Prof. Ümit Cizre
26 Ekim 2014’te Isparta’da Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesi açıldı. Aynı sıralarda Demirel’in damgasını vurduğu 1960-1980 arası Türkiye siyasetinin bir analizini yaptığım AP-Ordu İlişkileri: Bir İkilemin Anatomisi kitabımın 3. baskısı yapıldı. Demirel, 1965 ile 1993 yılları arasında (1980-87 arası yasaklı ama “lider”kalan) iktidardan kah zorlama ile uzaklaşıp kah geri gelerek 10 yıl 5 ay boyunca tam 7 hükümet kuran ve 1993’ten 2000 yılına dek de cumhurbaşkanı olarak Türk siyasetini yöneten ve yönlendiren bir lider. Süleyman Demirel’in başbakanlık rekorunu çok partili dönemde 12 yılla ancak Recep Tayyip Erdoğan kırabildi. Gerek Demirel’in kendisi gerekse temsil ettiği siyasal çizgi üzerine kafa yormuş ve çalışmalar yapmış biri olarak müzenin açılışı ile kitabımın 3. baskısının rastgelmesi bana şu soruyu sordurdu: İki farklı kuşağın yaşamlarını kökten etkilemiş, ülkenin temel koordinatlarını tasavvur etmiş, belirlemiş ve de hafızalara kazımış bu iki önemli liderin bir karşılaştırmaya konu olma zamanı gelmedi mi?
Her iki liderin bu ülkeye dair hülyaları, kurdukları, kuramadıkları ya da dokunmak istemedikleri iktidar ve siyaset ilişkilerini, siyaset kültürünün kodlarını, ideolojik tutum ve tavırlarını yan yana koyarsak ve elbette koşulların farklılığını da hesaba katarsak ortaya ne çıkar? Bu karşılaştırma Türk sağının son 50 yıllık serencamı konusunda bize neler söyler? Son sorunun cevabı ayrı bir yazıyı gerektirir belki ama diğerlerinin cevabı bugünkü Türkiye siyasetinin içinde bulunduğu daralmanın, bıktırıcı çelişkilerin, tartışma ve çatışmaların ötesine geçmemizi sağlayabilir. Belki de bireysel onurumuzu zedeleyen, ruhumuzu sarsan ve demoralize eden çaresizliğimizi azaltacak yeni ufukların açılmasına yardımcı olabilir.
Her iki liderin de siyaseti ve demokrasiyi hemen hemen sadece iktidarın kaynağı ile yani çoğunluğun iradesi ile tanımlayıp sınırladığını yaşayarak öğrenmeyen kalmadı. Ancak, kariyerlerindeki bu temel benzerliği tamamlayıcı iki hususu karşılaştırma matriksine katmadan yapılan analizler eksik kalmaya mahkum. Birincisi, iktidarın meşruiyet kaynağı olarak yalnızca “milli irade”yi görmelerine rağmen temel hak ve özgürlükleri hep baskı, tehdit ve müdahaleden ari kılmaya ve hatta Avrupalılaştırmaya yani genişletmeye dayanan bir araçsallığa başvurdular. İkinci hususa geçmeden bu araçsallığı motive eden meseleyi anlamaya çalışmak her iki lider arasındaki ana benzerlikleri ve farkları yakalamak açısından çok önemli. Temel cevap, her iki liderin temsil ettiği siyasi çizgiyi ezip yoketmeye odaklanmış vesayetçi ideolojinin ve de kurumların varlığıdır. Bir ülkenin siyasal seyrinde ordu müdahalelerinin “anormal” ve bunalımlı koşulları ve süreçleri ardından gelecek “normal” yapılanmayı belirler ve bunu da “Batı demokrasisine bağlılık” kisvesi ile yaparsa ardıl aktörler de, öncüllerinin itibar ve haysiyetlerinin zedelenmesine vesile olan “şaibe”lerden arındırılmış “zorunlu demokrat” kimliğine bürünmek zorundalar. 27 Mayıs 1960, 12 Eylül ve 28 Şubat 1997 darbelerinin her üçü de bu etkiyi sağlamıştır. Demirel ve Erdoğan, vesayetçi Kemalist yapıyı nötralize etmek ve ağır baskı gören takipçilerini rahatlatmak amaciyla evrensel özgürlüklerle milli irade’ye lehimlerler. Batıcı, yeni demokratik haklardan söz eden bir iktidar ve demokrasi modelini benimser görünen “zoraki ve yaralı demokrat”lardır bir bakıma.
