İkinci yıl Şengal Ezidi Soykırımı - IV: Şengal Dağı’nda yaşam mücadelesi

Fotoğraflar: Fatma Çelik

Namık Kemal Dinç-İrfan Çelik

Ezidiler başlarına gelen felaketi ferman olarak tanımlıyorlar, hatta sayıyla 73. Ferman diyorlar. Farsça “buyurmak” anlamına gelen ferman, bu coğrafyada benzer birçok katliam ve soykırımı tanımlamak için kullanılmaktadır. Kürtler arasında 1915 soykırımını tanımlamak için kullanılan en yaygın tabir “fermana filehan” yani “Ermenilerin-Hıristiyanların Fermanı” tabiridir. Ezidiler inançlarından vazgeçmedikleri için bundan önce başlarına 72 ferman geldiğini söylemektedirler. Anlatılanlara göre 73. Ferman bunların en şiddetlisi, en acımasızı, tahribatı en yüksek olanı.

“Arabamın etrafına çok kurşun değiyordu, yalnız ben durmuyordum”

Ezidilerin 73. Ferman diye adlandırdıkları bu süreçte en acı olaylar ilk 7-8 günde Şengal Dağı’nda yaşanmıştır. Şengal Dağı’nda insanlar günlerce aç ve susuz kalmışlar, gündüz güneşin altında 40 derecede kavrulurken gecenin soğuğunda üzerlerine bir şey örtemedikleri için titremişler. Binlerce kişi yaşamını yitirmiş ve bunların büyük bir kısmı dağın zor şartlarına dayanamayan çocuklar, hasta ve yaşlılar olmuş. Ölenlerin ardından yas tutacak zaman olmadığı gibi teknik yetersizlikler nedeniyle toprağa gömme olanağına bile sahip olamamışlar. Birçoğu kurda kuşa yem olurken en şanslı olanın üzerini taşlarla kapatmışlar. Kadınlar ve genç kızlar IŞİD çetelerinin ellerine düşmemek için kendilerini kayalıklardan aşağı atmışlar. Yani fermanım büyüğü Şengal Dağı’nda yaşanmış.

Dağın yolunu tutan ve dağın tüm zorluklarını sırtlayanlardan biri de Xeyrî’dir. 30 yaşında olup üç çocuk babası olan Xeyrî savaşın yaşandığı iki köyden biri olan Sîba Şêx Xidir Köyündendir. Xeyrî 3 ağustos gecesi köylerinde yaşanan çatışmadan bahsettikten sonra köyden nasıl çıktığını şöyle anlatıyor;

Vallahi yaklaşık saat altıya geliyordu, köylüler köyden çıkmaya başlamıştı, biz bilmiyorduk, haberimiz yoktu. İlk patlamalar olduğunda bazıları çıkmıştı, yalnız büyük çoğunluğu o zaman çıkmaya başlamıştı. Saat yedi oldu, biz hala evdeydik. Biz de dedik çıkacağız. Biz çıktık babam dedi ben evde kalacağım.  ‘’Baba sen evde kalamazsın, sen yaşlı bir adamsın’’. Dedi ben kalacağım, biz yok dedik. Amcam dedi kimseyi bırakmayın. Savaşta kalanlardan kaçı bizimdir biliyorduk yani çok kişi kaldı. Yerlerinde kaldılar. Telefon vardı telefon ediyorlardı. Yalnız şebeke kötüydü çünkü telefonlar çoktu, şebeke kötüleşti. Amcam dedi çocukları götürün. Biz çocukları, bizim arabada küçük bir çocuğun bile yeri yoktu. Amcamınki ve diğer amcamınki taksiydi. Ona da girene kadar yükledik. Biz Heyalê Köyü’ne gittik. Ben köyden çıkarken bizim köyde bir polis noktası vardı, Saddam hükümeti zamanında buradaydı. Köyün yukarısında büyük bir tepenin oradaydı. Ben buradan köyün dışından geldim, köyün etrafından geldim. Arabamın etrafına çok kurşun değiyordu, yalnız ben durmuyordum. Yanımda aile vardı, ben durmadım. Tek bir tane arabaya değmedi. Ben buraya geldim. Bizim cadde dardı da, üç araba yan yana gidebiliyordu. Öyle hepsi büyüktür.  Ben kendi arabamın bir tekerleğini toprağa attım, bir tekerleği caddenin üzerinde bıraktım, hepsinin yanından geçtim doğrusu. Ben dedim çocukları kurtarayım. Yasaktı da ama ben gittim. Biz gittik, biz gittik. Biz oraya gittikten sonra telefon ettik, dedik nasıldır. Dedi vallahi, biz onların hakkından gelemiyoruz. Bir araba yanlarındaydı, onlarda çıktılar. Onlar da çıktılar. Bu kez bilmiyorum, bu kez eski köye geldik. Biz saat ona kadar kaldık Heyalê Köyü’nde.

