Aslı Örnek
Yazar İclal Aydın'ın yeni kitabı 'Söylenmemiş Sözler', İstanbul'dan Urla'ya uzanan eski bir aşk hikâyesini konu alıyor. İletişim Fakültesi Dekanı Filiz ile emekli gazeteci Oktay Onur Yortan'dan yola çıkan yazar, Filiz'in kızı Zeynep ile Filiz'in yakın arkadaşı Gülin'in oğlu Kerem'in Urla'ya gidişiyle birlikte değişen hayatlarını ele alıyor. Evet, kitabın konusu bu ama içinde bambaşka meseleler de var. Mesela; kimi zaman kadının kadına yapabildikleri, bugünün medyası, yaşanan savaşlar, bu savaştan etkilenenler… İclal Aydın, kitapta çok incelikli konuları akıcı bir dille anlatıyor. 'Söylenmemiş Sözler'i okurken kendinizi Urla'da günün dertlerini unutup, o hayatlara konuk olmuş gibi hissediyorsunuz. Hele bir Nona karakteri var ki kitapta, sevgi dolu, iyi kalpli ve güçlü bu kadına karşı kayıtsız kalmak ve onu sevmemek mümkün değil! İclal Aydın'la Yunan şair Yorgo Seferis, Necati Cumalı ve Tanju Okan'a selam gönderdiği, geçtiğimiz haftalarda yaşamını yitiren gazeteci Selahattin Duman'ı da unutmayarak andığı kitabı 'Söylememiş Sözler'i konuştuk.
- 'Söylenmemiş Sözler' kitabını yazmak için rehber eşliğinde mekanlar gezdiğinizi, yemek yazarlarıyla içindeki Girit yemeklerini konuştuğunuzu biliyorum. Kitabı okurken hem oluşum sürecini ve sizdeki hikâyesini hem de ayrıntılarla dolu olduğu için yazarken sizi en çok zorlayanın ne olduğunu merak ettim…
Hikâyeyi kurmak, karakterleri oluşturmak, bazen onlara, hikâyenin kendi sihrine teslim olmak, bir süre sonra sadece onlarla hatta onlar için yaşamak 'yazmak' eylemini bir işten, ödevden çıkarıyor ve benim için büyük bir hazza dönüştürüyor. Acılı kısmı ise teslim tarihinin yaklaşmasıyla başlıyor. Önce tanıdık bir yetersizlik duygusu ortaya çıkıyor. Sonra sırayla yazdıklarımdan emin olamamak, 'Bu kez başaramadım galiba' inancıyla büyük bir karamsarlığa kapılmak, beğenilmeyecek korkusu ve hikâyenin matematiğinde bir yanlış yaptım mı uykusuzluğu, ya sevmezlerse endişesi ve bir daha yazmayacağım kararıyla kapanışa geliyoruz. Kitabı teslim ettikten sonra da bir hafta on gün süren karakterimden ayrıldığım için olsa gerek garip bir yas dönemi yaşanıyor. Çok enteresan ama her romanda bütün bunları ilk kez yaşıyorum sanıyorum. Fakat yakınlarım artık önemsemiyorlar. Onlar bu süreçlere alışmışlar bile. Halıların üzerine serilip, alnımı parkelere dayadım mı "Ooo galiba bitiyor kitap" diye seviniyorlar hatta. Bana kalırsa, ben sürünüyorum ama onlar haklı çıkıyor. Sona gelmiş oluyoruz hakikaten.
- Kitap, bir yanda Filiz-Oktay'ın dile gelmeyen aşklarının yanı sıra Kerem-Zeynep aşkı ekseninde puzzle gibi küçük küçük bugün yaşananlara göndermeler yapan bir roman. Kitapta da içindekini dışarı vurmak, saklamamakla ilgili sözler var. Bu roman için İclal Aydın'ı üzen şeyler toplamının dışarı vurumu diyebilir miyiz?