Her iki liderin ve temsil ettikleri siyasal geleneğin benzeştikleri ikinci husus demokrasiyi araç olarak kullanma meselesinin eninde sonunda açık vermesi, yani genel bir adlandırmaya göre, yaptıkları “U dönüş”leridir. Bir tarih koymak gerekirse, Demirel’in 1971’den ve Erdoğan’nın da 2010 Anayasa değişiklerinin ardından daha önce bağlılık ifade ettikleri Batı aidiyetimizin ölçütleri olan kuvvetler ayrılığına, azınlığın ve muhalefetin itiraz haklarına, temel hak ve özgürlüklere, sivilliğe, hukukun üstünlüğüne sırtlarını dönmeleri ve sonunda “güvenlik devleti”ne sığınmalarıdır. Niçin? En bariz açıklama olarak “zorakiliği “gösterdik. Ancak, asıl mesele biraz daha farklı.
Demirel’in ve Erdoğan’ın demokratlıktan otoriterliğe ve zaman zaman da tersine salınımlarını sahici U-dönüşleri olmaktan çok temsil ettikleri siyasal çizginin kaçınılmaz “natura”sı ya da hepimize faturası olarak kabul etmek daha gerçekçi olur. Çünkü her iki lider de merkezdeki seçkinlerin yönettiği devlet politikalarına gücenen, baskıcılığından bunalan, Anadolu’da ya da büyük kentlerin berbat yerlerinde kenara ve köşeye itildiğini düşünen, eğitim-refah-zenginleşme-rahatlama fırsatlarını tam olarak yakalayamayan –modernizasyoncuların kolayca adına “çevre” dedikleri- kesimle merkezi bürokrasi arasındaki gerilimi telafi adına hareket ederler. Demirel’in ve Erdoğan’ın tabanı mevcut iktidar ilişkilerine değil iktidardakilere; merkezi seçkinciliğe değil merkezi seçkinlerin kimliğine; hukukun üstünlüğünün, hak ve özgürlüklerin olmadığı bir yaşama değil serbestçe hareket edememeye itiraz etmektedirler. Demirel ve Erdoğan, merkeze aşk-nefret bileşimi ile bakan bu kitleleri tatmin edecek politikaları ideolojik görünmemeye özen gösteren, tutarsız ama günlük ihtiyaçlara cevap vererek ve bunu bir ileri bir geri giderek sağlayan pragmatik iki liderdir.
Yalpalama, tutarsızlık ve çelişki gibi görünen bu “dönüş”ler eşyanın tabiatına uygun salınımlardır. Demirel ve Erdoğan ne koşulsuz demokrat ne koşulsuz muhafazakar ve de devletçi, İslamcı ya da liberal olamazlar. Bunu not ederken bütünüyle tabandan yükselen bir talepler manzumesinden söz etmemekteyiz. Bu muğlak, denetimsiz, yönsüz, keyfi tutum ve politikalar, liderlerin milli irade payandalı özgüveni, yakaladıkları iktidar gücü ve sahip oldukları medya gücü sayesinde kitleleri şekillendirmek ve rızalarını sağlamak adına “isteseler de istemeseler de” topluma zerkedilmektedir.
İki liderin büyük U dönüşleri süreklilik içinde değil söylendigi gibi bir ileri-bir geri salınımlarla oluşmaktadır: Örneğin, yer yer, her iki lider de kendilerine “oy vermemiş” vatandaşları kucaklama vaadini yineleyen ve ideolojik, etnik ve dinsel azınlıkların haklarına saygılarını ifade eden zoraki “balkon konuşmaları” yapmışlardır. Demirel, 1965 seçimlerini yüzde 53 oranında oy çokluğuyla kazanmasının ardından Adalet Partisi (AP)’nin 4. Büyük Kongresi’nin açılış konuşmasında, aynen Erdoğan’nın 2011 seçimlerinden yüzde 50 oy alarak çıkmasının ardından yaptığı bütünü kucaklama vaadini dillendirmektedir: “milletin yüzde 47sinin oyunu temsil eden bir muhalefet topluluğu mevcuttur. Bunu sıfır farzetmenin huzursuzluk ve ihtilaflara yol açabileceğini gözlerden uzak tutmamak gerekir.”
