İdris Naim Şahin: Uludere'nin istihbarat kaynağı MİT'ti, açlık grevleri senaryoydu

İdris Naim Şahin: Uludere'nin istihbarat kaynağı MİT'ti, açlık grevleri senaryoydu

Roboski katliamının gerçekleştiği önemde İçişleri Bakanı olan İdris Naim Şahin, katliamda istihbarat kaynağının MİT olduğunu belirterek, “Bilgi, Fehman Hüseyin’in o kaçakçı grubuyla kamufle olarak Türkiye’ye geçiş yapacağı şeklindeydi. Pas geçilecek istihbarat değil. O bölgenin sosyolojik, ekonomik özellikleri sebebiyle belki zaman zaman müsamaha gösterilerek gelip gidiyorlar. İstihbaratın içerdiği bilgi,  şimdi pek ismi pek duyulmayan, aslen Suriyeli, PKK’nın tepe yöneticisinin orada olduğuna yönelikti. Ağa takılacak büyük balık, 'Bahoz Erdal' kod adlı, Fehman Hüseyin. Bu bilgiyi kimse pas geçemezdi, son anda şifahen de teyit edilmişti” dedi.

Şahin, 12 Eylül 2012'de 483 tutuklu ve hükümlünün Türkiye genelinde 58 cezaevinde Abdullah Öcalan'ın cezaevi koşullarının iyileştirilmesi ve Kürtçenin anadil olarak kamuda kullanılması talepleriyle başladığı açlık grevlerinin de ‘senaryo’ olduğunu öne sürdü.

İdris Naim Şahin, açlık grevleriyle ilgili şunları söyledi:

Açlık grevini, ölüm orucunu gerektiren bir şey yok. Gazetelerde, televizyonlarda “ölecekler” diye yayınlar. Ölüm olabilir mi endişesiyle Adalet Bakanımız ile görüştüm, ölüme yol açacak bir durum olmadığını öğrendim. O zaman iyice anladım ki bu bir senaryo. Açlık grevlerini Adalet Bakanı, hükümet, savcılar, cezaevi müdürleri durduramamış gibi bir görüntünün ortaya çıkmasının ardından, “Durdursa durdursa Ada durdurur” teziyle, senaryonun ikinci parçası uygulanmaya başlandı. Filmin ne olduğunu iyice anladım o zaman. Ada ile görüşmelerin tekrar başlatılmasının gerekçesi oluşturuldu. Ada’ya gidildi, bir mesaj alındı, gelindi, o mesaj kamuoyuna açıklandı. Ada’daki “durdurun artık” dedi, yılbaşı gelmeden Noel Baba tiyatrosu oynandı, arkasından olmayan grevler sona erdirildi. Herkes “Ya açlıktan birisi ölür de altında kalırsam” diye düşündü. Ben dâhil hiç kimse de fazla bir şey söyleyemedi. Bu tiyatronun oyuncusu olmadık ama yakın plandan seyircisi olduk.

AKP’nin kurucu isimleri arasında yer alan ve 17-25 Aralık operasyonlarının ardından partisinden koparak MİLAD Partisi’ni kuran İdris Naim Şahin, bugün gazetesinden Seda Şimşek’e konuştu.

Seda Şimşek’in İdris Naim Şahin ile yaptığı söyleşi şöyle:

AK Parti’den ayrılabileceği düşünülen en son isimlerden biriydiniz, nasıl ayrılma kararı verdiniz?

AK Parti’den 25 Aralık 2013'te ayrıldım. Hükümet üyesi 4 bakanın yolsuzluk olayları içinde olduğuna ilişkin iddialar, 17 Aralık’ta kamuoyuna yansımıştı. 25 Aralık tarihi de aynı zamanda Türkiye’de akılda kalan çok önemli bir tarihti. 17 Aralık ve 25 Aralık’ta ortaya çıkan rüşvet ve yolsuzluk iddiaları ve görüntüleri benim istifamda bardağı taşıran son damlalardı.