Hayır tabii ki… Sadece İclal Aydın'ı üzen şeylerin pek bir önemi yok. Bizi bunca yıldır bir arada tutan 'hepimizi' üzen ve sevindiren şeyler aslında. Elbette bizzat yaşadıklarımdan, tanık olduklarımdan, içinden geçtiklerimden aldıklarım kurguya eklediklerim vardır. Bu romanda beni bizzat üzen, sıkan, bıktıran, kızdıran, usandıran şeyler Oktay Onur Yortan'ın hayatına monte edilmiştir kısmen. Tek başına bir çocuk ve bir kariyer büyüten Filiz, Türkiye'deki milyonlarca kadından biridir. Romanlarım okura ulaştıktan sonra bana "Ben romandaki filancayım, vallahi beni yazmışsınız. Sanki size hayatımı anlatmışım" dediklerinde benden mutlusu yok. Bu romanda en az Kerem'e yakınlık duyarlar diye düşünüyordum ki, ilk okuyanların içinde o kadar çok insan "Aaa, Kerem benim" dedi ki... Şaşkınlık ve mutluluk bir arada şimdi kalbimde. Velhasıl bazen üzmekten, bazen korkudan bazen öyle olması gerektiğine inandığımız için yutkunur, dilimizin ucuna gelen sözleri gömer, üzerini örteriz. 'Söylenmemiş Sözler', gelecek için toprağa bırakılmış bir tohum olsun istedim bu kitapta.
- Bu kitapta basın dünyasının iç yüzüne de değiniyorsunuz. Filiz karakterinden hareketle "Bir kadının başarısı, çalışması, varlığı, titri birilerinin asabını bozduğu anda aynı cinsiyetçi, sığ suçlamalar ortaya çıkıyordu. Basında, iş dünyasında, edebiyatta, akademide, her yerde yaşıyordu bu yoz düşünce biçimi. Filiz, kadının kafasıyla iki bacağı arasındaki mesafeyi bu kadar yakın tutabilenlerin ancak bu iki organı aynı zannedenler olduğunu biliyor artık. Onlara da ne yapsan, ne söylesen boş" diyorsunuz. Sürecin bugün geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün daha da kötü. Basını bir an için bir kenara bırakalım. İktidar partisinin temsilcisi, vekili, üyesi kadınların kürsüye çıktıklarında, mikrofon uzatıldığında kullandıkları çirkin, argo, kendi cinslerini horlayan, o eril dili bir düşünün, anımsayın. Son 20 yılda daha da tırmanan mahallenin kavgacı dili kendi gösterme, kabul ettirme çabasının en kolay yolu ve sonucu. Erkekle mücadele etmek için ondan daha erkek olmanıza, onların düzeninin bir piyonu olmaya gerek yok. Kendini daha güçlü gören oyunu kurup, zayıf olanı kavga ettirerek, birbirine kırdırarak var oluşunu devam ettirir. Güçten anladığı budur zalimin. Kadını kadına kırdırmak bu oyunun kolay yollarından biridir daima onlara göre. O nedenle bugün başarılı bir kadına diğer kadınları düşman etmek, küçümsemek, cinsiyetçi, aşağılayıcı dil kullanmak, kullandırtmak erkeklerin değil, kötü erkeklerin, kötü kadınların, kötü insanların, kötü siyasetçilerin üslubudur. Basit bir soru: Gerçekten kötü ve çirkin olmak ister mi bir insan? O çirkin dilin muhatabı olmak ister mi? Ben istemem. O yüzden de benim dilim, yazdığım, anlattığım hayatlar, hikâyeler, durduğum yer benim o çirkinliğe direnişim.
- Başarılı gazeteci Oktay, medyaya küstüğü için gazete almayı ve okumayı bırakan bir karakter. İnandığı değerlerin hiçbir ederi kalmamış. Oktay diyor ki "İşini iyi yapan kim varsa işsiz artık. Daha ucuzunu bulurum, daha ucuza çalıştırırım diye diye bir tane kalifiye adam, uzman kalmadı. Bilmeyenler kabadayılık yapıyor, bilenler ise susuyor! İşi bilenlere yer yok." Kitapta bu satırların daha da fazlası var ve ben bu satırları okurken "Nihayet benim gibi düşünen biri" dedim. Peki bu satırların yazarı olarak basının geleceği için siz ne düşünüyorsunuz?
