulacaktır kendini, ilk ağızda Ahmet Altan'ın Aldatmak, İsyan Günlerinde Aşk, Kılıç Yarası Gibi romanlarındaki o uğultulu, kızışkan sevişme sahnelerini anımsayacak; sonra da şu soruyu sormadan edemeyecektir: "Niye yazmış bu romanı Orhan Pamuk?" Eğer yazış nedeni aşkı doğuran gücün, bedenin yasaları, tenselliğin sesi olduğunu anlatmaksa, bu konuda ne Ahmet Altan'la yarışabilir, ne de Ahmet Altankulvarında kulaç atan piyasa romanlarıyla... Öyleyse ben de sorayım: "Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesini hangi amaçla yazmış, neyi anlatmak istemiştir?  Kuşkusuz, sorunun yanıtını bulmak, "okurun işidir, onun görevidir bu". Böyle düşünmüyor Orhan Pamuk; kendisiyle yapılan röportajlarda, kitabının tanıtım toplantılarında uzun uzun anlatıyor bunu: Topluma aşkın içinden bakmak, âşık olunca bize neler olduğunu, nasıl bir aşkı yaşadığımızı göstermek, aşkı yüceltmeden, ona kutsal bir anlam yüklemeden "aşkın hallerini içinde barındıran değişik bir aşk romanı" yazmak istediğini söylüyor. 'O altın anlar' Romanının olay örgüsünü de doğal olarak bu tasarım doğrultusunda biçimlendiriyor. Temel özne olarak varsıl, kentsoylu bir ailenin otuz yaşlarındaki oğlu Kemal'i seçiyor. Kemal'in karşısına ikincil özneyi, kendisinden on iki yaş küçük, uzaktan akrabası yoksul bir kızı, Füsun'u çıkarıyor, ilk görüşte Füsun'dan etkilenip tensel bir yakınlık duyuyor ona. Bu etkilenim, Merhamet Apartmanı'ndaki "o altın anlar"ı yaşatıyor onlara. Kemal, sözlüsü Sibel'le nişanlanınca Füsun kayıplara karışıyor. Füsun'un izini sürüyor, onunla bağlantı kurmaya çalışıyor. Sonunda izini bulduğu Füsun'un çağrısıyla evlerine gidiyor. Artık Kemal'in bir ayağı Nişantaşı'nda bir ayağı yoksulların oturduğu Çukurcuma'dadır. Bizim kentsoylu, varsıl kahramanımız giderek bir değişime uğruyor, Füsun'un yanında, yakınında bulunabilme uğruna ailenin bir bireyi olup çıkıyor. Nice acılar, çekiler, dışlanmalar, aşağılanmalar yaşanıyor. Sekiz yıllık bir sabrın, inadın, özverinin ardından yeniden "çiçeklenen aşkları" coşkulu bir biçimde değil, "yorgun bir arkadaşlık" kıvamında sürüp gidiyor. Olay örgüsünü tümüyle özetleyecek değilim. Çünkü bir romancıya "neden bunları anlatan da şunları anlatmadın" gibisinden sorular sormak saçmadır. Böyle derken Umberto Eco'nun, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti adlı yapıtındaki denemelerinin birinde "kurmaca anlaşması" diye öne sürdüğü bir kavramı anımsıyorum: Okur, kendisine anlatılanın hayal ürünü bir öykü olduğunu bilmelidir, ancak bu, yazarın yalan söylediğini düşünmesini gerektirmez. Searle'ün belirttiği gibi, yazar gerçek bir beyanda bulunuyormuş gibi yapar. Biz de kurmaca anlaşmasını kabul eder ve onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranırız. Ancak, roman kişilerinin davranışları, onların varoluşsal gerçekliklerini yaralayacak bir nitelik taşımaması gerekir. Yazar, kişilerin