İnsan Hakları Derneği (İHD) Başkanı Öztürk Türkdoğan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun başlattığı Adalet Yürüyüşü'ne katılmasına ilişkin açıklamalarda bulundu. "Türkiye’de hukukun üstünlüğü ilkesine göre yapılanmış bir yargının olmadığını" belirten Türkdoğan, "Tutuklu gazeteciler, belediye başkanları, milletvekili sayısına baktığımızda bu, İHD kurulduğundan bu yana gördüğü en ağır tablo diyebiliriz. Savaş tablosu 90’lı yılların sayılarına ulaşmamış olabilir ama ona yakın bir noktada maalesef. Zaten bunun sonucunda Avrupa Konseyi siyasi denetime aldı Türkiye’yi. Cumhurbaşkanı’nın, belediye başkanı iken şiir okuduğu için hapse atıldığı dönemden daha ağır bir manzara var" diye konuştu.
20 Temmuz'da ilan edilen olağanüstü hâlin (OHAL) ardından "düşman hukukunun uygulandığını savunan Türkdoğan, "Bir savcı iddianame düzenlemişse iddiasını kanıtlamak zorundadır. Fakat düşman ceza yargılaması yapılan yerlerde kanıt yükümlülüğü tersine dönüyor. Burada kanıt yükümlülüğü tersine çevrildiği durumlarda düşman ceza yargılaması yapılıyor demektir" görüşünü dile getirdi.
Cumhuriyet gazetesinden Kemal Göktaş'ın Öztürk Türkdoğan ile yaptığı söyleşi şöyle:
-Adalet Yürüyüşü’ne neden destek verdiniz?
Ana muhalefet liderinin “Artık son çare sokağa inmek ve yürümek ve sivil itaatsizlik yapmak” dediği bir noktadayız. Cumhuriyet’i kuran partinin lideri yürüyerek adalet arıyorsa, adaleti aramak için kurulmuş bir derneğin genel başkanı olarak benim de elbette onun yanında olmam gerekiyordu. Çünkü Türkiye’deki adaletsizliği, yargının sefil durumunu en net ortaya koyan bu eylem oldu.
-Sivil itaatsizlik denildiğinde bazı insanlar ‘memleket karışacak mı?’ diye endişe ediyor. Sivil itaatsizlik niye bir hak?
Türkiye’nin taraf olduğu BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve İkiz Sözleşmeler’in başlangıç metinlerinde insanların zulme karşı, korkudan ve yoksulluktan kurtulmaya karşı direnme hakları olduğu açıkça yazılı. Sivil itaatsizlik, silaha, saldırıya başvurmadan, başkalarına saldırmadan taleplerinizi eylemli biçimde ortaya koyabileceğiniz bir direnme biçimi. Kılıçdaroğlu da tarihte örnekleri çok olan bu direnme biçimini Türkiye’ye uyarladı ve ciddi bir sivil itaatsizlik eylemi başlattı.
-Türkiye’de sivil itaatsizliğin konuşulmasına neden olan tablo ne?
7 Haziran 2015 seçimlerini iktidarın kabul etmemesinden sonra barış süreci çöktü ve Türkiye anayasaya aykırı biçimde fiilen başkanlık ile yönetilen bir ülke oldu. 15 Temmuz’dan sonra OHAL KHK rejimi ile yönetiliyoruz. Temel hak ve özgürlükler güvence altında değil. Türkiye zaten BM’ye yaptığı başvuru ile bunu deklare etti. Böyle bir ülkede siz anayasadaki hak ve özgürlüklerden, güvencelerden bahsedebilir misiniz?
-Peki, ama darbe girişimi olmuş, Meclis, MİT, Emniyet bombalanmış. Hükümetin bazı tedbirler alması olağan değil mi?
