Bugün saat 16.00’da... İzmir’de Cumhuriyet Meydanı’nda...
Ankara’da Cebeci Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin önünde... İstanbul’da Pangaltı metro çıkışında... Kürtaj yasasıyla ilgili tartışmalara karşı protesto yürüyüşü var. Bu röportajı okuyup katılıyorsanız, buna hak veriyorsanız, doğru diyorsanız, bu üç şehirden hangisinde yaşıyorsanız, orada bu yürüyüşlere de katılmalısınız. Kadınlar üzerine bu kadar hızla, bu kadar olumsuz şey yapılırken avukat Hülya Gülbahar’ın önemli dikkat çektiği bir mesele var ki, çok haklı. Bu dönemde kadın dayanışmasından başka direncimizi göstermek için yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Hülya Gülbahar, gözlerinden ışıklar saçan müthiş bir kadın. Korkusuz bir kadın. Samimi bir kadın. Son zamanlarda onun kadar gerçek birini görmedim. Gerçek ve farklı...
Biz nereye gidiyoruz?
- Bu, şu anda herkesin kendine sorduğu soru! Önümüzü göremediğimiz bir dönemdeyiz. Bu ülkenin geleceğini kestirmek mümkün değil...
Sizi rahatsız eden gelişmeler neler?
- Türkiye’de iktidar politikaları dışında hiç kimsenin herhangi bir görüş getirebilme imkânı kalmamış durumda. Çok net anlaşılıyor ki, farklı yaşam biçimlerinin, farklı tercihlerin bu ülkede özgürce var olabilmesinin önü kapatılıyor.
Sizi en çok ne rahatsız etti?
- Kürtaj tartışmaları bardağı taşıran son damla oldu. Ama beni bir sürü şey rahatsız ediyordu. 2010’da kadın örgütleri olarak yaptığımız Dolmabahçe toplantısında, Başbakan bize, açık açık, “Ben kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum çünkü yaradılışları farklı” dedi. Ekledi: “Kadından anneliği çıkarırsanız geriye kutsal bir şey kalmaz!” Bu, benim için ilk kırılma noktasıydı. İkinci kırılma noktasını, geçtiğimiz günlerde Şiddet Yasası’nı tartışırken yaşadım. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’le 250’ye yakın kadın örgütü bir araya geldik. Aylarca birlikte şiddet yasası taslağı üzerinde çalıştık. Kelime kelime üzerinden geçtik. Sonuçta çok içimize sinmese de belli bir noktada uzlaştık...
Peki n’oldu?
- Ne mi oldu? 14 ilde, ‘Şiddet Önleme İzleme Merkezleri’ açılacaktı. Bu merkezler 7/24 çalışacaktı. Kadınlar oraya gittiğinde, hem psikolojik hem hukuki hem de tıbbi destek alabilecekti. Çocuğun bakımı ve iş danışmanlığı gibi sorunlarını da paylaşabilecekti. Her şey tek bir kapıda halledebilecekti. İlk aşamada, 5 bin kadro olacaktı, listeler hazırlandı. Heyecanlıydık. Ama taslak, Başbakanlık’a gittiği anda heyecanımız kursağımızda kaldı. Türkiye çapında tek bir şiddet önleme merkezi, 300 kadroyla sınırlı kaldı! Her gün 5 kadının öldürüldüğü bir ülkede 300 kadroyla ne yapabilirsiniz; şaka gibi! Acilen adı da değiştirdiler, ‘Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Kanunu’ değil de, ‘Ailenin Korunması Kanunu’ haline getirdiler.
Neden?
- Bu çok önemli bir vurgu. Devlet, “Kadına şiddeti değil, aile içi şiddeti önlemeye çalışırım. Bunun için yasa çıkartırım” diyor. Bu da benim için üçüncü kırılma noktasıydı. Şiddet Yasası’nda, kadın hareketinin artık frenleyici bir işlevinin kalmadığını, iktidarın hiç kimseden çekinmediğini gördüm. Bu da beni dehşete düşürdü. Arkadan geriye gidiş anlamında bir adımın geleceğini biliyordum. Geldi. Kürtaj yasası.