davranışlarım nedenselliğin dışında tutamaz; kendi isteklerine göre davrandıramaz onları. Böyle yaparsa, yazar, inandırıcılığını yitirir. Bunun için karakterlerin eylemlerini yönlendiren nedenleri uzaktan da olsa sezdirmek, duyumsatmak zorundadır. Bunun gerçekleştirilmediği, okurun karanlıkta bırakıldığı romanların okuma sürecinde "kurmaca anlaşması" da bozulur ister istemez. Romanların dokusu, olay örgüsü üzerinde düşünülürken sık sık sorulan bir soru vardır: Bir yönelim, bir düşünce, bir tasarım, nasıl doğar, eyleme nasıl dönüşür? Hiçbir eylem ya da edim durup dururken olmaz; her durumun mutlaka sezgiyle ya da akılla algılanabilen bir nedeni vardır. Masumiyet Müzesini okuyan gerçek bir okurun kafasında da nedensellik bağlamında kimi sorular doğabilir. Sözgelimi, Füsun, nasıl bir itkiyle hiç duraksamadan, nazlanmadan bekâretini vermiştir Kemale? Bu itkide cinselliğin, kösnüllüğün mü payı vardır, yoksa yoksulluktan kurtulma düşlerinin mi? Füsun, Kemal'e "Sana âşık oldum, sana çok fena âşık oldum... Artık bütün hayatım seninkine bağlı" demesine karşın neden birdenbire onu terk edip kayıplara karışmıştır? Ya onca yıl sonra Kemal'i evlerine çağırışı neyle açıklanabilir? Çağırdıktan sonra onunla her türlü tensel iletişimden özellikle kaçınışına ne demeli? Masumiyet Müzesi'nin kurgusal yapısına bütünselliği içinde bakınca çok tanıdık öğeler gördüğümü de söylemeliyim, ilk ağızda Yeşilçam dünyasının "varsıl oğlan-yoksul kız" klişesi beliriyor; ardından bu klişenin odağına yerleştirilen Yeşilçam dünyası değişik boyutlarıyla çıkıyor karşımıza; elbette bu dünyanın çürümüş ortamına girmek isteyenlerin düşleri, özlemleri de... Bunun yanı sıra yazarın kimi romanlarından tanıdığımız yüzleri, bildik eylemleri de buluyoruz. Romanın dokusuna sindirilmiş bu tanıdık öğeler, Picasso'ya mal edilen bir sözü düşündürüyor bana: "Ben başkalarını değil, asıl kendimi kopya etmekten korkarım..." Orhan Pamuk, yürekli bir yazar, ikisinden de korkmuyor, çekinmiyor. Belki "kopya" sözcüğü ağır kaçacak; iyisi mi başta kullandığım "anıştırma" sözcüğünü yeğleyeyim. Hem kendi metinlerine hem de başkalannınkine anıştırmalara dayalı açık göndermeler yapıyor. Örneğin Kara Kitap'ta Rüya, kocasını terk etmiş, İstanbul'un içinde kayıplara karışmıştır, Masumiyet Müzesi'nde de Füsun aynı şeyi yapar; Kemal'i terk edip izini yitirtir. Kara Kitap'ta Rüya'nın kocası Galip, istanbul'u sokak sokak dolaşır, onun peşine düşer, Masumiyet Müzesi'nde Füsun'un ardından Kemal sokaklarda dolaşır, onu arar. Kara Kitap in baş karakterlerinden biri, gazeteci, köşe yazan Celal Salik'le Masumiyet Müzesi'nde de yine gazeteci olarak yüz yüze geliyoruz. Yeri gelmişken söyleyeyim, karakterlerini bir metinden başka bir metnine taşıma oyunundan hoşlanıyor Orhan Pamuk. Bunu da kurmaca kişilere gerçeklik kazandırma adına yapıyor herhalde... Aşkın halleri Romanı okurken Emrah'ın