Daha önce, bardağı dolduran başka sebepler de mi vardı?

Ülkemizde bu olaylardan daha önce gelişen, önemli olaylar vardı. Özellikle 2009'da 60. Hükümet döneminden itibaren göbek adı “Kürt sorunu” olan, üç gün sonra “Demokratik açılım”, beş gün sonra da “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak isimlendirilen büyük proje vardı. Sahipleri için büyük ama uygulayanlar için amatörce uygulanmaya başlanmış proje. "Amatörce uygulanmaya başlanmış” diyorum çünkü adı bile 10 günde 3 defa değişti.

Siz bu projeyi desteklemiyor muydunuz?

Türkiye, büyüyen, dışarıda itibarı artan, ihtilaflarda sözü dinlenen, hakemliğine başvuran bir ülke konumuna gelmişti. Ben o günlerde, hükümetin yönettiği devletin hukukunu, temsil ettiği milletin hassasiyetlerini koruyarak, 30 yılı aşkındır devam eden PKK terörünü bitireceği, kendine yakışır çözümü ortaya koyacağı inancıyla baktım hadiseye. Projeyi Anadolu’da böyle anlatmıştım. Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi, biraz da fiyakalı bir isim. Kim karşı çıkar milli birliğe, kardeşliğe? Yaşasın milli birlik, yaşasın kardeşlik. Bugün de söyleyeyim bunu, hiçbir mahzuru yok.

Sonra ne oldu?

Ekim 2009’da bir Habur rezaleti yaşandı, 2010’a doğru geldiğimizde, hadisenin bir sorun çözmeden öte, terör örgütü ve onun sivil, sosyal, siyasal uzantılarının isteklerinin dayatıldığı sürece doğru götürüldüğünü fark ettik. Terör örgütü ve onun temsilcilerinin, 2011’de Türkiye’yi adeta ahtapot gibi sardığını gördük. Benim gibi birçok kişinin de olumlu baktığı o sürecin sonunda, ülke adeta kuşatılmış hale gelmişti.

Siz, 2011’de genel seçimlerden sonra kuşatılmış bir ülkenin mi İçişleri Bakanı oldunuz?

Güneydoğu ağırlıklı olmak üzere, İstanbul, İzmir, Antalya, Mersin gibi pek çok batı illerinde, terör örgütünün daha üst yapısı olan KCK, bir ağ gibi ülkeyi örmüştü. Şehirde silahsız bölücü yapılanma, kırsalda da silahlı terör örgütü ağı ülkeyi kuşatmış durumdaydı.

Ülkenin her tarafına mı yayılmıştı KCK?

Büyükşehirlerin merkezlerine, kırsalda Kastamonu Ilgaz Dağı’na kadar inilmiş, Karadeniz’de Tokat, Ordu, Giresun üçgenine kadar nüfuz edilmiş vaziyette idi. Vahim bir durum vardı. 2011’in Mayıs ayı başlarında Kastamonu AK Parti mitingi dönüşünde, Başbakanımızı koruma görevinde bulunmuş ekip, Ilgaz Ormanları’nda saldırıya uğramıştı. Bu saldırıyı yapan PKK idi. Orada şehit verdik. Ilgaz’da saldırı varken, diğer tarafta Ordu, Giresun, Erzincan, Tokat, Amasya hattında da durum çok iyi değildi. 2011 yazında, mücadelesiz müzakerenin doğru olmadığı konusunda duygu, düşünce birliği vardı. Bakan olduğumda, hem KCK yapılanmasının hem PKK militanlarının alana dağılması projesinin, Bolu Dağları’na ve Bolu Ormanları’na doğru taşacağı bilgisi geldi. Böylelikle ülkenin tüm coğrafyasının, şehir ve kırsalıyla kuşatıldığını gördüm. Birisi silahı doğrultmuş üzerinize, yapılacak şey belli, ya karşı silah kullanmak ya da onun silahını engelleyici bir hamle yapmak. 2011 yazından sonra yapılan da buydu bir bakıma.