Biz hepimizin güvenliğini sağlayacak tedbirler alması konusunda hükümetin yanında yer alırız. Zaten darbeye o gece karşı çıkarak hükümetin yanında yer aldığını açıklayan kurumlardan biriyiz. Ancak, anayasaya göre yaygın şiddet hareketleri devam ediyorsa OHAL ilan edebilirsiniz. 15 Temmuz’da darbe girişimi oldu, 16 Temmuz saat 16 itibarıyla zaten derdest edildiler. Yani yaygın şiddet hareketleri sona ermişti. Başbakan Yıldırım dedi ki, “Biz devlete OHAL ilan ediyoruz.” Hukukta böyle bir şey yok. OHAL vatandaşa karşı ilan edilir. Devletin kendi içindeki kamu görevlilerini ayıklamak için zaten yeteri kadar mekanizması var. Savunma hakkı tanımadan bunu yapamazsınız. Fakat hükümet 4 gün sonra 20 Temmuz’da başlattığı OHAL ve OHAL KHK rejimi ile bir karşı darbe süreci başlattı. Sadece darbeciler ve arkalarındaki örgüt değil, toplumsal muhalefete yönelik bir baskı politikası geliştirdi. Bu baskı politikasının sonucudur ki HDP eşbaşkanları ve 13 milletvekili, 80’in üzerinde belediye eşbaşkanı, 160’ın üzerinde gazeteci tutuklu, 90’a yakın belediyeye el konulmuş durumda.
-Hükümet ‘Bunlar yargının işlemleri’ diyor. Yürütme niye bunlardan sorumlu olsun?
Türkiye’de hukukun üstünlüğü ilkesine göre yapılanmış bir yargı yok. Zaten HSYK ile hükümet her zaman yargıya müdahale ediyordu. Yargı üzerinde o kadar çok iktidar tasarrufu oldu ki bağımsız ve tarafsız bir yargıdan bahsetme olanağı kalmadı. Cumhurbaşkanı’nın, belediye başkanı iken şiir okuduğu için hapse atıldığı dönemden daha ağır bir manzara var. İçişleri Bakanı, açlık grevi yapan eğitimciler Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için ‘bunlar örgüt üyesi’ dedi. Haklarında hiçbir mahkûmiyet kararı yok. Hani masumiyet karinesi? Ankara Adliyesi çok direndi Semih ve Nuriye’yi tutuklamamak için. Savcılar “Bu insanlar sadece oturuyorlar” dediler. Ama baskı o kadar şekillendi ki, kolluk o kadar çok işlem yaptı ki savcılar sonunda tutuklama istemek zorunda kaldılar. Hâkimin tutuklama kararında “adaleti engellemeye teşebbüs” yazıyor. Böyle bir tutuklama gerekçesi hukukta yok. Demek ki tutuklamak zorunda kalmış. Talimat değil ama zorunda kalmak, temel mesele bu.
-Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Trajikomik bir durum. Çünkü yargılandığı ve cezalandırıldığı madde doğrudan doğruya devletin gizli bilgilerine haiz kişilerle ilgili maddeler. Yani o maddeden bir insanın ceza alabilmesi için bir devlet görevlisi olması lazım. Üzülerek şunu söyleyeyim; gerçekten şaşırdığım bir nokta var. Bu iktidar kendisi aleyhine delil üretecek bir yargılama yaptığının galiba farkında değil.
-Yürüyüşün sloganı adalet ve geniş bir kavram. Türkiye’de adalette ne eksik?
Biz insan haklarını anlatırken insan onurundan başlarız. Onurlu her insanın başkalarına karşı ileri sürebileceği hakları vardır. İnsan hakları adalet, eşitlik, barış ve özgürlük ayaklarından oluşur. Kılıçdaroğlu adalet dediğinde insan hakları kavramına gönderme yaptı ve toplumsal bilinçaltına attığı haklı talepleri harekete geçirdi. Herkesin haklarını aldığı, eşit ve onurlu bir vatandaş olma taleplerini ifade ediyor bu yürüyüş. Bu iktidarı ürkütmüş olmalı ki Erdoğan referandum kampanyasında yaptığı gibi ötekileştirici suçlayıcı bir dil kullanarak kendi tabanını konsolide etmeye çalışıyor. Bu söylemin Türkiye’ye herhangi bir kazancı olmayacaktır. Bu 16 Nisan’da görüldü. Referandumda toplumun büyük çoğunluğu hayır dedi ama YSK’nin kanuna aykırı kararıyla evet çıkartıldı.
-Yargının işleyişine dair neler söylenebilir?
Bir savcı iddianame düzenlemişse iddiasını kanıtlamak zorundadır. Bu, ceza hukukunun temel ilkesidir. Fakat düşman ceza yargılaması yapılan yerlerde kanıt yükümlülüğü tersine dönüyor. Savcılar delil göstermek zorunda olmadan sizi suçluyor ve siz suçsuz olduğunuzu kanıtlamak zorunda kalıyorsunuz. Burada kanıt yükümlülüğü tersine çevrildiği durumlarda düşman ceza yargılaması yapılıyor demektir.
-Ne demek düşman ceza yargılaması?