bir şiirinde geçen "Bir yiğit gurbete düşende /Gör başına neler gelir" dizeleri dolandı dilime. Sanki Orhan Pamuk bu dizelerdeki "gurbete" sözcüğünü "aşka" dönüştürmüş. Bizim Nişantaşılı, varsıl, otuzluk Kemal Basmacı, aşka kapılırsa başına neler geleceğini, hangi hallere düşeceğini göstermek istemiş. Peki, neler geliyor başına, hangi hallere düşüyor kahramanımız? Ayrıntılara inmeden söyleyeyim, düşünsel düzeneği bozuluyor ilkin. Aklıyla değil, teniyle düşünmeye başlıyor. Baktığı her şeyde Füsun'u görüyor, "Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar"düşüncesiyle Füsun'u anımsatacak, onun elinin değdiği her nesneyi biriktirme tutkusunun sarmalına düşüyor. Nişantaşılı olmaktan çıkıp Çukurcumalı olmaya çalışıyor, bu yeni mekânın tüm olumsuz koşullarına yakınmadan katlanıyor, dahası bundan büyük bir haz duyuyor. "Mutluluğu, insanın sevdiği kişiye yakın olması" diye tanımlıyor, Füsun'un yanında yakınında olabilmek, onunla aynı havayı solumak için günlerce yazlık sinemalarda Yeşilçam filmleri izliyor, Füsunların evine her gelişinde istese de oradan kalkıp gidemiyor bir türlü. Orhan Pamuk, Kemal'e yaşattığı aşkın hallerini "gündelik yaşamın sıradan ayrıntıları"yla donatarak anlatıyor; ama öyle durumlar sergiliyor ki, okuru çağrışımsal anıştırmalara götürüyor. Sözgelimi Füsunların evinde biraz daha fazla kalabilme bahaneleri yarattığı sahneler, abartılı da olsa, söylencesel bir aşk öyküsünün kahramanı âşık Kerem'i çağrıştırıyor. Hani Kerem, kendinden kaçırılan Aslı'nın izini bulmuş, onun yanına varmıştır; yanında biraz daha kalmak, yüzüne biraz daha fazla bakabilmek için tüm dişlerini çektirir ya, sanki Kemal de aynı şeyi yapabilir gibi geliyor bana; öylesine yakıcı, sayrılıklı bir aşkın içindedir. Aşkın sabır, inat, bekleyiş, acı ve çile çekme gibi halleri, Kemal'in ruh ikizi, bir başka roman kahramanını anımsatıyor: Marquez'in Kolera Günlerinde Aşk'ın başkişisi Florentino Ariza'yı... Onun Fermina Daza'yla yaşadığı aşkla bizimkilerin, Kemal'le Füsün'un aşk arasında kimi benzerlikler vardır. Acılı ve çileli bir bekleyiş süreci içinde olmuştur Florentino Ariza da. Beklemenin gerektirdiği sabır ve inat her ikisinde de ortaktır. Florintino, Freminna'ya mektuplar yazmış, nice uykusuz geceler geçirmiştir Kemal de. Zamanı bir tartımdan geçirme, yaşanılan acılı aşk günlerini sayılarla somutlama her ikisinde benzer bir tutumdur. Kemal'in aşkı on yıl sürmüştür; bu on yıl içinde tam yedi yıl on ay Çukurcuma'ya Füsun'u görmeye gitmiştir. 