İdris Baluken: Davutoğlu’nun, önlemeye çalıştığını söylediği katliamların altında imzası var

İdris Baluken: Davutoğlu’nun, önlemeye çalıştığını söylediği katliamların altında imzası var

HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken, Başbakanlıktan ve AKP Genel Başkanlığı’ndan istifa eden Ahmet Davutoğlu’na ilişkin, “Sur’da, Cizre, Silopi’de önlemeye çalıştığını söylediği katliamların altında imzası var. Her ne kadar bize ilettiği mesajlarda o katliam konseptini engellemek için çaba içinde olduğu mesajını vermişse de, sonraki süreçlerde katliamları sahiplenen ve Erdoğan, Gladyo, Ergenekon ortaklığına biat eden pratiği nedeniyle direk sorumluluk mevkiinde bulundu” dedi. 

Dokunulmazlık tartışmaları konusunda HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Halk isterse birden fazla parlamento kurulabilir” açıklamasını yineleyen Baluken, “Meclis’ten atılırsak olmamız gereken yerde, halkın meclislerinde olacağız” diye konuştu. 

Evrensel’den Serpil İlgün’e konuşan Baluken’in açıklamaları şöyle: 

 

Başbakanın görevden alınmasını nasıl değerlendirdiğinizle başlayalım. Davutoğlu’nun Erdoğan’la aralarındaki ‘uyumsuzluğu’ sürdürülemez kılan faktörler neler? Saray cephesinden denildiği gibi esas mesele, Davutoğlu’nun Anayasa ve başkanlık konusunda yavaş ve gönülsüz davranması mı?

Bunun nedenleriyle ilgili birçok detay aktarılabilir ama üç başlık bence önemlidir. Birincisi, Kürt meselesi. Tarih boyunca Kürt sorununu çözmeyen hükümetlerin ve başbakanların nasıl tasfiye olduğunu hepimiz gördük. Davutoğlu da çözmemiş oldu. Müzakere yerine şiddet, katliam ve diğer savaş yöntemleriyle sonuç almaya çalıştı. Davutoğlu, Kürt meselesinden dolayı devlet ve AKP içerisinde başlayan çözülme sürecinin ilk kurbanı olmuştur. Dolayısıyla kendi iradesiyle görevden çekilmiş değil. Zaten kendisi de bunun bir zaruretten doğduğunu ve kendisine dayatıldığını belirterek, aslında Erdoğan tarafından tasfiye edildiğini söylemiş oldu.

Davutoğlu’nun ‘2013 şartlarına geri dönülürse her şey konuşulur’ açıklaması hatırlatılarak, aralarındaki temel sorunlardan birinin Davutoğlu’nun savaşın sürdürülmesi konusunda Erdoğan’dan farklı düşünmesi olduğu söyleniyor. Katılır mısınız?

Onu söylemek biraz zor diye düşünüyorum. Çözüm süreciyle ilgili gerek izleme heyetinin adaya gidip gitmemesi tartışmalarında, gerekse de “2013 şartlarına dönülürse sürece devam edebiliriz” gibi Davutoğlu’nun zaman zaman yaptığı bazı çıkışlar vardı, ancak bu çıkışların ömrü 24 saati bile doldurmuyordu. Yani Davutoğlu bu iradesinin arkasında durup bir politika üretmiş olsaydı, biz bunu çözüm sürecindeki görüş ayrılığından dolayı tasfiye olarak belki yorumlayabilirdik. Nitekim Sur’da, Cizre’de, Silopi’de, Kürt illerinin birçok yerinde devreye konan katliam konseptlerinin birçoğunun altında Davutoğlu’nun imzası var. Her ne kadar bize ilettiği mesajlarda o katliam konseptini engellemek için çaba içinde olduğu mesajını vermişse de, sonraki süreçlerde katliamları sahiplenen ve Erdoğan, Gladyo, Ergenekon ortaklığına biat eden pratiği nedeniyle direk sorumluluk mevkiinde bulundu.

 

Bunca biat etmeye rağmen yaşanan tasfiyenin diğer unsurları neler?