Yargının iktidarın baskısı altında olduğu ülkelerde, iktidarın yaptığı iç ve dış düşman tanımına göre yargının işlemesidir. Türkiye’de MGK’dir bu biliyorsunuz. Son anayasa değişikliği ile de Cumhurbaşkanı MGK üzerinde tek yetkili hale geldi. Oysa vatandaş düşman olarak tanımlanamaz. Vatandaşın anayasal hakları olur. Ben ancak suçlu olabilirim. Ceza kanununda benim alacağım ceza bellidir işlediğim suç varsa. Onun ötesine geçemezsin.
-Düşman ceza hukukundan söz ediyorsunuz. Aslında Türkiye’de hukuk hep bir düşman ihtiyacına göre şekillendi. Bu dönemin farkı ne?
OHAL KHK’leri ile hukuka “terör örgütlerine veya milli güvenliğe aykırı örgütlere iltisak veya irtibatlı olma” diye bir kavram sokuldu. İltisaklı ve irtibatlı olanlar da artık iç düşman kabul ediliyor. Bu çok geniş bir tanım olduğu için herkes iç düşman olarak kabul edilebilir. Mesela Berberoğlu’nun cezalandırılmasında düşman ceza hukukunu dahi aşan bir keyfilik var. Bunu bir tür intikam olarak da kabul edebiliriz. Siz geniş toplum kesimlerini iç düşman kategorisine alırsanız bunun çok tehlikeli sonuçları olur.
-Ne gibi tehlikeler söz konusu olur?
Demokratik yollarla ve hukuk içinde hak arama mekanizmalarını tıkarsanız toplumsal barışa zarar verirsiniz. Meclis’in yetkilerini budadınız. Meclis artık hükümet kuramayacak artık tek bir kişi yönetecek. 2019’da Bakanlar Kurulu’nu o atayacak, kararnamelerle temel hak ve özgürlükleri düzenleyecek, bütün devlet bürokrasisini tayin edecek, ordunun başkomutanı olacak, bütün güvenlik bürokrasisinin amiri olacak. Ak Parti’yi aklıselime davet etmek gerekiyor. 16 Nisan’da MHP nin dayatmasıyla kabul edilen anayasa değişikliğinden vazgeçmeleri gerekiyor.
-Tayyip Erdoğan istemedi mi bu süreci?
Ben Cumhurbaşkanı’nın daha çok partili cumhurbaşkanı modelini istediğini düşünüyorum. Yakın çevresinden duyduğum şeyler bu yöndeydi. MHP, ideolojik ulus devleti bu şekilde ayakta tutacağını düşündü. Tek kişi seçime girdiğinde ve bu yetkileri kullandığında bu kişi Kürtlerin, Alevilerin, solcuların, emekçilerin haklarını savunan bir kişi olmayacak. Türk etnisitesine dayalı Sünni Müslümanlığın devletleşmiş halini temsil eden, resmi ideolojinin yanında yani Türkçü-İslamcı biri olacak.
-Başka biri kazanamaz mı bu seçimi?
Son yıllarda yaşadığımız seçimlerin temel argümanlarına bakılırsa belki ılımlı, yani yine sağcı biri kazanabilir. Demokrasi bloku ancak eşitlik, özgürlük, adalet, barış, insan onuru kavramları üzerinde asgari mutabakat kurulabilirse 2019’da şansı olabilir. Ana muhalefet ile HDP yan yana gelmezse zaten şansları olmayacak.
-Bir de ama referandumda ‘hayır’ diyen MHP’nin üçte ikisi var. Bunlar nasıl bir araya gelecek?
Akil insanlar heyeti içinde çalışma yürütürken çok sayıda MHP’linin barış sürecini desteklediğini sahada gözlemledim. Ben koşullara göre bir fikriyatın değişebileceğini düşünüyorum. Sorumluluk mevkiinde olanların demokrasi blokunda bir araya gelmeye zorlanacaklarını düşünüyorum.
-Erdoğan’ın çözüm sürecine yeniden dönme olasılığı var mı?
Bu olasılıklar her zaman vardır. Bu kişilerle bağlantılı bir konu değildir. Barış sürecinin sona ermesi konusunda Erdoğan’ın etkisi olmuştur ama bu bir devlet kararıyla ortaya konulmuştur. Koşullar değiştiğinde şartlar kendini zorladığında elbette devlet oturup bir karar alacak. Zaten barış sürecine dönmek dışında bir karar alacaktır.