Soykırım süreçlerinde her zaman insanların aklına kazınan bazı katliam mekanları olur ve bu mekanlar soykırımla adeta özdeşleşir. 73. Ferman’da soykırım mekanlarından biri de Ezidilerin reysî cadde (ana yol) dedikleri yerdir. Şengal Dağı ile ovayı birbirinden ayıran bu ana yol üzerinde kaçarken IŞİD çetelerince önleri kesip öldürülen ve esir edilen çok sayıda Ezidi’den bahsedilir. Fermandan bahseden her Ezidi’nin burada yaşananlara dair bir anlatısı oluyor.

Xeyrî bunu şöyle anlatıyor;

Vallahi DAİŞ geldi, bu cadde bizim köyündür, 9 km köyden uzaktır, Reysi Caddesi’dir. Gidiyordu, ben sana söyleyeyim Arapların arasına gidiyordu ve Şengal’e gidiyordu ve Musul’a falan.  Reysi Caddesi’nin burası bu yol çıkıp bizim köye geliyordu. Bu Reysi Caddesi’ydi, DAİŞ gelip burada durdu. Nöbetin orada arabaları durdu. Vallahi çok kişi eline düştü. Mesela yayandılar, arabası falan olmayanlara yetişti (DAİŞ). Mesela yolun başında, yol gelip caddeye çıkıyor. Orada 70’ten fazla köylümüzü, bizim köyden olanları öldürdüler. Caddenin üzerinde erkeklerin tamamını öldürdüler ve kadın ile çocukları götürdüler.

Ezidi halkı IŞİD çetelerinin saldırısıyla birlikte evlerini terk edip dağa yöneldi. Dağa gidenlerin çoğunun ilk uğrak yeri eski dağ köyleri olmuştur. Ezidiler 1975 yılında Saddam Hüseyin rejimi tarafından kontrol altına alınmak istenmiş ve dağ köylerinden zorunlu göçe tabi tutulup ovada kurulan toplu-köylere iskana zorlanmışlar. Hal böyle olunca; korunaklı dağ köylerinde yaşıyor olsaydılar bu kadar kayıp verir miydiler sorusunu akla geliyor. Xeyri kendisinin nasıl eski köylerine gittiğini şöyle anlatıyor;

Çıkıp dağa gelenlerin tamamı, Heyalê’de birbirimize yetiştik. Heyalê, Sikinîyê. Heyalê’de de dediler geldiler ve biz Heyalê’den Sikinîyê’ye gittik. Sikinîyê Şengal ile Qeraç arasındadır. Biz orada kaldık. Biz Sikinîyê’de kalıp öğle yemeği yedik. Biz biraz yemek yedik.

 

“Kadınlar beyaz mendillerini kaldırdılar”

 

Dağın eteklerinde bulunan eski köylerine giden Ezidiler çok uzun süre buralarda da barınamayacaklarını anlıyorlar. İlk gittikleri köylerin daha çok dağın eteklerinde olmasından dolayı IŞİD çeteleri ilk gün dağın eteklerinde olan ve kolay ulaşılabilen bu eski köylere de geliyor. IŞİD çetelerin gelmesiyle birlikte tehlikenin hala çok yakında olduğunu hisseden Ezidilerin büyük çoğunluğu Şengal Dağı’nın derinliklerine doğru yol almaya başlıyor.

