İkinci yıldönümünde Şengal Ezidi Soykırımı – VII: Göç ve mültecilik kıskacında Ezidiler

Fotoğraflar: Fatma Çelik

Namık Kemal Dinç-İrfan Çelik

                            

1915 soykırımını tanımlamak için Kürtler arasında kullanılan tabirlerden biri “terqa filehan”[1]dır. Kürtçe “terq” kelimesi günlük yaşamda “kaçışmak, dağılmak, dağıtılmak” anlamında kullanılmaktadır. Belki de toplum olarak var olma, bir coğrafyaya bağlı ortak bir yaşamı sürdürme halinin son bulmasını işaret ediyordur. Soykırıma uğrayan halkların tekrar bir araya gelip ortak bir yaşam inşa etmelerinin güçlüğü maruz kaldıkları şiddetin boyutlarıyla alakalıdır. Soykırımlar bir grubu sadece fiziki olarak yok etmeyi hedeflemez ona ait kültürü, yaşam tarzını, geleneği, ilişki biçimini, inancı ve daha önemlisi bütün bunları bir araya getiren ortaklığı yok etmeyi hedefler.

Bugün Şengal Ezidileri imamesi kopmuş tespih taneleri gibi dağılmış bir haldeler. Dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Ezidilerin tekrar Şengal bölgesine, ata topraklarına dönme eğilimi oldukça zayıf. Bu topraklarda kaldıkları sürece yeni fermanlara maruz kalacakları korkuları var. Müslümanların hakim oldukları coğrafyada kendilerini güvende hissetmediklerini söylüyorlar. Şengal’e dönmeleri durumunda kendilerini katleden, kadın ve çocuklarını kaçıran Müslüman komşuları, kirveleri ile yan yana yaşamak zorunda kalacaklarını, bunun ise kendileri açısından kabul edilmesinin mümkün olmadığını söylüyorlar.

Şengal bölgesinde ve Şengal Dağı’nda direnen, orayı yeniden bir Ezidi toprağı olarak var etmeye çalışan, savaşan güçler de var. Bu mücadele görüştüğümüz Ezidiler tarafından takdirle karşılansa da ağır basan eğilim Avrupa’ya gitmek ve orada kendisine yeni bir yaşam kurmak yönünde.

 

“Nasıl gideyim Şingal’e? Gidecek hiçbir yerimiz kalmadı orada”

 

Xanasor köyünden 26 yaşındaki Xelil, bir süre Şengal Dağı’nda kaldıktan sonra gerillaların açtığı koridordan geçerek Rojava bölgesine gitmiş, orada bir süre kaldıktan sonra Güney Kürdistan’a geçmiş. Anlattığına göre uzun bir süre kararsız kalmış; orada kalmak, Türkiye’ye geçmek ya da Avrupa’ya gitmek konusunda karar verememiş. Bir yılı aşkın bir süre Güney Kürdistan’da kalmış, son birkaç aydır ise Türkiye’deymiş. Buradan Avrupa’ya gitmenin daha kolay olduğunu düşündüğü için gelmiş:

Evet. Buraya gelen insanların hepsi Avrupa’ya gitmek için gelmiş. Dediler buradan gitmek daha kolay. Diyarbakır yakın olduğu için, dediler oraya gidelim oradan Avrupa’ya gitmek daha kolay olur. Daha önce buraya gelenlere soruyorduk, diyorlardı burası gayet iyidir. Ama yine de burası bizim yerimiz değil. Burada kafamız rahat değil yine de. Bir şekilde belki Avrupa’ya geçeriz dedik. Şimdi kalksak insanlara sorsak ‘Şingal’e geri dönecek misin?’ diye, belki ağlarlar. Der ‘nasıl gideyim Şingal’e?’ Gidecek hiçbir yerimiz kalmadı orda.