İkisi arasındaki asıl çakışma noktası muhafazakar sağ meşrepleri nedeniyle “tek bildikleri” ve sığ bir kültür görgüsü olarak devraldıkları devletçi statükoyu hem sevmeleri hem de ona hizmet etme arzularıdır. Erdoğan’ın artık kanıksadığımız devletin ve kendi varlığının dışında yer alan farklı düşüncelere, tercihlere ve de aidiyetlere karşıt retoriği ile Demirel’in toplumsal/siyasal çelişkiler ve farklılıklar konusundaki siyasal niyetleri ve tasavvurları, ortak yanlarını/akrabalıklarını ortaya koymakta. Demirel’in retoriklerini unutmuş olabiliriz, hatırlayalım: Solun etkinlik kazandığı 1970’li yıllarda Demirel’in temel sorunu 1961’in çoğulcu Anayasası ile “…devlet güvenliğini sağlamanın ve rejimi savunmanın imkansızlığı”dır. Demirel’e göre devlet güvenliğine temel tehdit “düşünceleri etrafında çoğunluğu toplamayıp azınlıkta kalanların haklarına razı olmamaları, kendileri dışındakilere tahammül edememeleridir.” Yani muhalefetteki sivil toplum örgütlerinin ve özellikle de CHP’nin muhalefet haklarını kullanmalarıdır. Gezi Parkı’nın temsil ettiği toplumsal itirazın Erdoğan çevresinde “devletin ve kamunun çıkarına aykırı” bir kalkışma olarak nitelenmesi ile mükemmelen uyuşan Demirel’in toplantı ve gösteri özgürlüğüne getirdiği “genel çıkar” kriterine bakalım: “dernek, teşekkül ve zümrelerin siyasi hayatta müessiriyet (etkinlik) iddiaları ANAYASANIN BİR İCABI OLARAK DEĞİL, FAKAT TEMSİL ETTİKLERİ FİKİR VE DAVALARIN UMUMİ MENFAATLERE UYGUN siyasi ağırlığı ölçüsünde meşru yol ve kanallar içinde bir değer kazanabilir (vurgu bana ait).”
[Mahmud Abbas ve Recep Tayyip Erdoğan, '16 Türk devleti askeri'yle.] Mahmud Abbas ve Recep Tayyip Erdoğan, '16 Türk devleti askeri'yle. Ancak, Demirel’in politikalarındaki sözde salınım ile Erdoğan’ınkileri karşılaştırdığımızda Demirel’de şu sabiteleri tesbit etmek mümkün: Demirel merkez-sağ konumundaki bir partiye uygun düşen devletle barışık muhafazakar-milliyetçi bir lider profili çizmiştir. Moderniteyi gelenekle, batı uygarlığını dindarlıkla bağdaştıran muhafazakar-modernist ve mütevazi bir liderdir. Cuma namazlarını genellikle Çankaya’daki Yeşilyurt Sokağındaki tek ve gösterişsiz camide kılmış ama Çankaya’nın tepesine muhteşem bir cami inşa etmeyi aklından geçirmemiş, kamudaki İslami pratikleri devletin denetimine tabi tutan Kemalist anlayışın takipçisi olmuştur: “Kışla, okul ve caminin siyasete karışmadığı… Vatandaşın dinine, inanç ve ibadetine saygılı olan bir Türkiye istiyoruz” şiarını koruyan bir liderdir. Bir Cumhuriyet çocuğu ve siyasal muhafazakar olarak ne aşırı laik ne de aşırı laiklik karşıtı politikaların takipçisidir. Kemalist merkezi ve tüm toplumu Erdoğan’ın ki gibi kendi imajına çevirme gayretine (“isteseler de istemeseler de Osmanlıca öğretilecek”) giriştigini söylemek kolay degildir.