Xeyrî şöyle anlatıyor bu süreci;

Saat iki, DAİŞ Derîyê Sikinîyê’ye geldi. Burası Qeraç’tır burası da kapıdır. Biz gidip ölülerimizi orada defnediyorduk.  Ölülerimizin mezarları oradaydı. Orada DAİŞ iki-üç büyük arabayla gelip durdu ve dağa ateş etti. Bu kez ses yankı yapıyordu. Biri dedi beyaz bayrak kaldırın bir şey olmuyor.  Kadınlar beyaz mendillerini kaldırdılar, DAİŞ durdu. Kurşun patlatmadılar. İki-üç insanı durdurdular, dediler korkmayın köyünüze gelin size bir şey demeyeceğiz. Gelin dönün. Bizim ile onların arası buradan şu ev kadar uzaktı (yaklaşık 50 m). Sesleri bize geliyordu, yalnız kalabalıktan biz seslerini rahatlıkla alamıyorduk. Amcam onlar dediler döneceğiz, biz köyümüze döneceğiz.  Amcam onlar döndüler ben dönmedim. Dönüp nereye gittiler. Yine Heyalê’ye gittiler. Biz Sikinîyê‘deydik onlar dönüp Heyalê’ye geldiler. DAİŞ çetelerinin oraya da gelmesinden dolayı amcam onlar dağa çıkıp tekrar bizim yanımıza geldiler. Güneş batmamıştı, battı batacak, DAİŞ yine Derê Sikinîyê’ye geldi. DAİŞ Derê Sikinîyê’ye geldi dedi, yarın saat ona kadar size mühlet, yine o üç Arap bunu söyledi. Size saat ona kadar mühlet, eğer Müslüman oldunuz oldunuz, eğer siz Müslüman olmadınız o zaman biz erkekleri öldüreceğiz ve kadınları götüreceğiz. Biz dağa çıktık.

Öncesinde onlara karşı savaşan Ezidiler dağdaki eski köylerine gelen IŞİD çetelerine saldırmıyorlar. Yanlarında çok sayıda kadın ve çocuğun bulunması onların silaha sarılmasını engelliyor.

Bu durumu Xeyrî’den dinleyelim:

Onlar başımızda Doçka (Bir çeşit silah) ile durdular, biri Bikisi (bir çeşit silah) üzerindeydi. Elimizde silah görselerdi, bize ateş ederlerdi. Silahlar arabadaydı. Biri arabadaydı, biri de evdeydi. Biz o zaman silahları çıkaramıyorduk. Her kim çıkarsaydı öldürürlerdi. Eğer o zaman çocuklar dağda olsaydı ve böyle biz erkekler tek Qeraç’ta olsaydık, evet onları öldürebilirdik. Yalnız çocuklar yanımızdaydı, böyle bir taş atamazdın. Bir çocuğun, bir kadının başına değerdi öylesine doluydu orası. Öyle yapsaydık, onlar elli kişiyi öldürürlerdi. Biz bu halde yapamazdık.

Şengal Dağı’na giren Ezidileri dağda en çok zorlayan şey susuzluk olmuştur. Ağustos ayının üçüydü ve Şengal Dağı yazın sıcaklığıyla kavruluyordu. Dört-beş saat içerisinde yanlarına hiçbir şey almadan evlerinden kaçıp Şengal Dağı’na sığınan yüz binlerce Ezidi’den bahsediliyor. Dağda suyun yok denecek kadar az olması ve yiyecek imkanının çok kıt olması, buraya sığınan yüz binlerce insanın can havliyle, yanlarına bir şey almadan yola çıkışları, onları her an ölümle yüz yüze getirmiş. Özellikle de çocuklar için bu durum gittikçe daha zor bir hal almış. Burada aç ve susuz olmakla birlikte yetişkin erkeklerin göğüslemeleri gereken bir başka şey çocuk ve kadınları hayatta tutma sorumluluğu.

Gerisini Xeyri’den dinleyelim:

Biz dağa çıktık. Biz geldik, biz kendimize su alıp yukarıya çıkardık. Yirmi litre su. Yirmi litre suyumuzdu, dağa çıktık suyumuz bitti. Biz gittik, kendimizi aşağılara bıraktık, beş litre su getirdik. Biz kırk kişi beraberdik, kırk kişilik bir grup. Biz kapak ile çocuklara su veriyorduk, yalnızca ölmesinler biz bir yere varana kadar. Biz susuzluktan ölenleri gördük. Yani ben susuzluktan düşüp ölenleri gördüm. Yanlarında su yoktu. Benim kadar olanlar, çocukları var. Yavaş yavaş ilerliyorduk. Biz dedik, kendimizi yola yakın tutmayalım. Biz bir yerde durduk.  Biz kol diyorduk. Kol incirlerin falan olduğu yerdir. Eski Kol’ler vardı, biz bir Kol’de durduk. Kuru ekmek Kol’ün üzerinde vardı, biz çocuklara verdik, biz onlara su getirdik. Yiyecek yoktu.  Biz kuzey mıntıkasına gittik yalnız dağın kuzeyine. Biz gidip, hayvan getirip kesiyorduk. Ekmeksiz, ekmek azdı. Ağaçların üzerinde her birine biraz et veriyorduk. Dedik, onların içi (midesi) boşalmasın. Biz anneler çocuklarına süt versin diye onlara veriyorduk. İkinci gün biz kendimizi aşağılara bıraktık. Biz ağaçların altında falan kaldık. Gidip su getiriyorduk, dedik bu şekilde olmuyor suya yakın yere gideceğiz, su uzaktı. Üçüncü gün biz kendimizi suya yaklaştırdık. Biz suyun yakınına geldik. Dördüncü gün biz gidip su getirdik ve bir köye gittik. Bir köy vardı, Kerkê Köyü diyorlardı. O da dağın eteklerindeydi. Bizim Heyalê Köyü gibi o da dağın eteklerindeydi. Kerkê’nin bu tarafı Kuzey mıntıkasıydı. Biz gittik, ben ve başka birisi içine girdik. Biz dedik, olsun öldürülelim ama çocuklara bir şey getirelim. Kimse yoktu. Köpek ve kuşların sesi dışında bir ses yoktu. Biz kendimizi köye bıraktık, bir eve gittik. Ben içine girdim bir torba dolu kuru ekmek vardı. Ben omuzlarıma aldım ve dedim hadi yeterdir biz başka bir şey götürmüyoruz. Biz kuru ekmeği getirip suyun içine koyduk, su bize yakındı,  suyun içine koyup yediler.

Yüzyıllardır bir anne şefkatiyle Ezidi halkını kucaklayıp bağrına basan Şengal Dağı yine çocuklarına kucak açmıştı ama bu sefer farklıydı. 35-40 yıldır dağdan uzaklaştırılmış Ezidiler Şengal Dağı’ndan uzak düşmüşlerdi ve dağ cellatlara karşı tüm çocuklarını kucaklayamıyordu. Dağdan uzak olmalarından kaynaklı dağın eteklerine gelen Ezidilerden yaşlılar dağa tırmanamıyor ve dağın eteklerindeki bazı kadim köylerinde kalmak zorunda kalıyorlardı. Diğer aile bireylerini düşünmek zorunda kalan insanlar vicdanlarında gedikler açılsa da mecburen yaşlı olup yürümekte zorlanan aile üyelerini orada terk etmek zorunda kalıyorlar. Yaşlılarda aile üyelerinin hayatta kalmasını istediklerinden onlara yük olmak istemiyorlar.  Babasına çok düşkün olan ve yaşlı olup yürümekte zorlanan babasıyla olan hikayesini Xeyrî şöyle anlatıyor;