Görüştüğümüz Ezidilerin çoğunluğu Şengal’e geri dönmek istemediğini dile getirdi. Yaşananların ardından birçok insanın Şengal’e, kendi köyüne gidip ziyaret etmeye bile takatinin olmadığını dinledik. Xelil Şengal’e dönmek konusunda Ezidilerin yaşadığı ruhsal çalkantıyı ayrıntılı bir şekilde anlatıyor:

Valla Şengal’in kuzey köyleri ve Şengal’in kendisi özgürleştirilmiş ama biz Êzidilerin güney köyleri henüz özgürleştirilmemiş. Şimdiye kadar kurtarmamışlar. Geri dönün deseler de, bazıları gidiyor mesela ben de tek başıma iki-üç defa gitmişim. Ne elektrik var, ne de su. Hani su ve elektrik olmasa yaşamını nasıl sürdüreceksin? Hayatın tamamı su üzerine kurulmamış mı? Yemek olmasa yine evet belki birkaç gün dayanırsın ama su yoksa dayanamazsın. Halkın hepsinde araba da yok. Arabayla gidip dağdan su getiriyorlar. Herkeste de bu yok. Elektrik yoksa karanlıkta ne yapacaksın, çocukların ne yiyecek? Onlara ne vereceksin? Ekmeğini nerden getireceksin? Gideyim misal Kürdistan’dan mı ekmek getireyim? Suriye’den mi? Nasıl yaşayacağız? Onlar kendi kendine Şengal’e dönülsün diyorlar ama halk istemiyor. Kafam rahat olmaz, tüm Şengal dağını altın yapsalar yine de gitmem, gidemem. Öyle bir şey yaptılar ki bize, kendi toprağımızdan rahatsız olduk. İnsanın kendi toprağından daha şirin bir şey olabilir mi? Ama biz kendi topraklarımızı bile göremiyoruz. Yani öyle bir şey başımıza geldi ki kendi topraklarımızı göremiyoruz. Evlerimizi göremiyoruz. Yani şimdi belki gönlüm biraz daha durulursa gidip evimi görmeye dayanabilirim. Birçok kişi gidip evini görünce ağlıyor. Nasıl orada yaşayabilecekler? Toprağına bakınca ağlayacaksa nasıl yaşayacaklar? Hayatımızda hiç güzel şeyler yaşayamadık. Kendi ülkemizde bir kıymet görmedik. Bize gidin dediklerinde ne diyeceğiz. Oturup düşüneceğiz ve diyeceğiz ki ‘yine etrafımızdakiler bize ihanet etti, yine komşularımız bize ihanet etti’. Bizimkiler bu şekilde nasıl yine onlarla yaşamaya devam edebilecek? Benim belki başıma gelmedi ama tanıdığım insanlar, bunu yaşayanlar ne yapacak? Bazılarının annesini, kardeşlerini, çocuklarını öldürmüşler. Kız kardeşlerini kaçırmışlar, onlarca defa satmışlar. Yani o insanları görünce nasıl bakacaklar onların yüzüne? Onlarla nasıl yaşayacaklar? Nasıl yaşayabilecekler? Biz hep selamet istiyoruz, selamet olunca biz razıyız. Biz Irak’tan bir şey istememişiz, bize ekmek verin dememişiz. Ya da su verin dememişiz. Böyle bir şey dememişiz. Ama hep huzur istemişiz. Başka bir şey değil. Ama onu da bize çok gördüler.  Benim istediğim şey, beni bir denizin içine atsınlar, dibine gömsünler. Ama geri dönmeyeyim. Yani çoğu ölmek istiyor, geri dönmek değil.