 

İkinci önemli başlığı, yine Kürt sorununa bağlı olarak içerde ve dışarıda yürütülen savaş politikaları olarak ifade edebiliriz. Her gün Türkiye’nin dört bir yerine cenazelerin gitmesi, ekonominin büyük bir kriz içine sürükleniyor olması, turizm benzeri can damarı sayılabilecek birçok alanda çöküntülerin yaşanması, savaşın sürdürülemez olduğu sonucunu beraberinde getirmiştir. Yine özellikle Suriye ve Rojava politikasında barışçıl diplomatik çabaları desteklemek yerine savaşın fiili bir tarafı olarak Kürtlerin statü elde etmemesi, Rojava halklarının elde ettiği statüyü boğma üzerine bir politika geliştirildi. Sahada ortaya çıkan gelişmeler de gösterdi ki bu da sürdürülebilir bir durum değil. Davutoğlu’nun tasfiyesi bunun da bir yansıması şeklinde ortaya çıktı. Tabi burada şu anlaşılmasın, Erdoğan ya da AKP’nin geri kalan kanadı Rojava’da ya da Suriye’de çetelere verdiği destekten vazgeçmiş, oradaki halk iradelerini dayanan barışçıl bir çözümü esas almış değil. Ama en nihayetinde Ortadoğu politikalarıyla ilgili aktörlere bir kurban sunulmuş oldu.

Yine bildiğiniz gibi 7 Haziran seçimlerinden sonra halk iradesine yönelik bir Saray darbesi devreye konmuştu. Bu Saray darbesinin hızla sonuca ulaşması ve Türkiye’nin diktatöryal bir rejime teslim edilmesi gerekiyordu. Davutoğlu diktatöryal rejimin inşasının gerekliliği ile ilgili zaman zaman farklı düşüncelere sahip olduğunu kamuoyuna yaptığı açıklamalarda ifade etmişti. Tasfiyenin üçüncü başlığını da bu şekilde ortaya koyabiliriz.

 

Davutoğlu’nun tasfiyesinin AKP içine yansımaları konusunda siz nasıl bir analiz yaparsınız?

 

Siyasi olarak bu tasfiyenin önemli sonuçlarının çıkacağını beklemek gerekir. Neticede ortada şöyle bir realite var, yetkisi olmamasına rağmen, tarafsız olması gereken bir Cumhurbaşkanı yüzde 49.5 oy almış bir Başbakanı görevden almış oluyor. Yani bu herhangi bir AKP ilçe yöneticisi, il başkanı ya da AKP Genel Başkanı değil. Kaldı ki, onlar olsa bile Cumhurbaşkanının böyle bir yetkisi yok. Anayasanın 101 ve 103. maddelerine göre siyasi partiyle bütün ilişkisini kesmek ve tarafsız kalmak zorunda. Bırakın AKP’deki herhangi bir görev değişikliğini, direk halktan oy almış bir Başbakanın tasfiyesi gerçekleştirmiş durumda. Bu AKP tabanında büyük bir tartışma yaratacaktır.

 

Daha da önemlisi bu tablonun normalleştirilmesi. Anayasanın, yasaların askıya alınması olağanlaştırılıyor... Ne dersiniz?

 

Evet. Erdoğan uzun süredir Anayasa ve yasaları çiğnediği, fiili olarak bir rejim değişikliğini hayata geçirdiğini söyleyerek her gün Anayasal suç işlediği için buna karşı oluşan toplumsal refleksler de zayıflıyor. Bunu bilen yandaş kalemşorlar da sanki bütün bu süreçler normalmiş gibi bir hava yaratmaya çalışıyorlar. Belirttiğiniz gibi çok vahim bir durumdan bahsediyoruz. Bir Başbakanın görevden alınması, bir siyasi partinin kongresine Cumhurbaşkanı tarafından karar verilmesi, kongre tarihinin bile oradan belirlenmesi, yeni Başbakanın kim olacağının oradan tartışılması… Bunların her biri Anayasal suç kapsamına giren pratiklerdir. Bu anlamda gerek partimiz, gerek diğer muhalefet partilerinin hukuk komisyonları eminim ki yargı ne kadar siyasallaşmış olursa olsun, hukuk ne kadar ayaklar altına alınmış olursa olsun önümüzdeki dönemde gereğini yapacaklardır. Bu tabloyu normalleştirmeye çalışan bütün o tutumları mahkûm etmek, her gün Anayasal suç üzerinden hedefe doğru götürmek istenen bu darbeyi teşhir etmek son derece önemlidir.