Beşinci gün ben karar verdim, dedim ben gideceğim, ben artık burada kalmıyorum. Annem dedi neden, karım dedi neden, kız kardeşim dedi neden, amcam dedi neden. Dedim babam bizimle değil ben gidip babamı getireceğim. Babam bir arkadaşının evinin yanında kalmıştı, dedi ben burada kalacağım. Dedi ben burada olacağım eğer biraz ekmek olursa bana verirler. Beşinci gün ben gittim. Saat sabahın dördüydü, altıncı gün. Ben kendimi bıraktım, gittim. Ben bizim halktan kalanları gördüm, bazıları dağın aşağısında kalmışlardı, Sikinîyê’de falan. Ben gördüm ki 200 insana yakın kişi dağa çıkmaya çalışıyor. Dedim hayırdır, dediler dün DAİŞ yanımıza gelmiş ve demiş pazartesi gününe kadar eğer siz Müslüman oldunuz, oldunuz eğer siz Müslüman olmadınız, birinizi bırakmayacağız. O yaşlılar dağa tırmanmaya başlamışlardı. Gittim baktım, babam arabamın yanındadır, her yeri tozdur. ‘’Evet baba, baba sen ölmemiş miydin dedi’’. Ben yok dedim. Dedi senin ölmüş olman lazım. Ben dedim, baba sen bana dedin ben yoldaşımın evinde kalacağım, arkadaşımdır dedin yoksa ben sana gelirdim. Vallahi, babamın elbiseleri de orada kalmıştı biz kendimizle getirmiştik. Ben kalktım dedim hadi. Ben babamın elbiselerini sırtladım ve dedim baba hadi kalk. Erkek kardeşim de bize su getiriyordu. Biz buradan şu köye kadar yürüyorduk, babam diyordu beş dakika dinlenelim. Yavaş yavaş ben gittim, ben baktım biri orada ağlıyor, başka biri ağlıyordu. Dedim hayırdır sen niye ağlıyorsun. Bizim köyün halkıydı. Dedi ben ağlıyorum çünkü bu benim annemdir ve ben taşıyamıyorum, dedi kalacak. Annesini götürdü, bizim bir türbemiz vardı ona Kuba Şêx Mend diyordular. Götürüp o türbeye koydu, türbeyi bombaladılar, annesini öldürdüler. DAİŞ gelip o türbeyi bombaladı. Bu anlattıklarım bizim dağdaki altıncı günümüzde oldu. Türbeyi bombaladıkları gün yedinci gündü, yalnız biz altıncı gün oradan geldik. Altıncı gün ben ve babam dağa çıkarken gördük, biri çay yapıyor. Ben dedim babam çayı seviyor. Ben gidip bir tas da babamın çayını getirdim. Bu halde ben beşinci günden altıncı güne kadar bir şey yememiştim. Ben kalkıp babamın bir çayını götürdüm. Dedi oğlum sen aç değil misin. Ben yok dedim. Dedi cebimde biraz ekmek var kurudur, ben dedim hele. Bu kadarcık bir parça ekmek bana verdi ben yedim. Biz dağın başına çıktık dedi akşamdır, dedi burada uyuyacağız. Biz orada uyuduk. Yedinci gün sabah daha yeni dünya aydınlanmıştı ben babama dedim, biz kalkıp gidelim. Babam dedi ben edemiyorum. Yorulmuştu, dedi ben edemiyorum. Ben koluna girdim, kardeşimde yavaş, yavaş kırk metre kadar yürüdük. Her beş metrede oturuyordu. Ben dedim gel, ben gittim bir ağacın altına onun elbiselerini bıraktım dedim, al elbiselerini değiştir, dedim kokuları gitsin. Ben elbiselerini verdim, onun eşyalarını hepsini kendisine verdim. Ben dedim şey yap. Biz Bîra Kulûbê Köyü’ne geldik. Biz kuyunun başına geldik, yüzümüzü yıkadık, bir su içtik ve biz Kersê’ye doğru geldik. Biz geldik, ailemiz Kersê’ye yakındı. Bu halde biz kendimizi bırakıp Derê Kersê’ye gittik, sekizinci gün oldu.

 

“İki engelli çocukları vardı, annesi birini götürdü ve birisi kaldı”

 

Şengal Dağı’na sığınan Ezidilerin dağa çıkarken ve dağda yaşadıkları zorluklara eklenen bir diğer zorluk da yaşadıkları korkunç şeylerden sonra hayatta tutunmakta zorlanan mazlum halkın dağdan inme sürecidir.

Xeyrî’den bu süreci dinleyelim:

Vallahi biz sekizinci gün Derê Kersê’ye yetiştik. Öğlen biz dedik, çıkacağız, saat bir. Saat bir, biz çıktık. Yaklaşık beş dakika kadar yürüdük, bir araba geldi. Ben elimi kaldırdım, dedim Allah adı için babamı ve bu yaşlıları alın. Aldılar, yaklaşık yüz metre kadar götürdüler ve bıraktılar. Dediler biz böyle gideceğiz, biz bu kadar yapabiliyoruz. Döndüler, dediler arabalar gelecek burada bekleyin. Biz durmadık, biz dedik gideceğiz. Babam dedii, ben gelemiyorum. Ben dedim, siz gidin. Ben dedim baba ben seni bir defa bıraktım, seni bugün bırakmayacağım. Benim engelli bir çocuğum var, ben eşimin kucağına verdim dedim al, ben babamı getireceğim. Annem, kız kardeşim onlar da bizi beklediler. Ben dedim ben babamla geleceğim, onlar da dediler bizde gitmiyoruz.

Dünya hayatında çoğu zaman anlam vermediğimiz ve düşünmediğimiz bazı durumlar an olur hayat kurtarır ve bu da dilimizde mucize diye hayat bulur. Xeyri’nin dağdan inerken yaşadığı çaresizliğe derman olan ve gerçekten de mucize denebilecek bir şey olur. Bir taraftan engelli çocuğu ve ailesi diğer tarafta ise yürümekte zorlanan ve kendisini arkada bırakıp gitmelerinin isteyen babası. İkisinden de vazgeçmeyen Xeyri’nin karşısına çıkan bir eşek her şeyi değiştiriyor.