409 haftada, onlarla 1593 kez akşam yemeği yemiştir. Florintino'nun çileli bekleyişi ise çok daha fazla, onun deyişiyle "Tam elli bir yıl, dokuz ay, dört gün "dür. Çok katmanlı bir roman insanı, içinde doğduğu tarihsel, toplumsal koşullardan soyutlayamayız. İnsanın bireysel tarihinin ardında bu koşullar yatar aslında. Burada Milan Kundera'nın Roman Sanatında söylediği şu sözler geliyor aklıma: insan ve dünya sümüklüböcek ve kabuğu gibi bağlıdır birbirlerine. Dünya, insanın bir parçasıdır, onun uzantısıdır; dünya değiştikçe varoluş da (dünyada konumlanmış olma) değişir. Balzac'tan bu yana varoluşun "dünya'sı tarihseldir ve roman kahramanlarının yaşamı, tarihlerin belirlediği bir zaman uzamı içinde geçer. Masumiyet Müzesine bu açıdan bakılırsa onun çok katmanlı bir roman olduğu söylenebilir, ilk katmanında Kemal'le Füsun'un "melodramatik" aşkları verilirken öteki katmanlardaysa toplumsal yaşamımızdaki değişimler, dönüşümler, siyasal dalgalanmalar yansıtılıyor. İçeceklerden yiyeceklere, giyim kuşamdan kullanılan eşyalara, geleneklere, törelere değin birçok şey etkileşimsel bir örüntü içinde veriliyor. Daha doğrusu "romanını insan manzaraları" tarihsel, toplumsal koşulların içinde oluşturuluyor. Bu da ister istemez romanın söylemsel örüntüsünü etkiliyor, değişik söylemler üretiliyor. Yalınlaştırarak belirteyim, üç tür söylem biçimi ağır basıyor romanda, ilki, sevişme sahneleriyle, "yüksek sosyete'' diye adlandırılan kesime özgü ilişkiler ağının betimlenmesinde kullanılan "magazinsel söylem". Şu türden kışkırtıcı, ışıltılı söz ve sözcük öbeklerine dayalı: "Çok özel, çok hoş, çok güzel bir kız", "sümbüller, kır çiçekleri ve yapraklarla kaplı ona çok yakışan cici bir gömlek", "güzelim saçlarını özenle, şefkatle okşama", "içimde kıvranarak baş kaldıran cinsel hayvan", "göbeğinin kendine özgü çukuru", "cennetten çıkma mutlu bir köşe", "ıslak ağızlarımız", "birbirini cesaretlendiren dillerimiz", 'kadife teninin üzerindeki ve içindeki zevk noktaları" gibi... İkincisiyse sözcüklerin duygusal ve çağrışımsal anlamlan dışında, ilk anlamlarına dayalı öğretici boyutlu denemesel söylem. Bunu, bir küçük alıntıyla örneklendireyim: İsa'dan 1975 güneş yılı sonra İstanbul'un merkezi olduğu Balkanlar, Ortadoğu ve Güney ve Batı Akdeniz topraklannda, genç kızların "bekâreti", evliliğe kadar korunması gereken kıymetli bir hazine olmaya devam ediyordu. Batılılaşma, modernleşme denen süreçler ve daha çok da şehirleşme sonucu genç kızlann gittikçe daha ileri yaşta evleniyor olmaları, bu hazinenin pratik değerini İstanbul'un bazı semtlerinde hafifçe düşürmeye başlamıştı. Batılılaşma yanlıları uygarlaşmayla eş tuttukları modernleşme sonucunda bu ahlakın ve hatta konunun unutulacağına iyimserlikle inanıyorlardı. Romanın akışı içinde asıl öne çıkan söylem biçimiyse "melodramatik" bir doku taşıyanıdır. Bu doku içinde kullanım sıklığı en yüksek sözcüklerden biri "aa'dır. Öyle ki, öfkeye, korkuya, umutsuzluğa, kıskançlığa dönüşerek anlatımın ateşini yükseltiyor. Uzaktan uzağa da hafif roman söylemine "selam" gönderen bir ton da taşır. ...