Türkiye’deki kadın hareketinin en önemli isimlerinden biri olarak bu olan biteni nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Çok ciddi bir hodri meydan var! Bu iktidarın, kadınlarla ilgili politikalarını durdurmak günden güne zorlaşacak...
O kadar karamsarsınız yani...
- Valla iyimser olabileceğim bir durum yok. Önce, “Bu, belki de Başbakan’ın fevri bir çıkışıdır” diye düşündük. Yanıldığımızı kadın bakanlığıyla görüşme yapınca anladık. Artık Türkiye’de kazanılmış hakların ciddi bir risk altında olduğunu ve bu riski durdurmanın çok zorlaştığını biliyoruz. Böyle sakin konuştuğuma bakmayın, bu korkunç bir şey. “Kadından anneliği çıkardığımızda geriye kutsal olan bir şey kalmaz” diyerek kadını sadece annelik niteliğiyle değerli kılan bir yaklaşımdan, “Anne değilse katildir!” yaklaşımına sıçradık. Bu yeni bir evre. Bizler, günümüz Türkiye’sinde, kadınlara ‘analık’ ya da ‘katillik’ dışında herhangi bir alanda var olma hakkı tanımayacak bir devlet politikasıyla karşı karşıyayız.
Bir de devletin bütün birimleri arka arkaya benzer beyanatlarda bulunmaya başladı...
- Çünkü devlet mekanizmalarında yeterince kadrolaşma yapıldı. Başbakan düğmeye bastığı anda, herkes kendi bulunduğu alanda, RTÜK’se RTÜK, Sağlık Bakanlığı’ysa Sağlık Bakanlığı, herhangi bir ildeki nikâh memuruysa nikah memuru, karakoldaki polisse polis, aynı refleksle, o yeni politikaya uygun şekilde yayın yapıyor. ‘Ustalık dönemi’nin göstergeleri bunlar. Tehlikeli bir sürece girdik.
Kürtaj tartışmaları konusunda Diyanet’in fetva vermesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Kaygı verici. 1983’te nüfus planlaması hakkında kanun çıkarken, o dönemin Diyanet İşleri Başkanı, ‘Dinen uygundur’ diye rapor vermişti. Başbakan değişti, bugün, onun atadığı Diyanet İşleri Başkanı, onunla aynı üslubu kullanarak “Bu cinayettir!” diyebiliyor. Diyanet, bence derhal lağvedilmesi gereken bir kurum. Düşünebiliyor musunuz, ‘emanet kavramı’ üzerinden, kadınların bedenlerinin kendilerine ait olmadığını söylüyor. O bedenler bize ait değil! Tanrı’nın! Ve bizler, Tanrı’nın dünyadaki elçisi erkeklerin çocuklarının taşıyıcısıyız! Kürtaj tartışmasında da, beni kimse, daha sinir sistemi hiç gelişmemiş, bilinci olmayan ve daha ‘tutup tutmayacağı’ bile belli olmayan bir ‘fetus’un hakları için bu kadar üzünüldüğüne, uğraşıldığına inandıramaz! Samimi değil bunların hiçbiri. Çok aşikâr ki arkasında başka bir şey var...
Ne var?
- Kadınların bedenleri, cinsellikleri ve hayatları hakkında kontrol erkeklerde olacak var. Kürtaj tartışması bu, sezaryen tartışması da...
Açalım...