 

Erdoğan’ın AKP tabanındaki karşılığını anımsatarak soralım; Başbakanın tasfiyesine AKP seçmeninin tepkisi nasıl olur?

 

AKP’ye oy veren yüzde 49.5’luk tabanın kendi iradelerinin bir kişi tarafından ayaklar altına alınmasını çok rahat kabul edeceklerini tahmin etmiyorum. 7 Haziran’da Erdoğan yüzde 60’lık bir halk iradesine darbe yapmıştı. 1 Kasım’dan sonra yüzde 49.5’a çıkmış AKP tabanının iradesine de darbe yapmış oluyor. Mesaj şudur: Tek kişi 78 milyonun iradesinin üstündedir. İstenen 78 milyonun bir kişiye biat etmesidir. Dolayısıyla yüzde 49.5’luk tabanda da bunun bir darbe olarak algılanacağı ve kabul edilmeyeceği, müdahalenin önemli siyasal sonuçlar doğuracağı kanaatindeyim. Davutoğlu’nun tasfiyesi ile Gül, Arınç, Çelik gibi isimlerin ayrı ayrı ya da birlikte hareket edip etmeyeceklerinden bağımsız olarak, AKP içinde Erdoğan’a karşı çok güçlü bir muhalefet hattının gelişebileceğini düşünüyorum.

 

“AKP içinde de ‘evet’ oyunun kaosu derinleştireceğini düşünen milletvekilleri var”

 

Davutoğlu’nun gönderilmesi, Anayasa Komisyonunda kabul edilen ve önümüzdeki hafta Meclis Genel Kuruluna gelmesi beklenen dokunulmazlıkların kaldırılması sürecine nasıl yansıyacak?

Tabi şu anda AKP, CHP ve MHP’nin açıkladıkları tavır ortada. Dokunulmazlık kılıfı ile aslında parlamentoyu devreden çıkaracak bir rejim değişikliğini tahkim edecek bu süreci desteklediklerini ifade ediyorlar. Kurumsal tavırları üzerinden baktığımız zaman 367’yi geçme ihtimalleri zor görünmüyor. Ancak bire bir milletvekilleri ile yaptığımız görüşmelerde, tuttuğumuz nabızlarda bu kurumsal pozisyonların tersi yönünde “hayır” oyu kullanacak olan milletvekillerinin olduğunu biliyoruz. CHP içinde ciddi bir grubun olduğunu biliyoruz. AKP içinde de gerek Erdoğan’ın çözüm masasını devirmesi ve savaş konseptini başlatmasından rahatsız olan; gerek Sur, Cizre, Silopi sürecindeki katliamlardan büyük endişe duyan; gerekse dokunulmazlıkların kaldırılmasının önümüzdeki süreçte kaosu derinleştireceğine inanan milletvekilleri olduğunu biliyoruz.

 

Başbakanın bile tasfiye edildiği bir ortamda, AKP’li vekiller Erdoğan’ın baskısına direnebilirler mi?

 

Oylamada nasıl bir tutum alacaklarına dair bir şey ifade etmemiz mümkün değil. Ama normal bir diyalektik üzerinden düşündüğünüz zaman Davutoğlu’na, AKP’ye oy vermiş halk iradesine ve AKP grubunun iradesine rağmen yapılmış olan bu tasfiye sürecinin belli bir takım reaksiyonlar doğurması beklenir. Bir şey ifade etmem zor, ancak ben yine de AKP, MHP ve CHP içindeki milletvekillerinin, dokunulmazlıkların kaldırılmasının nasıl bir sonuç ortaya çıkaracağı noktasında düşünmeye devam ettiklerini düşünüyorum.

 

“Meclis’ten atılırsak olmamız gereken yerde, halkın meclislerinde olacağız”

 

Anayasa Komisyonunda HDP’ye dönük saldırıları değerlendiren Eş Başkan Selahattin Demirtaş’ın ‘Halk isterse birden fazla parlamento kurar’ demesi, ırkçı, milliyetçi propaganda malzemesi olarak kullanıldı. ‘Asıl niyetlerini ortaya koydular, bölünmek istiyorlar’ vs denildi. Bu sözler demokratik özerklik modelini işaret ediyor kuşkusuz, ancak şu da merak ediliyor, dokunulmazlıklarınız kaldırılırsa ne yapacaksınız?