Dünyaya, bastırılmış-hasar görmüş bir kimliğin moralist/tepkici, kompleksli ,ve eleştiriye tahammülsüz tezahürleri ile baktığını düşündürecek davranışları yoktur. Üzerinde ufacık da olsa iktidar alameti taşıyan şahısları, örgütlü ve örgütsüz grupları, cemaatleri, gazetecileri, medya mensuplarını, okulları, üniversiteleri disipline etmeye, cezaevlerine kapatmaya, gözdağı vermeye çalışan öfkeli bir iktidar anlayışını benimsediğini söylemek haksızlık olur. Demirel’in özellikle 1971 sonrasında sola karşı giriştiği baskıcı uygulamaların, ve 28 Şubatı gerçekleştiren vesayetçi yapıyla birlikte hareket etmesinin gerisinde hep aynı çarpıcı ve çıplak gerçek yatar: statükoyu korumaya adanmışlık. Statüko aşkı herşeyin o denli önündedir ki Demirel’in 28 Şubatta “askeri yine başımıza musallat eden” Erbakan-Çiller ekibine duydugu ağır tepki, askeri yapıya duyması gereken itirazın önüne geçmekte, onu perdelemektedir. .
Demirel’in kadroları çoğunlukla taşra kökenli, mühendislik ya da avukatlık eğitimi görmüş, positivist, bilimci, dünyevi kapitalist gelişme kavramına açık ve inançlı kişilerden oluşmuştur. Erdoğan’ın kadrolarının da aynı ilkeleri birbirine lehimlemeye çalıştığını söylemek mümkün; ancak bunu yaparken daha çok kapitalistleşme boyutunu vurgulamakta oldukları da ortada. Demirel’in kadroları mevcut statükoyu değiştirmeye değil verimliliğini ve işleyişini yükseltmeye odaklanma konusunda Erdoğan’inkilerden daha şevklidir.. Erdoğan’inkiler ise tabanın çıkarlarını ve kapitalist iştahlarını statükonun önüne geçirmektedirler.
Iki lider arasında son derece öğretici ve anlamlı bir fark var: Erdoğan’ın hazmedilmesi en zor anti-demokratik çıkışları milli irade desteğinin üst üste yapılan seçimlerde giderek artan oranda AK Parti’ye ve lidere aktığı bir dönemde (2010 Anayasa Referandumu’na destek yüzde 58; 2011 seçim sonuçlarında yüzde 50; 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 51.7) patlak verdi. Bu durumda Erdoğan’ın arkasındaki devasa desteğe güvenerek daha sakin ve daha çoğulculuğa saygılı bir siyaset anlayışı ve üslubunu benimsemesi, parti içinde ve ülkede kudretin temerküz ettigi tek odak ve tek siyaset kurucusu olarak kalmayı seçmemesi beklenebilirdi. Ancak bu olmadı. Peki neden?
Kapsamlı bir özet şunu söyler: muhalefetin görülmemiş derecede etkisiz olması, ses getiren yeni bir solun tabloya dahil olmaması, demokratik denge ve denetimlerin kurumsallaşamaması, ve vesayetçi kurumların bir ölçüde geri çekilmiş olması önemli. Bu tabloya bir de liderin arkasındaki desteği, yukarıda değindiğimiz kendi kurak iktidar felsefesini ve ataerkil, muhafazakar, otoriter siyaset görgüsünü de katarsak, ortaya kendisinden başka irili ufaklı hiçbir güç odağı ve siyasal çeşitlilik görmek istemeyen kuvvetli bir iktidar, hiperaktif bir milli irade, huzursuz bir toplum, iç-sansür uygulamaktan canı çıkmış bir akademi ve medya ortamı çıkar.
Halbuki AP lideri Demirel, 1971 sonrasında vesayetçi odaklarla işbirliği yaparak özgürlükleri daraltma, sola taarruza geçme ve “devletin demokratik otoritesini tesis etme” operasyonuna angaje olduğunda arkasındaki milli irade parçalanmış, geriletilmiş ve parti bölünmüştü. 1965 seçimlerinde kazanılan yüzde 52.8’lik çok yüksek seçim başarısı 1969 seçimlerinde yüzde 46.5’e ve 1971’de Demirel hükümetinin istifasına yol açan MGK ültimatomundan sonra yapılan 1973 seçimlerinde ise yüzde 29.8’e kadar inişe geçmiştir. Bu düşüş 1979 ara seçimlerine kadar sürecektir. AP’nin sosyal tabanını oluşturan koalisyonda çatlamalar oluşmuş ve sanayi sektörüne verilen teşviklerin gerisinde kalan ticaret ve tarım kesiminin sözcüsü olarak beliren daha sağda, daha milliyetçi ve muhafazakar Sadettin Bilgiç liderliğindeki 41 milletvekili, verdikleri kırmızı oyla kendi hükümetlerinin hazırladığı 1970 yılı bütçesinin reddine yol açmışlardı. Solda, Türkiye İşçi Partisi’nin belirmesi, CHP’nin de modaya uyarak merkezin solunda bir yer kapmaya çalışması ordunun siyasetteki bitmek tükenmek bilmeyen gölgesi ve MHP’nin sokak militanlarının milli irade dışında alternatif bir iktidar kaynağı olarak sola karşı belirmesi Demirel’in iktidar zaafiyetine çare olarak “milli güvenlik devleti” karabasanına geçiş yapmasının gerekçelerini oluşturmuştu.