- Bu karar, kadınla hekimi ya da kadınla partneri arasında bir karar değil, devletin saptadığı şekilde belirlenecek. Devlet, kadının bedenini, cinselliğini ve hayatını kontrol edecek. Türkiye’de kadınlara yapılan ‘hodri meydan’ bu işte. Onun için kadınlar, ‘annelik’ ve ‘katillik’ arasında başka rol tanımaksızın, ikisinden birine sıkıştırılmak isteniyor. “Keyfi kürtaj” diyorlar, keyfi kürtaj diye bir şey olur mu, kürtaj masalarında keyif mi alınır? “Benim bedenim, benim kararım” söyleminden bu kadar rahatsızlık duyulmasının arkasında da, bütün bir kadın cinsi kontrolden çıktığı için onu tekrar kontrol etme kaygısı var.
Peki, Sağlık Bakanı’nın dediği gibi, orta yolda uzlaşmak mümkün mü?
- Dünyada Vatikan, Nikaragua gibi birkaç ülke dışında kürtajın yasak olduğu hiçbir yer yok. Böyle bir şey yapabileceklerine inanmak istemiyorum. Ama, “Hepten yasaklamıyoruz” deyip 4 haftaya indirirlerse de, fiilen yasaklamış olacaklar. ?u anda 8 haftaya çıktılar.
Kadın örgütleri olarak talebiniz...
- Orta yol yok. Ya izin vardır ya yoktur. Dört haftada fark edilmesi bile mümkün değil. O kadar erken gebeliği sonlandırmak tıbben de zor olabilir. Burada yapılacak şey çok net; 12 hafta olması lazım. İkinci mesele, kocanın iznine bağlı olması. Böyle bir şey de söz konusu olamaz. Bakın, Türk Ceza Kanunu’nda, evlilik içi tecavüzün suç sayılmasını biz sağladık. Daha önce değildi. Özellikle de ayrılmak, ilişkiyi sonlandırmak isteyen kadınlar için, tecavüz sonucu hamile bırakılmak, çok ciddi politik bir sorundur ve çok yaygındır. Beş senedir ayrı yaşadığı kocasından boşanamayan bir müvekkilim vardı. Adam eve geldi, kapıyı kırdı, kadına tecavüz etti ve onu hamile bıraktı. Kürtaj olmasına da izin vermedi, 50 yaşına yaklaşmış bir kadından söz ediyoruz. İşin acı tarafı da, o dönem, evlilik içi tecavüz suç değildi ve adam sadece kapıyı kırmaktan ceza aldı. Buradan çıkan tek sonuç var: Kürtajda kocanın rızasının aranmaması gerekiyor. Çünkü çocuk yapmak, doğrudan doğruya kadının bütün hayatını etkileyen bir süreç. Ama toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlarsınız, kadının hayatını etkilediği kadar erkeğin hayatını da etkileyecek hale getirirsiniz, işte o zaman birlikte karar verirler.
Bombardıman halinde, topluma, tek tip bir yaşam biçimi dayatılıyor. Yine Başbakan’ın bir lafı, “Biz sizin askılı bluzlu kadınlarınıza karışıyor muyuz?” Birinin, ‘türbanlı kadınları’, birinin ‘askılı bluzlu kadınları’. Ama hep birilerinin kadınları! Bakış açısı hep böyle. Mutlaka o kadınların sahipleri var. Onun için, “Kadının değil, ailenin korunması.” Hep aile vurgusunu öne çıkarıyorlar. Aile Araştırma Kurumu ilk kurulduğunda, ‘Geniş ve güçlü Türk ailesi’ kampanyası yapıldı. Hedef, Türk-İslam sentezine uygun bir aile modelini teşvik etmekti. Üç kuşak bir arada. Evet, geniş aile güzel bir şey, ama o geniş aile içindeki bireyler eşit hak ve özgürlüklere sahipse; yoksa, iktidar kullanamayan aile bireyleri için geniş aile intihar sebebi bile olabilir. Bir de tek bir aile modeli yok, bunu dayatmak saçma. Bugün dünyanın geldiği noktada, insanlar aynı cinsten olsalar da aile kurabiliyorlar ya da arkadaş toplulukları şeklinde yaşamayı seçiyorlar. Gel de iktidara bunu anlat...