-Devlet niye böyle yaptı?
Bu devlet, klasik ideolojik ulus devlet ama artık Kürt sorununu demokratik yollarla çözmekten başka seçeneği yok. Bunu devleti yönetenler çok iyi biliyor. Tarihsel gerçekliğiniz de bunu gerektiriyor zaten. Asimilasyonu başaramadıysanız bu insanları olduğu gibi kabul edeceksiniz, temel sözleşmelerde düzenlenmiş topluluk olmaktan kaynaklanan haklarını teslim edeceksiniz.
-Şiddet ve terör olduğu sürece bu olmayacak deniliyor?
Bu bir döngü ki zaten. Devlet bu hakları tanımadığı sürece birileri bu hakları almak için şiddet yöntemlerine başvurduğunu ileri sürecektir. PKK burada bir neden değil, bir sonuçtur. Devleti yönetenler de bunu iyi biliyor. Biz 2013- 2015 süreci yaşadık. Herkes çok mutluydu herkes çok memnundu. Demokratik yollarla her şeyin çözülebileceği ortaya çıktı.
-Örgüt bir hazırlık yaptı deniliyor...
Bu hazırlık karşılıklı yapıldı. Devlet kalekollardan güvenlik barajlarından vazgeçmedi. Suriye’deki Kürtlerin statülerini tanımamak için elinden geleni yaptı. Her iki taraf da boş durmadı ki. Birbirlerine olan güvensizliklerinin, her zaman savaş çıkacakmış gibi hazırlık yapma motivasyonları ile ilgili bir şey.
-İHD hem ihlalleri gidermek için takip yapıyor hem de bir raporlama sistemi var. İnsan haklarında Türkiye nasıl bir noktada?
2016 raporunu nisan başında açıklarken “99’dan bu tarafa en ağır hak ihlali raporunu açıklıyorum” demiştim ama önceki başkanımız Hüsnü Öndül “Eski OHAL dönemi dâhil en çok ihlalin olduğu dönem” diye uyarmıştı. Tutuklu gazeteciler, belediye başkanları, milletvekili sayısına baktığımızda Hüsnü Abi haklı. Bu İHD kurulduğundan bu yana gördüğü en ağır tablo diyebiliriz. Savaş tablosu 90’lı yılların sayılarına ulaşmamış olabilir ama ona yakın bir noktada maalesef. Zaten bunun sonucunda Avrupa Konseyi siyasi denetime aldı Türkiye’yi.
-İHD verilerine göre hangi hakların ihlalinde artış var?
Yargısız infaz kategorisinde çok ciddi bir ihlal var. Güvenlik görevlilerinin öldürme fiilleri, dur ihtarına uymama ve sokağa çıkma yasaklarında çok ortaya çıktı. Sivillerle ilgili kısmı bu. İşkence ve kötü muamele iddialarında, kişi özgürlüğü hakkının ihlali yani keyfi gözaltı ve tutuklamalar had safhada. İfade özgürlüğüne yönelik engelleme ve cezalandırma pratiği, yani gazeteciler başta olmak üzere düşünceleri nedeniyle insanların tutuklanması. Vahim gelişmelerden biri de 2004’ten beri yaşanmayan gözaltında kayıp iddialarının yeniden gündeme gelmesi. Darbe teşebbüsünden sonra kamuoyuna açıkladığımız 11 kaçırılma iddiası var. Devlet içinde bir birim buna yönelmişse bu ciddi bir problemdir. Biz sosyal medyaya yansıyan bilgilerden hareketle bu sayıyı hükümete, Meclis’e ve BM’ye bildirdik. Meclis İnsan Hakları Komisyonu bu konuyla ilgilenmeye başladı.
-Bu ihlalleri yapan kamu görevlilerinin yargılanabilmesi mümkün oluyor mu?
Türkiye’deki adaletin yerine gelmesinde en büyük engellerden biri cezasızlık politikası. Bu politika sık sık askeri darbe pratiği yaşandığı için devlet politikası olmuştu zaman içinde kültür haline geldi. AB reform sürecinde devlet bu politikayı terk etme eğilimine girdi ama çatışmalar başlayınca yeniden devlet politikası haline geldi. KHK’lerle kamu görevlilerine OHAL işlemleri ile ilgili tam bir cezasızlık hükmü getirildi. Devlet suç işleyen görevlileri koruyor, birine güçlükle dava açıldığında ise delil toplanmıyor ve sürüncemede bırakılıyor.