“Kimseyi tanımasan da Aksaray’a gidiyordun, oraya gidince çokturlar, kaçakçı çoktur orda”

 

Geri dönmek zor olsa da mevcut koşullarda kalmak da  kolay değil. Bugün Şengalli Ezidilerin büyük kısmı bu coğrafyada kamplarda kalıyor. Kamp koşulları ise uzun süreli bir yaşam sürdürmek açısından pek uygun değil. Türkiye’de Kürt belediyelerinin denetimindeki kamplarda nispeten koşullar iyi olsa da yerleşik bir yaşamın sağladığı konfordan oldukça uzak. Türkiye’nin Ezidilere mülteci hakkı tanımaması, etnik ve inanç kimliklerinden dolayı ayrımcı uygulamalara gitmesi (örneğin, Suriyeli mültecilere tanınan sağlık haklarından faydalanmalarına izin verilmemesi), IŞİD saldırıları ve Kürt meselesinde içine girilen çatışmalı ortam Ezidilerin güvensizlik duygusunu güçlendiren gelişmeler. Hal böyle olunca Ezidiler Türkiye’de kalmak istemiyorlar ve kaçak yollardan Avrupa’ya gitmek için insan tacirleriyle ilişki içerisine giriyorlar. Xelil insan ticareti yapan şebekelerle ilişkilenmesini ve çalışma yöntemlerini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor:   

Gittim, takriben yirmi gün falan İstanbul’da idim. şansım yaver gitmedi ve geri geldim. Bir kez daha gideceğim inşallah. Biz gittik, İstanbul’a gidince de ve burada da bayağı yerde kaçakçılar var. Kürdistan’dan direkt buraya geldim önce. Çünkü erkek ve kız kardeşimin evi burada. Amca çocuklarım buradalar. Hepsi burada. Buradakiler hepsi komşudur. Geldim buraya, dedim önce onları göreyim sonra İstanbul’a gideyim dedim. İstanbul’a gittim, her kaçakçı bilmem ne kadar para istiyor. Vallahi gittik yine... Biz Irak’tayken telefonlarını vermişlerdi bize. Bizim halktan birileri bize onların numarasını verdi.  Bizim halktan birileri de var orda, onlar kaçakçılık yapmıyorlar ama bizden birileri oraya gidince onlar izin veriyorlar. Gidip bir otel tutuyorlar. Ben gittiğimde diyor ‘sen benim müşterim misin?’. Evet diyorum. Diyor ‘o zaman gel bu otelde kal’. O kaçakçıyla gitmek sana kalmış. Onunla gitmemek de sana kalmış. Ama gitsen de gitmesen de otelin parasını vermek zorundasın beklerken. Eğer onunla gidersen o otelin parasını öder. Ama yemek sana ait. Oraya gittik, dedik belki gemi ile gideriz ama gemilerin de hepsi aynı değil. Bazıları için iki bin, bazıları için bin dolar, bazıları için iki-üç bin dolar istiyorlar. Bazıları iki bin iki yüz dolar, bazıları iki bin üç yüz dolar diyordu. Oraya gittiğimizde her iki gün de bizi deniz kıyısına götürdüler.    İstanbul’dakilerle Kürtçe konuşuyorduk. Bazıları da bizim halktandı. Irak’takiler ise Ezidi idi. Onlar da Türkler ile ortaktı. Deniz kenarına gidiyorduk, bazen sabaha kadar o soğukta çocuklarımız geminin gelmesini bekliyordu. Gemi gelmiyordu ya da jandarmalar bizi yakalayıp geri gönderiyordu. Kimseyi tanımasan da İstanbul Aksaray’a gidiyordun. Oraya gidince çokturlar. Kaçakçı çoktur orda. Ama biz çoğu defa deniz kıyısına gittiğimizde jandarma gelip bizi tutuyordu. Bazı eşyalarımızı bizden alıyordu. Eşyalarımızı kendilerine alıyorlardı. Sonra da soruyorlardı ‘siz nereye gideceksiniz?’. Biz İstanbul’a geldiğimizde de otobüs ücretini bizden alıyorlardı. Kişi başı 25 euro. İstanbul’a gitmemiz için de bu parayı bizden alıyorlardı. Sonraki gün gitseydik beki yine jandarma gelebilirdi. Duydukları zaman baskın yapıyorlardı.   Ben iki gece kaldım İstanbul’da ve sonra dediler gidelim. Bazılarını İzmir’e götürüyorlardı. Bazılarını Didim’e.  Didim’den halkı gemilerle götürüyorlardı. İki gece kaldıktan sonra İzmir’e gittik. Takriben orada on beş gün falan kaldık. Her gün diyorlardı sabah Yunanistan’a geçireceğiz sizi. Sonraki gün bir gelişme olmuyordu. Bizi kandırıyorlardı. Paramızı vermiştik. Ama paramızı bankada bırakıyorduk. Evet. Gidip paramızı oraya yatırıyorduk. Her gün diyorlardı ‘yarın sizi götüreceğiz’. Yalan çıkıyordu. Sonraki gün bu defa jandarma denk geliyordu. Bir gemi geliyordu diyelim sadece on kişilik yer oluyordu. Biz otuz kişiydik, kırk kişiydik, diyorlardı ‘binin!’. Biz diyorduk vallahi olmaz, hepimiz binemeyiz, yer yok. Tabi paraylaydı hepsi, bir kişi fazla götürseler onlar için daha iyiydi. Bu şekilde birçok kişi götürüyordular. Takriben bir hafta da Didim’de kaldık. Sonra anladım ki kandırıyorlar bizi. Kaçakçımız da bizi bırakıp kaçtı. Bir yerlere gitti. Telefon açıyorduk, diyordu ‘gelmiyorum’. Oradan yine otobüse para verip İstanbul’a geldik. Sonra döndük, yorulduk. Çocuklar hastalandı. Dedik Diyarbakır’a akrabalarımızın yanına gidelim. Dedik bir on gün orda kalıp yine geri gelelim.