Bütün bu tartışmaların birbiri ardına patlamasının sebebi ne?
- Erkeğin ‘reis’liği üzerine kurulu ataerkil bir toplum modelini yaygınlaştırmak. Aslında bu, uzun zamandır alttan altta yürüyen bir tartışmaydı, birtakım çıkışlara, “Münferit fikirler” deniyordu. Şimdi artık münferit olmadığı, iktidarın genel anlayışının bu olduğu ortaya çıktı. ‘Dekolte giyen kadın, tecavüzcü kadar sorumludur ve tecavüzcü yarı oranında cezalandırılmalıdır’ gibi yasa teklifleri yapıldı bu ülkede. O dönem bunları tartıştığımızda, “O da onun fikir özgürlüğü!” deniyordu. Şimdi bunlar artık resmi devlet fikri ve politikası haline geldi! Bakın, Anayasa Mahkemesi’nin evli kadının soyadı kararı çok dramatik bir karardır.
Bilmiyorum o kararı...
- 10 yıl önce Anayasa Mahkemesi, evli kadının, kocasının soyadını kullanmak zorunda olduğuna hükmetmişti. Avukat Ayten Ünal da AİHM’e başvurmuş ve Türkiye’yi mahkûm ettirmişti. Bu karardan sonra Türkiye’de kanun değişikliğine gerek kalmaksızın bütün mahkemelerde isteyen her kadın, kendi evlilik öncesi soyadını kullanabilmeliydi ama öyle olmadı. Koca ülkede sadece iki kadın var evlilik öncesi soyadını kullanabilen. Anayasa Mahkemesi bu meseleyi 10 yıl sonra tekrar tartıştı ve ne karar verdi dersiniz? ‘AİHM’in kararı bizi bağlamaz!’ Olacak iş değil. Anayasa’nın 90. maddesi, uluslararası sözleşmelerin bal gibi Türkiye’yi bağladığını yazar. Ama Anayasa Mahkemesi tüm bunları hiçe saydı.
Soyadı meselesinin altında yatan nedir?
- İnsan soyunu, erkek temsil eder! Dolayısıyla da, ‘Kadın ya babasının ya da kocasının soyadını taşımak zorundadır.’ Oysa Batılı ülkelerde böyle değil. Niçin kadınlar, oradaki gibi, kendi doğurdukları çocuklara kendi soyadlarını veremiyor? Niçin çocuk, anne-baba ayrılsa da babanın soyadında ve babanın soykütüğünde kalıyor? Çünkü babanın malı! Bu, kürtaj tartışmalarıyla da çok ilintili bu kavram. O ‘fetus’ da, babanın malı! Onun için ‘emanet’. Kendine ait bir şey taşımıyorsun. Tanrı bahanesi bunun, ‘Allah’ın emaneti’ meselesi de bahane, erkek istiyorsa o çocuğu, sahibi o, mülkiyeti onun elinde...
Genellikle ortalığa korku hakim. Siz korkmuyor musunuz?
- Valla, ben Türkiye için kaygılanıyorum. Yargıtay’ın verdiği cinsellik ve pozisyonlarla ilgili karar da rastlantısal değil, hepsi birbirine bağlı. Hepsi aynı mantıktan çıkıyor. Artık doğrudan hayat biçimlerine karışılıyor. Nasıl sevişeceğimize, ne zaman sevişeceğimize, hangi pozisyonda sevişmemiz gerektiğine bile! Yakında misyoner pozisyonu dışında her şeye ‘yasak’ denilecek!
Siz muhafazakârlığın kadınları öldürdüğünü söylüyorsunuz...