 

Olsa ‘saray yanacak’ derdim

 

O vakit Bakan olduğunuza pişman mı oldunuz?

Hayır, bu yangını söndürmek durumundaydım. Terör tehdidi ve tehlikesi öyle bir hale gelmiş ki, Türkiye bir ev olarak düşünülürse, bahçesindeki kuru otlar ve ağaçlar yanıyor, eğer yangını söndürmezsek çok fazla geçmeden ev yanacak. O zaman saray yoktu, saray olsaydı belki “saray yanacak” derdim. Durum bu kadar kritikti. Hükümet üyesi bütün arkadaşların, devlet adına görev yapan herkesin bu konuda hem fikri hem de fiili olarak katkı vermesini beklediğimi ifade etmiştim. O gün itibariyle de halen iyi niyetimi koruyordum.

Neden iyi niyetinizi koruyordunuz?

2009’un yazından 2011’in yazına kadar bir arama dönemi, çözmeye çaba dönemi olarak değerlendirilebilir. Bu döneme sahip çıkmaya çalıştım, peşin bir reddiye içerisinde olmadım. Şüphe duymak yerine iyimser olmayı tercih ettik. Türkiye, 2011’de, müzakere sürecinin terörle mücadele boyutu olmadan tek başına geçerli bir yöntem olmadığını gördü. Bunun için, benim de bakan olarak görev aldığım hükümet döneminde yeni bir iç güvenlik politikası ortaya konuldu.

KCK operasyonlarının kararı nasıl alındı?

KCK’nın şehir yapılanmasına yönelik adli operasyonlar 1 Eylül 2011’de başlatıldı. Her biri, hukuki dinleme kayıtları, aramalarda elde edilen belgeler, suç unsurları, örgüt şemalarıyla birlikte yargı önüne çıkarıldı. 7 Temmuz’da göreve başlamıştım, temmuzun sonunda bu adli sürecin başlaması gerekiyordu fakat Ramazan ayına girmiştik,bayram da ağustos ayındaydı. Operasyonların geniş çaplı olacağı biliniyordu. Benden önceki dönemde adli hazırlıklara başlanmıştı, ben de son şeklinin verilmesini istemiştim, hazırlığımız tamamdı. Başbakanımız, şimdiki Cumhurbaşkanımızın “Haram aylardan birindeyiz. Ramazan ayında acı veren, üzüntü veren operasyonlar yapmayalım” düşüncesiyle Ramazan ayının sonunu bekledik.

Başbakanımız bu düşüncesini kamuoyuyla da paylaştı. Türkiye, 2011’de bu kadar dikkatle, o suçluların ailelerinin Ramazan’da üzülmemesi hassasiyetiyle yönetilirken, 3 sene sonra, 2014’te bu kez, o dönemlerde canı pahasına görev yapmış, şehit olmaya hazır kahraman arkadaşlarımıza yönelik, Ramazan ayının Kadir Gecesi’nin içinde bulunduğu son 10 gününde, sahur vakti operasyonları yaşadı. Nereden nereye gelindiğinin dikkat çekici göstergesidir. 2011’de KCK operasyonlarını Ramazan diye ertelemişken, 2014’te bu ülkenin polislerine yönelik bayramdan önce, gündüz yerine gece, sahur vakti operasyonların yapıldığı bir ileri hassasiyet (!) dönemine geçtik.

 

Kalkışma planları bozuldu

 

Tuzak bu durumda Fehman Hüseyin’e değil de hükümete mi kurulmuş?