Şimdi acı öldürücü ve zalimdi ve beni, kurbanının canına hiç değer vermeyen vahşi bir hayvan gibi tüketiyordu. Ölü gibi yatağa uzanmış, çarşaflara sinmiş kokusunu kokluyor, altı gün önce bu yatakta nasıl mutlulukla seviştiğimizi hatırlıyor ve onsuz nasıl yaşayabileceğimi düşünüyordum ki, direnemediğim bir kıskançlık duygusu, içimdeki öfkeye karışarak yükselmeye başladı. Füsun 'un kendine hemen yeni bir sevgili bulduğunu düşünüyordum. Kıskançlık acısı zihnimde başlıyor, kısa zamanda midemdeki aşk acısını tetikleyerek beni bir çeşit yıkıma sürüklüyordu. Kurgusal yönden olsun, söylemsel ve biçemsel yönden olsun Masumiyet Müzesi'yle Orhan Pamuk, romancılığındaki ilk evreyle, daha doğrusu Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev, Beyaz Kale'deki çizgisiyle yeniden kan bağını kuruyor. Neye dayanarak söylüyorum bunu? Orhan Pamuk, Sessiz Ev'le 1984 yılı Madaralı Roman ödülüne katılmıştı. Seçiciler Kurulunda ben de vardım. Diri, yalın, derinlikli bir anlatımı vardı. Gözlemci bir gerçekçilikle insan ve toplum düzenimize ayna tutuyordu, ödülü, oy birliğiyle ona verdik. Ne var ki o romanından sonra yazdıklarında dilsel ve kurgusal bağlamda bir sapma oldu. Yeni Hayat, Kara Kitap, Benim Adım Kırmızı, Kar çok satan, ancak az okunan kitaplar olarak nitelendirildi. Nereden geliyordu bu? Soru hep tartışma gündeminde kaldı. Orhan Pamuk'a ödül veren bir kurulun üyesi olarak tartışmalara ben de katılmıştım. Okuma güçlüğü yaratan nedenler, kimi kurgu oyunlarından, bu oyunlara koşut yapısal yönden yığışımsal, sözdizimsel açıdan özürlü tümcelerle örüntülenmiş kılçıklı bir dil kullanılmasından geliyordu. Bu durum, Masumiyet Müzesinde en aza inmiş. Yine kimi tümcelerde sözcükler Türkçe sözdizimine aykırı biçimde kullanılmış: "Sonra annemle benim soframızda, yirmiye yakın yıl hakkında hiç konuşulmadan durdu." (s. 28), "Sana çığlıklarından kopup gelen pek çok şey" (s.65), "Böylece küçüklüğümde annem ve ağabeyimle Tünel'den eve dönerken bindiğimiz tangır tungur Maçka ve Levent otobüsleri yazıhane penceremin önünden geçerken, ben Füsun'a duyduğum heyecanın, yapmak istediğim mutlu evliliği zedelememesi için şu anda yapabilecek çok fazla bir şeyim olmadığım anladım" (s.80), "Eski bir dost gibi, yüzüne, gülüşüne ve dudaklarına aşina hissettim" s.92)... Dediğim gibi Orhan Pamuk'un bu romanı, hem kurgu hem dilsel Örüntü yönünden romancılığının ilk evresine dönüşün izlerini taşıyor. Belki de yanılıyorum. Ancak Kemal'in, Füsun'un aşkıyla yaralanmış yüreğini anlatan roman, böyle bir izlenim yarattı bende. Bir de, Kemal'in yaşamını altüst eden aşkın doğallıktan uzak olduğu... Masumiyet Müzesi'ndek aşk için "yıkıcı", "çıldırtıcı", "erotik', *acılı' gibi çok değişik nitemler kullanılabilir. Bana göre bu aşkı belirleyecek, en kuşatımlı sözcük "hormonlu" nitemidir. Kimi meyveler, sebzeler vardır. Biçim, renk yönünden, ötekilerden ayrılan, albenili bir görünüş taşır. Alırsınız, ne ki ötekilerde bulunan doğal tadı bulamazsınız onlarda; çünkü hormonla beslenmişlerdir. Masumiyet Müzesi de böyle işte, hormonlu bir aşk romanı...