Hep inandığım hep söylediğim gibi mutsuzluk çok derin bir kuyu ama dibi var. Bugün gerçek gazetecilerin, gerçek habercilerin nihayet dijital dünya içinde, yeni yapılanmalar içinde işlerini ve içlerini dökebilecekleri yollar çıkmaya başladı ortaya. Gazete almayı bırakan gerçek okurun, gazete yapmayı bırakan gerçek gazetecinin mutsuzluğu da çok büyük ve derin. Ama bir dibi var. O dipteyiz şu anda. Bu yüzden yüzeye çıkıp, hayatta kalmak, nefes almak için var gücümüzle hayata asılmak dışında seçeneğimiz yok.
- Yunan şair Yorgo Seferis, Necati Cumalı, Tanju Okan romanda selam gönderdiğiniz isimler arasında. Onları bu romana dahil etme nedeniniz ne?
Bu üç isim de Urla'nın çocukları... Anadolu'nun en yaşlı zeytin ağaçları Urla köylerindedir. Gözlerinize inanamazsınız. O ağaçlar olmadan, Urla'yı anlatmak ve anlamak mümkün değildir. Bu üç isim de aynı dönemlerde burada yaşamasalar da zeytin ağaçları kadar kıymetlidirler bu topraklar için. Urla'nın sesidir üçü de..
- "Kadınlar çoğu zaman erkeklerden daha cesurdur âşık olduklarında. Deli de diyebilirsin gözü kara da. Hele bir de aşk karşılıklıysa öyle bir güç gelir ki kadınlara, dünyayı tersine çevirebilirler" derken diğer yanda Maria Callas'ın aşık olup, şarkı söylemeyi bırakmasına üzülen bir Filiz var okuyucunun karşısında. "Kadınlara aşık olsanız da, kendinizi bırakmayın! Siz en değerlisiniz" mesajı mı bu?
Bu tür "siz en değerlisiniz" mesajlarına çok değer vermiyorum aslında. Belki de 'en' değil, 'sen de değerlisin' demek cümle içindeki 'de' ekine vurgu yapmak gerekir… Aşk hastalıklı ve güdülerin yönettiği bir eylem. Sağlıklı kararlar alabilmek pek mümkün değil. Süper kahraman filmlerinde gezegenleri yerinden oynatan, binaları fırlatıp atan süper güçlü karakterler vardı ve hepsi de daima iyilik ve insanlık için çalışmaz. Güç ve vicdan muhakemesinin bir arada olduğu durumda da zaten süper kahramanlardan söz ediyoruz artık. Aşkın bir güç verdiği muhakkak ama o gücü ne için, nasıl kullandığınız da önemli. Kendine, yeteneğine, özüne kıymak, kıyabilmek de bir yürek gücü ister ama değer mi? Ölmek değil yaşamak ve yaşatmaktır kahramanlık.
- Kadınların hayatı her daim erkeklerden daha zor. Kendilerini her alanda kanıtlamak zorundalar ki, bir de boşanmış kadınların hayatına da değiniyorsunuz. Gündelik hayatta erkeklerin düşündüğü, yetiştiği kabul edilen ev işlerine de yetişmek, eğer çocukları varsa onları da yetiştirmek bu kadınların ruhunu nasırlaştırıyor mu yoksa onları daha da güçlendiriyor mu sizce?