Önemli olan husus, 70’li yıllarda Demirel’in arkasındaki çoğunluk desteğinin krize girmesinin Demirelvari otoriterliğin itici gücünü oluşturmasıdır. Demirel’e ve o zamanın SETA’sı, kudretli düşünce kuruluşu Aydınlar Ocağı’nın tespitlerine göre milli irade hastadır; darbe yemiştir ve bu nedenle mutedil AP çizgisi yerine radikal milliyetçi ve din ağırlıklı oluşumlara kaymaktadır. Dolayısıyla tabanda otoriter, disiplinli, kanun ve yasakların hükmünü sürdüren bir parti ve lider istenmektedir. Milliyetçi Cephe hükümetlerine zemin hazırlayan bu tarafgir yorum Demirel’in aklına yatmış ve Türk demokrasisine çok ağır bedeller ödetmiştir. Bu ülkede demokrasi ile iktidar arasında bir seçim yapmak gerektiğinde gözünü kırpmadan başbakan olmayı seçen tüm diğer liderler gibi Demirel de Milliyetçi Cephe rezaletini seçmiş ve otoriter sağ bir baskıcı çizgiye kaymıştır.
1980 sonrası Demirel’ine baktığımızda, aynen 27 Mayıs’ta olduğu gibi darbenin “anormal” yasakları ve düzenlemelerinin varlığında 2002’ye dek sürecek 80 sonrası “normal”liğe geçiş sürecini belirlemeye çalışan bir lider görürüz. Bu süreçte Demirel’in partisi ve liderliği krize sokulmuş, milli irade merkez sağda iki parti arasında parçalanmış, Demirel ve partisi bu büyük krizden çıkma yolu olarak kimliklerinde “değişim” ve “yenileşme”yapmaya itilmişlerdir. Bir diğer deyişle, anormalin oluşturduğu yeni zemin Demirel’in yeni U dönüşlerine zemin hazırlamıştır. Siyasal hafızamıza kazılan en anlamlı örnek, yasaklılığı ancak 1987’de sona eren Demirel’in, sivil toplumla kurduğu fevkalade yumuşak ilişkiler ve Anavatan Partisi’nin (ANAP) sınıfta kaldığı hak ve özgürlükler söyleminini yükseltmesidir. Demirel, ANAP’a muhalif bir kimliği oturtmaya çalışırken demokrasinin araçsal kullanımının belki de en iyi örneklerinden birisini oluşturmuş ve 1991 seçimlerine “demokratikleşme, sivilleşme” ve 1990’da imzalanan Paris Şartı ile evrenselleşen “insan hakları”na geçiş yaparak girmiştir.
İkinci unutulmaz örnek ise Demirel’in 1991 seçimleri öncesinde Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanacağı sözünü vermesidir. Ocak 1993’te ilgili yasa önerisi TBMM Milli Savunma Komisyonu’na geldiğinde Demirel’in başbakan olarak olumsuz görüş bildirmesi ile öneri kendi partisinin üyelerinin karşı oyları sonucu reddedilmiştir. Bu “iniş” bize askeri darbe heveslisi komplolara hukukun üstünlüğü çerçevesi içinde geçit vermemesi gereken Erdoğan liderliğindeki hükümetin Ergenekon ve Balyoz yargılanmalarını ve sonuçlarını rakip bir iktidar odağı ile hesaplaşmanın aracı olarak kullanmasini hatırlatıyor.