- Evet. Konfüçyüs diyor ki, “Kadınlar, çocukluklarında babalarına, yetişkinliklerinde kocalarına, yaşlılıklarında da oğullarına hizmet ve itaat etmek zorundadır.” Muhafazakârlık, işte bir cinsin, bir cinse hizmet ve itaat etmekle yükümlü olduğunu anlatan felsefenin kendisidir! Doğumundan ölümüne kadar hizmet ve itaat etmek; düşünebiliyor musunuz... Böyle bir kural, insan hak ve özgürlüklerine inanan, insanlık ve kadınlık onuru taşıyan her kadının -eğer sistem tarafından beyni yıkanmamışsa- reddedeceği bir şey. Artık köydeki kadın da reddediyor, şehirdeki de. Ama hizmette ve itaatte kusur edenler şiddete uğruyor. Devletin çizdiği kıyafet sınırları dışına çıkanlar tecavüze uğruyor. “Tecavüze uğramamışsan bile doğur!” gibi politikaları topluma enjekte etmek diğer erkeklerde kopya etkisi yaratıyor. Kadınlar direndikçe, şiddete maruz kalıyor. Şu anda Türkiye’de günde en az beş kadın öldürülüyor. Bu cinayetlerin artışında bu propagandanın ve kadınların buna direnişinin çok önemli payı var. Boşanmak istediği için, çalışmak istediği için, dilediği gibi giyinmek istediği için, vücudunun bir yerine piercing taktığı için, cep telefonu çaldığı ve açmadığı için ya da tam tersine açtığı için veya kocası rüyasında kendisini birisiyle aldatırken gördüğü için hayatını kaybeden kadınlarla dolu bir ülkede yaşıyoruz. Kadın, her bir hakkı için çalışma, giyinme, okuma, vs., hayatını bedel olarak ortaya sürmek zorunda. Sürüyor ve bazen kaybediyor.
Kadınların hayatlarını muhafazakâr dünya görüşüne göre biçimlendirme çabası bu ülkede neye yol açar?
- Kadına karşı şiddetin artmasına. Bizde şu an var olan duruma, ‘cinskırım’ diyorum, soykırım gibi. Bizdeki kadın cinayetleri Hindistan’daki ceyiz cinayetlerini geçti. Çok manidardır, şiddetle ilgili yasaya “Altı kişilik Kadın Cinayetlerini İzleme Birimi oluşturulsun” dedik. Yeni kadro alınmasın, memurlardan veya bakanlık bünyesinden oluşturulsun dedik; bunu da kabul ettiremedik. Ve ‘Şiddeti Önleme Merkezleri’nin 5 bin kadrosunun başbakanlık tarafından birden bire silinmesi, “Böyle merkezler açmayacağız” denmesi, kadınlara şiddete maruz kaldıklarında bile gidecek merci bırakmamak, onları karakol, kaymakanlık, savcılık diye koşturmak, bence sistem içinde yıldırma amacını taşıyan bir operasyon. Yazık! Kaç kadının çantasından Savcılık dilekçeleri çıktı öldürüldükten sonra biliyor musunuz...
Biz kadınlar bu durumu düzeltmek için ne yapabiliriz?
- Türkiye’de kadınlar şu anda ciddi bir şekilde uyanık olmak zorunda. Ve kadın dayanışması kavramı üzerine her gün en az beş dakika düşünmek zorunda. “Bu kavramı biliyorum, sahip çıkıyorum, savunuyorum” demek yetmiyor. Kadın dayanışmasıyla örgütlenmekten başka kadınların önünde bir seçenek yok şu anda.
Bir hukukçusunuz, evde porno kaset bulundurmak, hakikaten suç olabilir mi?
- Çocuk pornosu ve kişilerin özel hayatlarına saldırı anlamı taşıyan gizli kamera kayıtları gibi dışında, ister erotik, ister pornografik her filmi özgürce seyredebilmemiz gerekiyor. Devletin hiçbir biçimde karışmaması lazım. “İnternetten indirdi, bilgisayarında bulundu, CD’ye kopyaladı” bunlara da karışılmaması gerekiyor.