 

“Halkı zorla bindiriyorlardı, sen deseydin ben boğulacağım yine de derlerdi hadi bin”

 

Irak’taki kamplarda kaçakçılarla ilişkilenip Türkiye’ye gelen ya da daha önce Türkiye’ye gelen Ezidiler kaçakçılarla ilişkilenip gidiyorlar. Genelde ilk durakları İstanbul oluyor. İstanbul’a giden Ezidiler orada kaçakçılarla ilişkilenip anlaşıyorlar ve çoğu oradan İzmir’e gidiyorlar. Genelde gidişler Ege Denizi’nden oluyor. Kaçakçılarla ilişkilenen Ezidiler genelde kendilerine vaat edilenlerin aksine başka bir şeylerle karşı karşıya kalıyorlar. Karşılaştıkları durumu kabul edip gidenlerin olduğu gibi bunu kabul etmeyip karşı çıkan ve gitmekten vazgeçenlerde oluyor. Bu durumu Xelîl’den dinleyelim.

Valla bilmiyorum, her gün bir gemi bekliyorduk. Gemi de iki katlıydı. Takriben on beş metre uzunluğundaydı. Dediler sizden yüz kişiyi buna yerleştireceğiz. Dedik tamam iyi. Oraya gittiğimizde yaklaşık dört yüz kişi vardı. Yaklaşık yirmi metre ilerledi gemi. Gemi öyle gidiyordu yani. Biz çok korktuk. Çok fazla korktuk. Dedik valla biz bittik. Öleceğiz. Ama iyi oldu, geri geldi yine. Dediler böyle olmaz. Hepimizi indirdiler. Bazılarımıza yine binin dediler. Olmaz, yer yok dedik. Halkı bu şekilde kandırıyorlardı ama parayı da alıyorlardı. Ölsen de onlar için dert değil. Onlar paralarına bakardı. Halkı zorla bindiriyorlardı. Zorla ha. Sen deseydin ben boğulacağım yine de derlerdi hadi bin. O defa da yine çok kişiydik. Birkaç kurşun sıktılar. Dediler illa bineceksiniz. Biz binmedik yine de. Dedik bizi öldürseniz de binmeyeceğiz. Sonra döndük. Dedik bu iş öyle olmaz. Hepimiz boğulacağız böyle. Gemi çok küçüktü, tahammül edilemiyordu. İnsanlar çoktu. Ne kadar ikna etmeye çalışsalar da dedik binmeyeceğiz.