1993’te Cumhurbaşkanı seçilen Demirel, sivilleşme, demokratikleşme ve insan hakları konularında aşama kaydedilebilecek en muteber platform olan Kürt sorununda, katı bir devletçi tutum sergilemeyi sürdürmüştür. Erdoğan ve Demirel arasındaki bir diğer benzerlik bu meselenin kavranış biçimindedir: Her ikisi de Kürt milliyetçiliğinin etnik bağlılık üzerine inşa edilmekle birlikte bu bağlılıkları konu almayan, etnik kimliğin dışında ve üstünde siyasal bir habisliğe itiraz mücadelesi olduğunu (art niyetli bir biçimde) anlamamakta kararlıdırlar. Buna tek kısmi istisna olarak merhum Turgut Özal’ı anmamız mümkün. Erdoğan’ın Kürt meselesine ilişkin iki esaslı girişimde bulunduğunu ileri sürerek bu konuda Demirel’i geride bıraktığını (bu konudaki karanlıgın sürmesine rağmen) düşünmek de mümkün. Ancak, iki liderin bu meseleyi kavrayışına ilişkin bilinçaltı ve üstü kabulleri ve demokratik inançları konusunda (dinin bağlayıcılığı dışında) çarpıcı hiçbir fark olmadığını da tespit etmek zorundayız.
Asıl önemli tespit, Demirel’in daha 1970’lerde “devletin demokratik otoritesini tesis” sloganı ile 12 Eylül Anayasası’nın kurmaya çalıştığı siyasal iktidar odak, ilişki ve kurumlarını daha önceden tahayyül etmesi ve iktidarı dönemindeki 24 Ocak kararları ile de tetiklemiş olmasıdır. Ancak, 70’lerdeki Demirel’in “güvenlik devleti” özlemi, devletsever felsefesi, hak ve özgürlükleri daraltma girişimi onu Erdoğan’dan ayırt eden bir husus olamaz. Çünkü Erdoğan, 12 Eylül Anayasası’nın ruhuna değil; 28 Şubat’ın İslamcı ve dindar kesimleri hedefleyen düzenlemelerine karşı çıkmaya kurgulanmış bir liderdir. 12 Eylülcülerin arzuladığı düzen, istikrar kazanması istenen piyasa ekonomisinin çarklarını işletecek icra gücü yüksek “muktedir” iktidarlar ve kitlesel “itaat” sistematiğidir. Neoliberal düzenin geri planında Türkiyenin vesayetçi kurumları önemlidir, çünkü, disiplin ve otorite, serbest piyasanın sağlayacağı büyüme, tüketme, ideolojisizleşme ve dindarlığı “itaat”e dönüştürebilme gücünü tahkim ederler.
Her iki lider de serbest piyasanın/ekonominin siyaseti belirleyen bir konuma yükseleceğini ve demokrasi meselelerinin talileşeceği inancını paylaşır.Ancak önemli bir farkla: Demirel’in serbest piyasaya ve onun gerektirdiği itaat ideolojisine adanmışlığı 1990’lı yılların koşullarında farklı bir sentezle gerçekleşmek zorunda kalmıştır. Bu sentez Demirel’i daha demokrat kılmasa bile yaratıcı, icatçı ve insancıl bir lider yapar. Çünkü 80’li ve 90’lı yıllarda neoliberal ekonomi Demirel’in dayandığı kırsal, yoksul, devlet sübvansiyonu ile beslenen kentli iş çevreleri ve orta sınıflar üzerinde son derece yıkıcı etkiler yaratmıştır. Demirel, öncülük ettiği ve inandığı piyasa ekonomisinin ve serbest girişimciliğin toplumsal dengeleri altüst eden etkilerinden rahatsız olmuş bir liderdir. Dolayısıyla çıkış yolu olarak global kapitalizmin ayyuka çıktığı 90’lı yıllarda “toplumculukla liberalizmi birleştirme” ya da “ekonomik kaynakların bireyler arasında daha eşit paylaşımı” olarak lanse ettiği bir ekonomik proje üzerinden ANAP’la yarışır. 1991 seçim bildirgesinde “serbest piyasa ekonomisinin büyümeyi kamçılıyan potansiyeli sosyal harcamaların maliyetini karşılayacak” sözünü verir. Elbette, şu notu da düşmek gerek: partisinin oylarını yüzde 19’dan yüzde 27’ye çıkarmasına rağmen, başbakanlığını yaptığı (1991-93) koalisyon hükümeti çökmekte olan orta sınıfları, köylüyü, küçük ve orta ölçek işletmeleri rahatlatmak konusunda ilerleme kaydetmemiştir.