Tabii. 28 Aralık’a kadar gelen süreçte terörle mücadelede büyük yol alınmıştı. Türkiye’nin terör alevinin etkisi altında kaldığı dönemde, ülkemizin bulunduğu bölgede, Akdeniz Havzası’nda, Ortadoğu’da bir Arap Baharı gelişmesi, yönetimlerin devrilmesi dalgası vardı. Türkiye ile ilgili de büyük bir senaryo vardı. Eğer Türkiye, 61. Hükümet’le iç güvenlikte politika değişikliğine gitmemiş, yani 2011’in Ağustos ayı da 2011’in Mayıs ayı gibi yönetiliyor olsaydı ne olacaktı, anlatayım. İstihbari bilgilerimize göre, terör örgütü, terörist başından aldığı talimatla ekim ayının sonlarında, önce Türkiye’nin pek çok yerinde sokak hareketleri gerçekleştirecekti.

 

Yürüyen sisteme çomak

 

Bu gövde gösterisini yaptıktan hemen sonra da tahmin edilen ve bilinen bir merkezde, Diyarbakır’da, tıpkı Libya ve Tunus’taki gibi bir meydan toplantısıyla gece gündüz bitmeyen bir kalkışma, kıyam hareketini ortaya koyacaktı. 28 Aralık’a gelinen süreçte bu oyun bozuldu. Ekim ayı sonu, kasım ayı başı için planlanan o final hareketi yapılamamış oldu, büyük oyun bozuldu. Mümkünse hissettirilmeden bir şey yapılmalı, yürüyen sisteme bir çomak sokulmalıydı. 28 Aralık budur. Bir senaryodur. Devlet yetkililerinin, başbakanın, bakanın, alanda uygulayıcıların, bir şekilde zora sokulmasıdır.

Yani asıl amaç terörle mücadelenin durdurulması mıydı?

Moral bozukluğu oluşturmak istendi. Devletin içine şüphe sokulması, “Kim, kime buna yaptı” gibi tereddütler oluşturulması amaçlandı. Kısmen, çok az da olsa oluştu. Bu bizi 10 gün durdurdu. Bunun bir istihbarat hatası, istihbarat tuzağı, hatta karşı istihbarat olduğu anlaşıldı. Bugünlerde bir dananın kuyruğu meselesi var, o zaman da bizim karşı istihbaratçıların kuyruğu dışarıda kaldı. Fakat hükümete, Başbakan’a yönelik karşı mücadele hiçbir zaman sona ermedi. Zaman zaman Uludere olayından dolayı Başbakan’a “katil” suçlamaları yöneltildi. Alakası olmayan bir ithamdır. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı bu tür ithamlara maruz kaldı.

 

Başbakan'a yönelik ithamı kabul etmiyorum

 

Tayyip Bey’in doğrudan verdiği “vur” emri ya da bir hatası var mı?

Benim bildiğim kadarıyla yok. Çünkü benim içinde olduğum şekilde, Uludere’deki operasyonun son anına yönelik, yapılan bir tepe değerlendirme ve verilmiş bir uygulama emri yok. Sadece, hiyerarşik olarak güvenlik bürokrasisinde gerçekleşmiş bir uygulama değerlendirmesidir. İstihbaratla özellikle son istişareler yapılarak, “Bak, haber verildi, habere bağlı olarak da grup geliyor, son sözünüz nedir? Hâlâ bu gelenle söylenen aynı grup mudur” sorusu sorulup, teyidi alındıktan sonra gerçekleşen hava harekâtıdır. Bildiğim kadarıyla, bu gruba uyarı atışıyla ikazlar yapıldı. Buna rağmen grup gelmiştir çünkü grup kendisini sadece kaçakçı zannediyor olabilir. Her zaman geldikleri için, o ikazları anlayamamış olabilirler. O günkü başbakan, bugünkü Cumhurbaşkanımıza yönelik “katil” ithamını ben kabul etmiyorum, edemiyorum. Böyle bir şey olamaz ve olmamıştır. Bunun üzerinden terörle mücadeleye sekte vurulmak istenmiştir.

 

Uludere'deki MİT istihbaratı hatalıydı

 

İç güvenlik politikaları sertleştiği için eleştirilmiştiniz.