Artık ev işlerini paylaşabildiğimiz yardımcılara ulaşabilmek daha kolay. Erkeklerin tembelleştiğini kadınların bu tembellik karşısında "kendi göbeğimi kendim keserim arkadaş, bu ne ya" diyerek daha çok alanda koşturduğunu düşünüyorum. Koştururken yorulmak, bıkmak, kas yapmak, kızmak tabii ki o ruhu nasırlaştırıyor. Çok kadın bana hak verecektir. Onları bu hale getiren de belki emeksiz, bedelsiz bir hayat sunmayı sevmek zanneden biz kadınlar olduk. Oysa şimdi geri dönüp baktığımda, benim için kıymetini sürdüren erkeklerin hepsinin ortak özelliğinin çalışkanlık olduğunu görüyorum. Çalışkan insana büyük hayranlık ve sevgi duyuyorum. Bütün gün Netflix izleyip, Twitter'da ona buna laf yetiştiren, gündüz vakti restoranlarda oturanların, eylemsizlerin, hep başkalarını suçlayarak o büyük mucizeyi bekleyenlerin hayattan şikayet etmelerine tahammülüm yok. Kadın ya da erkek fark etmez. Kitaptaki beş ana karakterin beşi de çalışkandır. Beşi de hayatın kendilerine düşen kısmından yaralıdır. Ama iki tanesi süper kahramandır. Biri Filiz Canan diğeri gözümün bebeği Nona!
- Kitaptaki her karakter çok gerçekçi… Filiz, Oktay, Zeynep, Kerem ve Nona. Hatta Nona karakteri o kadar sıcak ve insanı rahatlatan bir karakter ki, okurken ona sarılmak ve onunla aynı ortamda bulunmak istedim. Bu karakterler bire bir olmasa da tanıdığınız insanların özelliklerinden yarattığınız birer kahraman mı, yoksa hepsi hayal gücünüzün ürün mü?
Hepsi hayal kahramanı. Hepsi. Hatta kimseye anlatmadığım bir şeyi ilk defa sana söyleyeceğim. İlk olarak Nona'yı yazmaya başladım Eylül'de. Sonra uzun bir ara verdim. Kasım'da Oktay'ın bugününü yazmaya başladım. Filiz o zamanki planıma göre kitabın sonlarında girecekti hikâyeye. Uyurken bile romanı düşünürüm yazmaya kapandığımda. Az uyurum zaten. Bir gece saat 03.00'te tak diye açıldı gözüm. Rüyamda Kerem Bursin'i görmüştüm. Bana neyi unuttuğumu söylüyordu. Yataktan kalktım. İstanbul'da bir arkadaşımdaydım. Üzerime bir şeyler geçirdim ve arabaya atladığım gibi Cunda'ya gittim o saatte. Meşhur Pürbeyaz Otel 37 numaralı odama kapandım. 11 gün filan hiç dışarı çıkmadan Kerem ve Zeynep'i yazdım. Urla'ya döndüm. Bir sabah bir de akşamları birer saat yürüyorum. Gece saat 22.00'de yürürken Filiz Canan bana dedi ki, "Kusura bakma ama bu romanı benim açmam gerekiyor." Onun sözünü dinledim. Mart'ta tüm kurguyu baştan yaptım. Ben de öldüm, canım editörüm Tolga Meriç de benimle birlikte o dalgalı denizde yol aldı. "Editörlerin Karl Lagerfeld'isin sen" diyorum katılarak gülüyor. Benim için onunla çalışmak büyük bir lüks ve ayrıcalık.
- Bu kitabı hazırladığınız sırada çok önemli ve benim de sevdiğim gazetecilerden biri olan Selahattin Duman vefat etti. Siz de kitapta onu da unutmayarak "Bu kitap benim ona teslim edemediğim dönem ödevimdi" diyorsunuz. Eğer ki, siz bu kitabı okutmuş olsaydınız size ne derdi hiç düşündünüz mü? Dönem ödevinizle ilgili en büyük hayaliniz ne?
Büyük ihtimalle önce dalga geçerdi. Bir roman yazmaktan bu denli korkmamın nedeni hayatıma çok büyük ustaların ellerinin değmiş olmasındandır. Bir gün bunu da anlattığım bir kitap yayınlayacağım. Selahattin Abim genç bir yazı sevdalısının başına gelebilecek en şahane ustalardan biriydi. Yattığı yer incitmesin.