Eee bir eşek oradan geldi. Benim bir arabam vardı, ben 12-13 bin dolara almıştım. O gelen eşeğe seslendim. Seslendiğim gibi gelip yanımda durdu. O zaman bana arabamdan daha güzeldi. Öyle durdu, ben şeyini yaptım ve bir battaniye üzerine attım ve babamı bindirdim. O zaman arabamdan daha güzeldi. Yani deselerdi bu senin arabandır bu eşeği bana ver, vermezdim. Amcaoğlum 12 bin dolar birine verdi, dedi beni ve ailemi Suriye sınırına yetiştir ama o dedi götürmüyorum. Bu halde biz geldik.

Soykırım süreçlerinde herkesin bildiği gibi en çok mağdur olan kesim dezavantajlı gruplar oluyorlar. Bunların başında yaşlılar, çocuklar ve engelliler geliyor. Xeyri’nin bir engelli çocuğu olduğundan olsa gerek engelli çocuklara karşı çok duygusal. Xeyrî dağdan inerken terk edilmiş bir engelli çocukla karşılaşmasını şöyle anlatıyor.

Biz caddeye yetişmemiştik. Biz daha oraya yetişmemiştik biz durduk ve dedik bir su içeceğiz, bu hayvana bir su vereceğiz. Biz birbirimize yetişene kadar duracağız ve beraber yürüyeceğiz.  Biz durduk baktım, bir çocuk sırt üstüdür, bir çocuk sırt üstüdür ekmek ve su yanına bırakmışlar. Gözleri bu kadardır, başı bu kadardır, kendisi kısadır. Ben baktım bir evde, bir evin içindeydi.  Böyle sırtüstüydü, öyle üzerinde bir battaniye var ve ekmek ile suyu yanına bırakmışlardı. Yarabbim, ben kaldıramıyorum da, ben babamı tutmuşum, sırtımda bir şeyler var. Benim eşyalarım, babamınkiler benimledir, ben onu da taşıyamıyorum. Ona acıdım.  Ben yirmi metre kadar yürüdüm baktım bir adam su motorunun yanındadır. Kuyudaki dinamoyu çalıştırıp halka su veriyor.  Ben adama dedim, bir çocuk buradadır. Dedi, evet haberim var kendisinden. Dedi iki engelli çocukları vardı, annesi birini götürdü ve birisi kaldı. Dedi eğer ben yapabilirsem onu da kurtaracağım ve eğer yapamadıysam da. Dediler iki gün sonra bazıları o engelli çocuğu Suriye’ye getirmiş ve orada ölmüş. Hevaller (PKK) getirmişlerdi ama ölmüştü.

Şengal Dağı’na sığınan Ezidilerden çok sayıda kişi farklı sebeplerden dolayı yaşamını yitiriyor. Açlıktan, susuzluktan, sıcaklıktan, kahrından ölenlerin yanında çok sayıda kişide farklı sebeplerden dolayı intihar ediyor.

Xeyri bunu şöyle anlatıyor:

Benim duyduğum ve gördüğüm şey gördüm yaşlı bir insan Allah’ın rahmetine gitti. Dediler o Allah’ın emriyle öldü. Ben gömdüklerini gördüm. Mezarını yolun kenarına yapmışlardı. Bir başkası Şeyh idi, bizim köydendi bizden uzak değildi. O susuzluktan öldü, benim kadar bir gençti. Bir başka akrabamızda, ben bunları biliyorum.  Bizim bir başka akrabamızda ailesi, annesi DAİŞ’in eline düştü ve karısı da, çocukları da dediler DAİŞ’in eline düştüler. O geldi, dedi ben onları aramaya gideceğim. Duydu onların DAİŞ’in eline düştüğünü, o da kendini öldürdü. Annesi Allah’ın rahmetine gitti, DAİŞ’in yanında Allah’ın rahmetine gitmişti. Sen biliyor musun orada, dağda. Ailesi (DAİŞ) ilene düşmemişti. Karısı DAİŞ’in eline düşmemişti. O da Allah’ın rahmetine gitti. Onun için dediler, kendini öldürdü. Benim kadar olan bir gençti, akrabamız. Ben bunu biliyorum, ben yolda bunu gördüm.