Ama karışıyorlar...
- Evet, Türkiye’de böyle tuhaf şeyler oluyor. İnternet yasakları meselesi zaten kamuoyunun gündeminde. ‘e celebi’ diye arama motoru yapıp, bütün Türkiye’nin google yerine onu kullanmasını sağlamaya çalışıyorlar. Neden? Çünkü arama motorlarına giren insanların bilgileri yabancı ülkelerde toplanıyormuş! Ulusal güvenlik sorunu olarak değerlendiriyorlarmış! Tabii ‘e celebi’nin arkasından gelecek olan ‘çocuk koruma programı’, ‘aileyi koruma programı’, ‘kadını cinsellikten koruma programı’, “erkeği cinsellikten koruma programı”... Hep yasak, hep sansür...
Peki nedir? Engellenmek istenen haz almak mı? Cinselliği, sadece çocuk doğurmaya endekslemek mi?
- Çok çarpıtılmış bir ahlak ve din anlayışı görüyorum burada. Bu iktidarın ve ona bağlı kadroların cinsellik anlayışı gerçekten ilginç. Aşırı muhafazakâr. Neredeyse dinler öncesi döneme ait bir anlayış. Muhafazakâr Yahudilik de biraz öyledir. Katoliklik de. Ama İslam dini öyle değildir. Camilerde verilen bazı vaazlara bakıyorum, Yargıtay resmen yasaklayabilir onları! İçeriye mi boşalacaksın, dışarıya mı, ne zaman boşalacaksın, bütün bu tartışmalar yapılıyor camilerde. Bence bu kötü bir şey değil; olmalı, insanlar konuşmalı...
Bu gelişmeler nereye varır?
- Bu toplum, özel hayata bu kadar müdahaleciliği kabul etmez gibi geliyor bana. Her zaman değişik dinler, halklar ve kültürler bu ülkede beraber yaşamıştır. Çok ciddi bir melezlenme olmuştur. O yüzden bu maya, bu toplumda tutmaz; bir yerden patlayacak. Dilerim ki toplumsal kutuplaşmaları, toplumu birbirine düşürmeden birbirine yapıştırarak çözecek bir aklı selim hakim olur. Çok umutlu değilim ama... İçten içe fokurdayan bir şey var...
Başbakan bu işlere karışmaya başladığı zaman, yargıç da, önüne gelen dosyada, oral seks mi yapacak, anal seks mi yapacak, ikisini birden mi yapacak, hiçbirini mi yapmayacak, bütün bunlara karar verme hakkını kendinde görebiliyor. Bu kararları alta alta yazıp herhalde unutmayalım diye yatak odalarımıza asacağız! “Bu odada, şunlar şunlar yapılır, şunlar yapılmaz!” Yakında böyle bir bildirge de çıkabilir Yargıtay’dan!
Kürtaj yasaklanamaz kampanyasına (kurtajyasaklanamaz.com), Türkiye’den ve dünyadan bir hafta içinde 55 binden fazla bireysel imza geldi. Türkiye’den 332 kadın örgütü, 286 karma örgüt kampanyayı destekledi. 49 ülkeden 209 örgüt imza verdi...
Kadınlar Türkiye’nin her yerinde ayaktalar. Altın günlerinde bile bu kürtaj yasası konuşuluyor. Çünkü herkesin geçmişinde bir ya doğum kontrol hapı alamama ya spiralinin bozuk çıkması ama kürtaj yaptırma zorunda kalma var. Kendi yaptırmasa da, mahallesinden en az bir kadına refakat etmiş olma durumu var. Zaten bu “Üç çocuk yap, beş çocuk yap” muhabbeti kadınıyla erkeğiyle bu ülkeyi germeye başlamış bir söylemdi. Giderek bunu zorla yaptırma, ‘tecavüz sonucu bile olsa bütün hamilelikleri doğum çevirme’ politikası başladı. Çok can sıkıcı!