Erdoğan’ın devraldığı konjonktür bu tür bir senteze ihtiyaç duyulmaması açısından farklıdır. 2000’li yıllarda piyasa ekonomisinin ezici etkileri bir miktar atlatılmış, “eski” orta sınıflar çökse de “yeni,” özgüvenli, para kazanan, mekanını, yaşamını, işini değiştiren ve AK Parti’ye angaje bir orta sınıf belirmiştir. Modernitenin, gelişmeci devletçiliğin, tepeden kontrolcu ulus devletin ve tekçi Türk kimliğinin bağlayıcılığının gevşemesi ya da sadece sayıca azalan “eski” orta sınıflarla bütünleşmesi, partinin neoliberal paradigmaya daha sıkı ve tavizsiz bir biçimde angaje olmasını kolaylaştırmıştır. Erdoğan’ın dolaylı yollardan “bizzat” yürüttüğü ya da belediyeler, vakıflar, bakanlıklar ve 17 Aralıkta patlak veren telefon konuşmalarının açığa vurduğu türden kaynaklarla beslenen farklı projeleri olduğu ortadadır. Kimisi “muhafazakar merhametli” devlet projesi olmakla beraber çoğu partiye ve lidere sadakat olarak dönüşmesi planlanan “dindar gençlik” tarzında siyasal tasavvurlardır.
Demokratlık-otoriterlik karşılaştırmasına dair bir başka husus 1964’te başlatıp 2002’ye kadar götürebileceğimiz Demirel liderliğinin ilk 30 yılının Erdoğan’ınkinden çok farklı bir konjonktüre rastgelmesidir. Bu dönemde Kemalizm, rejimin temel kurucu mantığı, işleyişi ve ideolojisi olarak “aşınmaya” uğramaktan çok bu nitelikleri ile henüz yeni “ifşa”edilmektedir. Kemalist rejimin muhalifleri olarak siyaset sahnesine çıkan sol ve sağ siyasetler ise kurucu ideolojiyi ve yapıyı söküp atmaya değil tahkim etmeye, gediklerini kapatmaya ve barajın kapaklarını kapalı tutmaya hizmet etmişlerdir. Dolayısıyla, Demirel’in tam ifadesini 12 Eylül Anayasası’nda bulan “devletin demokratik otoritesini tesis” etme amacı ne rejimin Kemalist parametrelerini değiştirmeye hedeflenmiştir ne de Erdoğan’ınki gibi iktidarı tek elde -kendi elinde- temerküz ettirmeye. Demirel açısından amaç, kuvvetli bir iktidar yoluyla ülke için en büyük felaket olarak gördüğü “devletin komünist iktidar odaklarının eline geçmesini” engellemektir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tıkandığı günlerde, 1980 ilkbaharında Demirel’in önce erken seçim sonra da cumhurbaşkanının yetkilerini arttıran ve doğrudan halkın oyuyla işbaşına gelmesini öngören Anayasa değişikliği önerisinin de Erdoğan’ın canla başla angaje olduğu ve kendi dar kadrosunun dışında pek az destek bulan başkanlık sistemini tesis etme tasavvuru ile hiçbir ilgisi yoktur. 1979 ara seçimlerinde kazandığı zaferden hareketle erken seçimde milli iradeyi arkasına alacağı varsayımı ile birleştiğinde cumhurbaşkanlığının yetkilerini arttırma girişimi askeri bürokrasinin müdahale potansiyelini çökertmeye yönelik bir hamledir.