İç güvenlikte yeni bir politikaya geçildi, bu da “terörle mücadele, siyasetle müzakere” olarak formülleştirildi. Bu doğru bir yaklaşımdı. Yani, terör örgütü silahını bırakmadığı müddetçe onunla konuşulamaz. Konuşmaya kalkan farkında olmadan, bir şekilde “Ben teslim oluyorum” demiş olur. Nitekim, 2013’ten bugüne geldiğimiz tablo ortada. 2011 Temmuz’dan 2013 Ocak’a kadar geçen sürede, Türkiye’de devlet politikası olarak farklı bir dönem yaşandı. İlgili herkes görev aldı. O günlerde, polisimiz, jandarmamız, TSK'nın iç güvenlikte görev alan kara, hava ve gerektiğinde deniz unsurlarının tamamı, büyük bir birlik içinde, kurumsal aydiyet duygusunun dışında, daha üst bir aidiyet çatısı altında, birlikte hareket etti. Tek vücut olundu. Terör örgütü ve onun destekçileri, KCK yapılanmasının hücrelerinin bu kadar hızlı bir şekilde dağıtılabileceğini beklemiyorlardı. Onlar hep “vur-kaçı” sever ama devlet de 2011 Temmuz’dan Aralık ayına kadar, adeta “vur- kaç”ını yaptı. Devlet, devlet olmanın hukukuna dayanarak gereğini yaptı. Devletin kurumları kendine geldi. Örgüt, örgütün teorisyenleri, taktisyenleri, pratisyenleri de şaşırdı. Alandaki fiili mücadele ve şehirlerdeki hukuki mücadele tamamen ulusal ve uluslararası hukuk normlarına uygun yapılmıştır. Tek bir hukuki itiraz yoktur, itirazların tamamı siyasidir.

 

Talihsiz bir olay

 

Terörle mücadelede tek vücut olan kurumlar arasında MİT’i saymadınız, MİT yok muydu?

Milli İstihbarat, kısmen içimizde, beraber oldu, kısmen de olamadı. Tamamen aynı yörüngede olunduğunu ifade edemem. Ben olanı söylemek durumundayım. Zaman zaman oldu, zaman zaman olamadı. O dönemde, daha beşinci ayda yaşadığımız bir talihsiz olay vardır. 28 Aralık 2011 tarihinde gerçekleşen acı bir olay, Uludere hadisesi.

Döneminizde Uludere hadisesi yaşandı. Uludere’de olanın aslı nedir?

Ben, 2 ay önce Meclis’teki basın toplantısında açıklamak durumunda kaldım. Devlet neyin ne olduğunu biliyor. O hadisenin istihbarat kaynağı Milli İstihbarat Teşkilatımızdı. Daha sonra, belki işinin doğası gereği yalanlamıştı fakat olay orada bitmiyor, 34 can kaybımız vardı. Bu can kaybına sebebiyet vermekle suçlanan İçişleri’nin, TSK’nın onlarca mensubu var, yargılanıyorlar. Ortada böyle acı bir sonuç olmasa, istihbaratın kimin verip vermediğinin bir önemi olmayacak ama can kaybı var. Milli İstihbarat’ın niyetini sorgulamak doğru değil ama en azından yaptığı işin hatalı olduğunu söylemek durumundayım. İstihbaratı hatalıydı. Buna “kasıtlı” diyen de vardır, zaman zaman ben de diyorum. Başka hataları da var. Hataları üst üste gelince, “Hepsi hata mıdır ve bunda başka bir şey, başka birliktelikler var mı” sorusu beraberinde geliyor. “Bu kadar hata olmaz” dedirtiyor.

 

Ağa takılacak büyük balık

 

Bu istihbarat bilgisi sizinle doğrudan paylaşıldı mı?

Bana da, ilgili herkese de geldi. Benim, görmediğim, okumadığım bir bilgiden bahsetmem mümkün değil.

O istihbaratla yapılması gereken yapıldı yani.

