İki yaramaz ve ölümsüz çocuk

İki yaramaz ve ölümsüz çocuk

Biri 61 diğeri 81 yaşında iki çocuk…

Yüzlerce insanın karşısına geçmiş, ağızlarını doldura doldura, bir odanın içinde yaptıkları yaramazlıkları anlatıyorlar.

Bir odanın içinde yarattıkları kahramanlarla tüm dünyanın hayranlığını kazanan iki çocuk…

Herkes onlardan büyük büyük laflar beklerken, biri diğerine “Biliyor musun bence insanların yüzde 50’si aptal” diyor; diğeri ise “Niye giydiğin kazakla masa örtüsünün rengi aynı, ne demek istiyorsun?” diye soruyor.

Resmen bizimle dalga geçiyorlar…

Bahsettiğim iki çocuk Orhan Pamuk ve Umberto Eco. Yani yüzyılımızdan geriye bir toz bulutu kaldığında bile isimleri akıllara yazılmış olarak yaşayacak iki büyük edebiyatçı. Belki de bu yüzden, yani artık insanlık mirası açısından “ölümsüz” olduklarını bildikleri için bu kadar rahatça, popüler tabirle “kasmadan” konuşuyorlar bizimle.

Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. kuruluş yılı etkinlikleri kapsamında gerçekleştirilen "Gerçek, Kurgu, Tarih Üzerine Bir Diyalog" başlıklı söyleşi vesilesiyle İstanbul’da buluşan iki büyük edebiyatçı, tüm dinleyicilere enfes diyaloglarla dolu anlar hediye ettiler.

Söyleşi Bologna Üniversitesi Öğretim Üyesi Patricia Violi’nin açılış konuşmasıyla başladı. Biz öylesine heves ve merakla Eco ve Pamuk’un konuşmasını bekliyorduk ki, Violi’nin takdim konuşmasını uzatmasını alkışlarla protesto ettik. Ayıp mı ettik? Belki. Ama Violi mesajı aldı ve “tamam tamam uzattım, kısa kesiyorum” dedi; akabinde bir 10 dakika daha konuştuktan sonra topu iki yaramaz çocuğun önüne bırakıverdi.

Yazılanların ne kadarı kurgu, ne kadarı gerçekti? Romancılar birer koleksiyoner miydi? Nesnelerin ve listelerin sırrı neydi?Ağlatan roman mı yoksa kusursuz kurguyla yazılmış bir roman mı en iyi romandı?

“Romanların çift katmanı vardır” dedi, Umberto Eco… “Kriminal bir hikayeyi bile üstün bir estetikle anlatmak mümkün. Agatha Christie gibi…”

 “Mesela Anna Karenina..” diye karşılık verdi Orhan Pamuk… “Kitabın sonunda herkes ağlar, bu doğaldır. Ama romandaki kurgusal estetiği farketmek başka birşeydir.”

Peki yaşanmamış, hissedilmesi mümkün olmayan bir şey hakkıyla yazılabilir mi? Örneğin erkek bir romancı, bir kadının doğum sancılarını ne kadar anlatabilir?

“Anlatabilir” dedi Orhan Pamuk, “Çünkü iyi bir araştırmacıysanız, iyi bir gözlemciyseniz o duyguya en yakın noktada durabilirsiniz.”

Eco hak verdi elbet ve şık bir pasla topu Pamuk’a geri yolladı: “Yazar, narsist bir abartıyla kendini yazdığı romana dahil edebilir.”

Pamuk, kendisinden 20 yaş büyük oyun arkadaşının pasını heba etmedi:

“Ben ‘Kemal’ değilim (Masumiyet Müzesi romanındaki baş karakter), ama okuyucunun beni ‘Kemal’ gibi görmesini istiyorum… Roman icad edilerek kişisel hikayeler gizleniyor, ben roman yazarken kişisel olmayan hiç bir şey bulamıyorum. Önce birşeyleri anlatma ihtiyacı hissediyorum. Sonları bunları anlatabileceğim bir hikaye buluyorum.”

Oysa Umberto Eco, sahnenin ortasına küfür gibi bir laf atmıştı bile: “Hiçbir zaman bir aşk öyküsü anlatamam. Çünkü çok özel şeyleri anlatmak istemiyorum. Bunun yerine Napolyon’dan bahsetmeyi tercih ederim…”

Eco, devam etti:

“İnsanları aşağılamak gerekiyor bazen. Bazıları pedofildir, bazıları banka soyar, ben de roman yazıyorum… Eskiden insanların tamamının aptal olduğunu düşünüyordum, şimdi ise yüzde 50’sinin aptal olduğunu düşünüyorum.”

Aziz Nesin’in kulakları çınlasın, bu aptallık tartışması evrensel bir hal almış demek ki…

Oynamaktan çok zevk aldıkları oyunun sonunda Orhan Pamuk, neden hayatta yapacak onca şey varken yazar olduğunu şu sözlerle anlattı:

“Yazar olmak istedim çünkü bir odada tek başıma yaşamak istedim. Bunu başardığım için mutluyum. Bu sayede bazı okuyucuların ilgisini çektiğim için mutluyum. Bugün burada Umberto ile olduğum için mutluyum.”

Ve kulağımda bu sözlerle sona erdi söyleşi… Ayakta alkışlandılar, önlerine gelen onlarca kitabı imzalamaya giriştiler.

İki yaramaz ve ölümsüz çocuk… İki kalem erbabı…

Kendi yaramazlıklarını mazur göstermek için Homeros’tan Hemingway’a, Henry James’ten Goethe’ye kadar tarihe iz bırakmış onlarca “oyun arkadaşını” sahneye aldılar…

“Bakın” dediler, “onlar da yaptı”…