 

Bu çok bilinçli bir çarpıtma örneği. Çünkü HDP’nin Türkiye için sunmuş olduğu çözüm modeli, demokratik özerkliği esas alan, halkın karar alma ve yönetim süreçlerine kendi meclisleriyle doğrudan katılabileceği bir idari sistemi öngörüyor. Yetkiyi merkezden alarak yerele devretmeyi, yerinde yönetirken de halk meclislerini devreye koymayı amaçlıyor. Dolayısıyla Eş Başkanımız, HDP’nin Anayasa Uzlaşma Komisyonuna sunmuş olduğu teklifi dile getiriyor. Biz HDP olarak Türkiye’nin dört bir tarafından oy almış, o oyların gereği olarak da halkın sorunlarını Meclis platformlarında çözmeyi vaat etmiş bir siyasi partiyiz. TBMM’nin, Saray’ın meclisi değil halkın meclisi, darbe ya da vesayet anlayışının değil halk iradesinin meclisi olması için de elimizden gelen bütün çabayı ortaya koyuyoruz.

Bu ısrarımıza rağmen, geliştirdikleri darbe ve tasfiye sürecini sonuçlandırmak için HDP’yi Meclisten atarak, parlamentoyu Saray’ın bir şubesi haline getirerek bize ya da halkımıza bir dayatma durumu olursa, biz tabi ki Saray’ın ya da vesayetçilerin meclisi yerine olmamız gereken yerde olacağız. Halkın meclisinde olmayı seçeceğiz. Bu meclisleri belli bir coğrafyaya hapsetmek yanlıştır. İstanbul için de, İzmir İçin de, Antalya için de, Diyarbakır için de bu şekilde düşünüyoruz. Ama bunu kararlaştırmış da değiliz. Eş Genel Başkanımız da halk iradesinin önemine atıf yaptı. Ancak yine çok bilinçli bir şekilde bölünme paranoyasını devreye koyarak, kamuoyuna “bölünmek istiyorlar” diye yansıttılar.

 

“Toplumsal muhalefet ağı genişlemeli”

 

AKP’nin demokratik siyaseti tasfiye etme planlarına karşı HDP, HDK, DTK VE DBP’nin tüm bileşenlerinin imza attığı, ‘Halkın İradesine ve Meclisteki Sesime Dokunma’ başlığıyla bir deklarasyon açıklandı ve ‘Darbeye Hayır’ kampanyası başlatıldı. Kampanyayla ne murat ediliyor?

Bu çok değerli, çok anlamlı bir girişim. 260’ın üzerindeki sivil toplum örgütünün, demokrasi çevrelerinin, HDK, DTK, DBP ile birlikte siyasi soykırım sürecine karşı bir duruş göstermeleri ve darbeye karşı demokrasiyi sahiplenmeleri bence tarihi sonuçları açığa çıkarabilecek bir tutumdur. Bu salt HDP’nin verdiği bir mücadele değil. HDP ile birlikte Türkiye’nin darbeye gitmesini istemeyen, demokratik geleceğine ilişkin kaygı duyan bütün çevrelerin ortaklaşabileceğine dair bir tutumdur. Bu tutumun, sadece deklarasyon kısmıyla bile Sarayda büyük bir rahatsızlığa ve endişeye neden olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki günlerde, kurumsal düzeyde bu tutuma destek artıkça ve HDP ile birlikte demokratik örgütlerin “irademe dokunma”, “darbe yapma”, “darbeye hayır” mesajı alanlara indikçe, Saray’ın ve Erdoğan’ın ciddi bir şekilde zorlanacağını, baskı altına alınacağını ve zayıflayacağını düşünüyorum. Zaten özellikle son süreçte bu kadar saldırganlaşmasının, bu kadar pervasız bir şekilde demokrasi güçlerine, barış isteyenlere HDP’ye saldırmasının nedenlerini de burada aramak gerekiyor. Dolayısıyla bu toplumsal muhalefet ağının, bu demokrasi cephesi arayışının genişlemesi gerektiği kanaatindeyim. Önümüzdeki günlerde bunun daha da genişleyeceğini göreceğiz.