Demirel ve Erdoğan’ın partilerinin üstünde yüzen, onları aşan, kitlelere partisiz doğrudan seslenebilen ve kadrolarına da yüzde yüz hakim olan liderler oldukları ortada. İkisi de mütevazi kökenlerden gelmelerine rağmen Demirel daha geleneği olan bir üniversitede okumuş, Eisenhower bursuyla gittiği Amerika’da İngilizce öğrenmiş, görgü ve bilgisini arttırmaya çalışmış, eşinin şoförlük yapmasından rahatsızlık duymayacak esneklikte, daha güler yüzlü ve mutedil bir lider profili çizmiştir. Erdoğan’ın okumaya, dinlemeye ve yenilenmeye kapalı bir yaşam biçimini seçtiği gerçeğini not edersek, Demirel’in Batı’da yeni çıkan siyaset, tarih ve iktisat kitaplarını getirtip kitaplığından ziyade (en azından) sehpa ve masalarda sergilemeyi adet edinmiş bir lider olarak Erdoğan’dan daha “modernist” bir yanı olduğu ortaya çıkmakta.
Popüler ve popülist portrelerine ve “mütevazi” kökenlerden gelmelerine rağmen Demirel ve Erdoğan, kapitalizmi iştahla benimseyen orta sınıfların desteğine mazhar iki lider. Her ikisi de kültürel anlamda muhafazakar olmakla beraber Demirel’in en önemli özelliklerinden birisini gözden kaçırmamalıyız: Erdoğan’ın cinsiyetçi söylemi, köyün gelenek ve adaplarını koruyan bir kişiliğe sahip olan Demirel için kabul edilemez. Kadınların bedeni üzerinden siyaset yapma cüretini gösterdiğini hatırlamıyoruz. Kürtaj, doğurganlık, tecavüz, sezeryan, doğumu gerçekleştirecek doktorun cinsiyeti gibi konulardaki Erdoğan retoriğini Demirel’in “edep” anlayışı kaldırmaz.
Her iki liderin muhafazakar kimlikleri nedeniyle kadınlarla profesyonel ve sosyal ilişkilerinin sınırlı olduğunu bilmeme rağmen birlikte sohbet etme konusunda bir tercih yapmaya zorlanırsam ilerlemiş yaşına rağmen Demirel’i Erdoğan’a tercih edeceğimi biliyorum. Niçin mi? Güler yüzlü ve fıkra anlatma potansiyeli var. Tanıştığı dünya liderlerini tatlı nüanslarla ilginç bir biçimde tasvir edebilecegini biliyorum. Güncelle ilgilenen bir lider olageldi. Örnegin, Amerika’daki Ferguson olayları ile ilgili olarak gündeme gelen ırkçılık ve polisin militarizasyonu meselesini konuşmak isteyebilir. Belki de Kürt meselesi ile bağlantılı olarak Kuzey İrlanda barışını sağlayan George Mitchell’in anılarını içeren kitabı kendisiyle paylaşma fırsatını verecektir. En önemlisi, eleştiriye açık yanı nedeniyle “devletin demokratik otoritesini” kurma, Milliyetçi Cephe hükümetleri, Kemalist statükoya ve sola karşı tavrı konularında içten ve eleştirel bir sohbet fırsatı doğabilir.
Biri Soğuk Savaşın içinden gelen öbürü artık epey uzağında yer alan iki liderin, ortamları farklı olsa da kamu ve insan yaşamının kalitesine dair felsefelerini karşılaştırmak çok öğretici sonuçlar verebiliyor. Batının demokrasi görgü ve pratiğine Demirel kendisini Erdoğan’dan daha yakın hissetse de, her ikisinin liderlik siyasetlerinin gerisinde vesayetçi ideoloji ve kurumların geçmişten devralınan ağır baskısının rolünü, --dolayısıyla temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınmamış olmasını- ve toplum yapısını hiç şüphesiz kabul etmek zorundayız. Ancak bu kabule rağmen yeni bir gerçekten de söz etmek mümkün: vesayetçi rejimin çökertilmesi konusunda araçsal da olsa bugünkü iktidarın gösterdiği çabaya –hükümete muhalif olsalar da- gönülden destek vermiş ve önümüzde açılan demokratik yaşam yelpazesinin varoluşsal önemini öyle ya da böyle idrak eden bir toplum yapısı ile karşı karşıyayız. Iktidara, demokrasiye ve siyasete genel bakışları ve kendilerine biçtikleri liderlik rolü bakımından karşılaştırıldıklarında, bu yeni global bağlama adapte olma, yaratıcılık gösterme, “rahatlama” ve “toplumu rahatlatma” konularında Erdoğan’ın liderlik perspektifi Demirel’in hayli gerisinde kalmaktadır.