Gayet tabii. Son anda telefonla teyit edilmiş. Bilgi, Fehman Hüseyin’in o kaçakçı grubuyla kamufle olarak Türkiye’ye geçiş yapacağı şeklindeydi. Pas geçilecek istihbarat değil. O bölgenin sosyolojik, ekonomik özellikleri sebebiyle belki zaman zaman müsamaha gösterilerek gelip gidiyorlar. İstihbaratın içerdiği bilgi,  şimdi pek ismi pek duyulmayan, aslen Suriyeli, PKK’nın tepe yöneticisinin orada olduğuna yönelikti. Ağa takılacak büyük balık, 'Bahoz Erdal' kod adlı, Fehman Hüseyin. Bu bilgiyi kimse pas geçemezdi, son anda şifahen de teyit edilmişti.

 

Açlık grevleri senaryoydu

 

Anlattığınız 2011 manzarasında Öcalan’ın bir rolü var mıydı?

İmralı’daki elebaşına 2009'da başlayan süreçte avukatlar, aile gidiyor, geliyor, oradan Kandil’e gidiyorlar, haberler götürülüp getiriliyor. Talimatlar, bazen haftalık, bazen günlük iletiliyordu.

 

Hiçbir gerekçe yoktu

 

İmralı doğrudan talimat mı veriyordu?

Benim İçişleri Bakanı olduğum dönemin bir özelliği de Ada ile olan görüşmelerin kesilmiş olmasıydı. Ada ile olan görüşmeler de bir senaryo ile tekrar başlatıldı. Açlık grevleri ile. Ada ile 2011’den 2012’nin Ağustos ayına kadar, yaklaşık bir yıl, görüşmeler kesilmişti. Cezaevinin kurallarına aykırı bir şekilde, görüşme hakkı kötüye kullanılıyordu.

Tamamen terörü yönetme içerikli görüşmeler yapılıyordu. Cezaevi kurallarına aykırı hareketlerinin gerektirdiği disiplin cezalarına bağlı olarak görüşmeler gerçekleşmemişti. Ortada bir şey yokken, Ağustos 2012’de cezaevinde açlık grevleri başladı. Cezaevleri içindeki kişiler aynı, mevsim de yaz, kış değil, yani soğuk değil. Suların kesik olduğuna dair şikâyet yok. Üçüncü yargı paketi çıkmış, cezaevindeki bir kısım küçük yaştaki teröristler de salınmışlar.

Açlık grevini, ölüm orucunu gerektiren bir şey yok. Gazetelerde, televizyonlarda “ölecekler” diye yayınlar. Ölüm olabilir mi endişesiyle Adalet Bakanımız ile görüştüm, ölüme yol açacak bir durum olmadığını öğrendim. O zaman iyice anladım ki bu bir senaryo. Açlık grevlerini Adalet Bakanı, hükümet, savcılar, cezaevi müdürleri durduramamış gibi bir görüntünün ortaya çıkmasının ardından, “Durdursa durdursa Ada durdurur” teziyle, senaryonun ikinci parçası uygulanmaya başlandı. Filmin ne olduğunu iyice anladım o zaman. Ada ile görüşmelerin tekrar başlatılmasının gerekçesi oluşturuldu. Ada’ya gidildi, bir mesaj alındı, gelindi, o mesaj kamuoyuna açıklandı. Ada’daki “durdurun artık” dedi, yılbaşı gelmeden Noel Baba tiyatrosu oynandı, arkasından olmayan grevler sona erdirildi. Herkes “Ya açlıktan birisi ölür de altında kalırsam” diye düşündü. Ben dâhil hiç kimse de fazla bir şey söyleyemedi. Bu tiyatronun oyuncusu olmadık ama yakın plandan seyircisi olduk.

 

Vatana ihanet

 

Ocak 2013’te görevden alınmanız, politika değişikliğinin bir işareti miydi?