 

“Kürt halkına, emekçi yığınların haklı mücadelesine güvenmek gerek"

 

DTK Eş Başkanı Hatip Dicle, 22 yıl önce polislerin Meclise gelip kendilerini yaka paça gözaltına aldığını anımsatarak, ‘Bu kez Mecliste aynı trajedinin yaşanacağını sanmıyorum’ dedi. Ne dersiniz, Türkiye 22 yıl sonra aynı manzarayı yaşayacak mı?

Karşımızda Türkiye’yi karanlığa, diktatöryal bir rejime hapsetmek isteyen çok kararlı bir irade var. Ancak bizim de güvendiğimiz, bugüne kadar sırtımızı dayadığımız ve siyaset yaparken de umut olarak sürekli gözettiğimiz Anadolu ve Mezopotamya topraklarının getirmiş olduğu kadim bir kardeşlik, birlikte yaşam ve demokrasi kültürü var. Bu iki çizginin hangisinin hakim olacağı noktasında beklenti içerisine girip bazı sonuçların açığa çıkmasını takip etmek yerine, mücadeleyi artırarak bu güncel dikatatöryal arayışlara karşı, kadim tarihe dayanan bir kardeşlik çizgisini öne çıkarmak gerektiğini düşünüyoruz. O nedenle umutsuz olmamak gerektiğini düşünüyorum. Tabi mevcut yaşananlara bakıldığında ne kadar iyimser olunabilir, o ayrı bir tartışma konusu, ama en zor koşullarda kendini var etmeyi başarmış, bütün zulümlere karşı tarihi direnişleri ortaya koymayı başarmış Kürt halkına, ezilen Türkiye halklarına, emekçi yığınların haklı mücadelesine güvenmek gerektiğini düşünüyorum. O nedenle önümüzdeki süreçte bu mücadeleyi artırdığımız ölçüde ülkeyi, demokratik geleceğimizi bu tehlikelerden koruyabiliriz kanaatindeyim.

 

“Eski paranoyaları ayağa kaldırmak için bilinçli bir çarpıtma yapılıyor”

 

Dokunulmazlık teklifinin görüşüldüğü Anayasa Komisyonu’nda partinize dönük engellemeler, şiddete kadar vardı. Bunun üzerine komisyondan çekilme kararı aldınız ve Meclisi Kürtçe slogan ve marşlarla terk ettiniz. Bu tutum, özellikle milliyetçi-ulusalcı medyada sert tepkilerle karşılandı. O anki hissiyatınız neydi? 

Anayasa Komisyonu’nda gün içinde yaşanan insanlık dışı saldırıları ve linç girişimlerini bütün kamuoyu izledi. O saldırılara karşı HDP grubunun direnişi önemliydi. O direnişle beraber tarihi sözlerini tutanaklara geçirmesi, toplumun bunu ileriki süreçlerde de tartışmasının sağlanması önemliydi. Ancak linç ve saldırı girişimlerinden sonra HDP’nin sözünü kayıt altına almamaya yönelik sürekli bir engelleme, sürekli bir blokaj, sürekli susturmaya yönelik bir tavır söz konusuydu. O tavır üzerine gruptaki milletvekilli arkadaşlarımızın parlamento grubunda yaptığı değerlendirme sonrası komisyondan çekilme kararlaştırıldı. Ancak marş ve slogan kısmı, planlanmış bir şey değil tabii. Oradaki mevcut atmosfer duygusallığı ön plana çıkardı. Atılan sloganlar ya da söylenen marşlar Türkiye kamuoyunun düşmanca algılayacağı slogan veya marşlar değil. Türkiye halkları 2.5 yıllık çözüm süreci içinde Kürtçe marştan korkulmaması gerektiğini, Kürtçenin düşman olarak algılanmaması gerektiğini bilince çıkardı. Böyle bir realite ortadayken eski korkuları, eski paranoyaları ayağa kaldırmak üzere ulusalcı milliyetçi refleksleri linç kampanyasıyla yeniden harekete geçirmek için çok bilinçli bir çarpıtma yapılıyor. 