2013’ün başında yeni bir yol ayrımına geldik. Bitme noktasına yaklaşmış, şehir yapılanması tamamen bitmiş terör örgütü ile “müzakereyi de başlatmak lazım” denildi ama mücadele de devam edecekti. “Terörle mücadele, siyasetle müzakere” diye diye 2013’ün başına geldik ama yavaşlatılmış bir şekilde, geceden gündüze, gündüzden geceye geçilir gibi “terörle mücadele” önce yapılmaz, sonra söylenmez oldu. Bugün de söylenmiyor, bir müzakeredir gidiyor. Müzakereyi de “çözüm süreci” diye makyajladılar ama yapılan müzakeredir. Müzakere, savaşan ve savaşı sona erdirmeye karar vermiş iki legal devlet arasında olur. Marjinal, illegal bir örgütle, bir devletin eşitlik düzleminde müzakere yapması akla, hukuka zarardır. Millete, milli iradeye ve vatana sağlam ihanettir.

 

Şemdinli-Yüksekova'ya İran sınırından sızdılar

 

2012'de terör örgütünün “ölümsüzler taburu” adını verdiği, en eğitimli yüzlerce militanı İran sınırından Türkiye’ye sızdı.

Şemdinli-Yüksekova’da günlerce süren çatışmalar oldu, o günlerde oralarda gerçekte neler oldu?

2012 Temmuz sonlarında Şemdinli, Yüksekova üzerinden gerçekleşen geniş kapsamlı sızma hareketi oldu. Terör örgütünün “ölümsüzler taburu” adını verdiği, en eğitimli, aktif yüzlerce militanı, Irak tarafından değil, özellikle dikkat çekmek istiyorum İran sınırından, Türkiye’ye yoğun bir şekilde, olağan dışı sızmayla girdi. Kritik günlerden geçtik. 2011’de gerçekleştiremedikleri finali 2012’de bu sefer silah gücüyle, alan hâkimiyeti sağlayarak yapmak istediler. 2012 yılı onların 34. yılıdır, Bu yılın final yılı olduğu hem telsiz görüşmelerine hem kendi aralarındaki konuşmalarına hem de ele geçirilen yazılı dokümanlarına yansımıştı. Örgüt, bütün vurucu gücünü orada kullandı. 2012’nin sonunda, bütün vurucu gücünü Şemdinli, Yüksekova, Çukurca kırsalında, Türkiye’de de alan hâkimiyetini kaybetmişti.

 

İsteyen dosyayı bulur

 

Bazı milletvekillerinin bu militanlarla çektirdiği fotoğraflar yansımıştı.

Ben o günlerde Hakkâri’ye gitmiştim. Arife günü akşamı, 18 Ağustos’ta gittim, bayramın birinci gününü orada geçirdim. Derecik’e, sıfır noktasına gidip askerlerimizin bayramını tebrik ettim. Bir gün önce, 17 Ağustos günü, aralarında bazı milletvekillerinin de bulunduğu BDP yöneticileri, Şemdinli kırsalında, İran tarafından sızmış olan o “ölümsüzler taburu” dedikleri, militanlarla buluşmuş, sarmaş dolaş fotoğraflar çektirmiş. Milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılarak yargılanmalarının önünün açılması gerekiyordu. Başbakanımız haklı ve doğru olarak, bu densizliğe tahammül edilmeyeceğini, bu vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması gerektiğini söyledi. Dokunulmazlık dosyalarını, 2012 Eylül ayında ilgili savcılık Adalet Bakanlığı’na gönderdi. Bakanlık üzerinden Başbakanlık’a kadar geldiğini biliyorum. Ondan sonrasının ben de izini kaybettim, geleceği söylendiği halde Meclis’e gelmedi.

Kayıp mı oldu dosya?

Kaybolmamıştır, isteyen bulur. Orada bekliyor. Niye bekliyor, bekletiliyor? Bir taraftan konuşuluyor ama diğer taraftan birileri birilerine konuşuyormuş. Bana pek konuşamıyorlardı açıkçası. O dosyalar ne oldu? Orada terör örgütünün militanlarıyla boyun boyuna sarılmaların gereği niye yapılmadı, yapılamadı? Açıklaması gereken kişi ve mercii bellidir.