 

"Savaş sürecinin sorgulanması Erdoğan’ı zorluyor"

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan son demeçlerinden birinde, ‘Çözüm sürecini buzdolabına kaldırdık demiştim, bitirdik dememiştim. Terör bittiğinde buna tekrar bakabiliriz ama Meclisteki terör unsurlarıyla bunu yapmayacağız’ dedi. Erdoğan’ın ‘Süreci bitirdik demedim’ ifadesine olumluluk atfediliyor ama bu sözlerden öyle bir okuma yapılabilir mi?  Erdoğan’ın bunu bilinçli olarak kamuoyuna sunduğunu düşünüyorum. Bu günlerde bunu söylüyor, çünkü yaşanan savaş sürecinin ağır faturalarının toplum tarafından sorgulanması Erdoğan’ı zorluyor. Çünkü Erdoğan, “Ben birkaç ay içinde bu işi bitireceğim” diyerek birçok muhalif toplumsal kesimi savaş politikasına eklemlemeyi başardı. Ancak aradan aylar geçmesine, ortada büyük bir yıkım, vahşet, talan tablosu olmasına rağmen Kürt meselesinin çözülmediğini ve PKK’nin bitmediğini gören toplumsal kesimler, Erdoğan’a verdikleri krediyi çekmeye, savaşa karşı itirazlarını yükseltmeye başladılar. Çözüm süreci kamuoyunda tekrar tartışılmaya başlandı. Erdoğan kamuoyu baskısından kurtulmak için çözüm sürecini bitirmediğini, “son teröristi imha edene kadar” operasyonlara devam edeceğini, sonra tekrar güncelleyeceğini ifade ediyor. Dolayısıyla bu tamamen bir çarpıtma, bir algı yönetimidir. 

 

"Erdoğan, HDP’yi baraj altına düşürdüğü anda erken seçime gidecektir"

 

Davutoğlu operasyonunun açtığı tartışma başlıklardan biri de erken seçim. AKP’li gazetecilere göre Erdoğan seçimin normal zamanında, yani 2019’da yapılmasından yana, ancak aksi görüşü savunanlar da var. Tartışmalar sürerken YSK’nın 450 bin adet tercih mührü siparişi verdiği haberleri geldi. Bu da referanduma hazırlık olarak yorumlandı. Siz hangi ihtimali daha güçlü görüyorsunuz?

Hem erken seçim, hem referandum Erdoğan tarafından her an devreye konabilecek seçenekler olarak el altında bulunacaktır. Erdoğan şu anda sonuca gitmek için MHP ve HDP’yi baraj altına düşürmenin hesabını yapıyor. MHP içindeki kurultay ve liderlik tartışmalarına doğrudan müdahale ediyor. Dokunulmazlık tartışmalarının da gösterdiği gibi CHP’yi de darbe politikalarıyla ilgili istediği gibi yönlendirebiliyor ve zaman zaman orda da Kılıçdaroğlu’nun mevcut durumunu tartışmaya açıyor. Şu anda uzanamadığı ve engel olarak devreden çıkaramadığı tek güç HDP’dir. Dokunulmazlıklar üzerinden HDP’yi demokratik siyasetin dışına itmeye çalışarak HDP’yi tasfiye sürecini sonuca götürmeye çalışacaktır. HDP’yi tasfiye ettiği ya da baraj altına düşürdüğü anda da erken seçime gitmek isteyecektir. Ancak bizim darbe planına karşı gösterdiğimiz siyasi tutum ve halkımızla birlikte geliştirdiğimiz direnişin neticesi olarak bunun çok kolay olmadığını kendisi de biliyor. Önümüzdeki süreci bu yönüyle takip etmek gerekir. 

 

“‘Düşük profilli başbakan’ tarifine en uygun isim Mehmet Metiner”

 

Başbakanlık makamının artık değersizleştiği tespiti aslında Saray çevrelerinden gelen ‘yeni başbakan düşük profilli olacak’ söylemi ile de kanıtlanmış oluyor. Kulislerde bu tarife uygun dört isim dillendiriliyor. Size göre en ‘uyumlu’ başbakan kim olur? 

Düşük profilli bir başbakan tarifine karşılık olarak benim aklıma Mehmet Metiner geliyor! Ondan daha düşük bir profil bulunamaz! İsim belirtmeye gerek yok ama şunu ifade etmek isterim. Mesele kimin başbakanlığa getirileceği meselesi değil, başbakanlık kurumunun Saray darbesi aracılığı ile ortadan kaldırılacağı meselesidir. Çünkü bundan sonra kim atanırsa atansın orada başbakanlık yapmayacaktır. Başbakan, Saray tarafından atanmış bir görevli olarak çalışacak.