Bir şekilde ilişki kurup gitmeye karar veren Ezidiler her türlü tehlikeyi göze alıyorlar. Genelde giden Ezilerin çoğu ilk seferinde gitmeyi başaramıyorlar çünkü kendilerine vaat edilenler doğru çıkmıyor ve göz göre göre ölüme gönderildiklerini fark edince gitmekten vazgeçiyorlar. Vazgeçmeleri de kolay olmuyor. Çünkü vazgeçtikleri vakit kaçakçıların hışmına uğruyorlar. Bundan dolayı da birçok problemle karşı karşıya geliyorlar. Defalarca kandırıldıktan sonra ya gidebiliyorlar ya da gidemeyeceklerini anlayıp daha fazla dayanamayıp daha önce içinde yaşadıkları kamplara geri dönüyorlar. Xelil üç kez gitme girişiminde bulunduğunu ama başaramadığı için geri döndüğünü anlatıyor:

Ben takriben üç defa gittim. İki defasında kişi sayısı çoktu. Diğer sefer de gemi çok küçüktü. Beş metre civarındaydı. Biz de otuz-kırk kişiydik. Dediler buna binin. Yine oradakiler Türk idi. Zaten onlar Türk’tür. Ya Kürt, ya Türk ya da Suriyelidir. Biraz da Afganlar vardı sanırım. Onların dilini hiç bilmiyorduk. Dilleri ne Türkçe, ne Kürtçe ne de Arapçaydı. Anlamıyorduk. Ee tabi üçüncü defada onlarla kavga ettim. Çünkü bize zorla diyorlardı bineceksiniz. Arkadaş gemi beş metre sen nasıl kırk kişiyi bindireceksin! Biz diyorduk olmaz öyle. Tabi onlar para peşindeydi. Sen bindikten sonra gitsen de gitmesen de onlar parasına bakıyor. İki defa onlarla kavga ettim. Bir defasında kavga esnasında jandarma da geldi. Sesimizi duyunca geldiler. Jandarmaları çağırdım, dedim hele gelin. Kaçakçılar kaçmaya başladılar. Onları bulamadılar. Kaçıp kurtuldular. Yine jandarmanın elinde kalıyorduk, yine yol parası veriyorduk. O yelek falan da kalıyordu, hani batmamak için aldığımız. Onun da tanesi sekiz liraydı. Yüz liralık olan da vardı. Jandarma bizi yakaladığında onları da alıyordu bizden. Paramız bankadaydı, onlara vermiyorduk. Karşı tarafa geçince ya telefon açıyorsun ya da bir aracı ile parayı ulaştırıyorsun kaçakçıya. Oraya gittiklerinde telefon ediyorlar diyorlar biz Yunanistan’dayız. Yoksa eğer her defasında iki bin dolar versem, bir kişi değiliz ki. Karşı tarafa geçmeden parayı vermiyorsun. Valla bunaldık, paramız da azaldı. Çocuklarımız hasta düştü. Geldik dedik daha iyi bir yer bulana kadar biraz dinlenelim burada.

 

“İstiyorum ki gideceğim yerde ihanet olmasın; sadece bizi öldürmesinler yeter”

 

Yüzyıllardır katliamlara, kıyımlara uğrayan Ezidi halkı en son DAİŞ çetelerinin saldırısına maruz kaldı ve bir gün içerisinde bütün hayatları değişti. Her şeylerini birkaç saat içerisinde kaybeden bu halk tespih taneleri gibi dağıldı ya da dağılmak zorunda kaldı. Çocuğu dağda susuzluktan ölen babalar kahırlarından öldü, barbarların eline düşmemek için genç kızlar kendilerini kayalıklardan aşağı bıraktı, gençler canilerin esir aldığı ve köle pazarlarında satılan sevgililerini kurtarmak ve onurlarını geri almak için eline silah almaya başladı, anneler öldürülen gencecik çocuklarının yasını tutup ağıtlar yakamadı. Xelil tüm bu yaşanmışlıklara rağmen gitmekteki ısrarını ve nasıl bir yaşam istediğini anlatıyor:

Yani biliyorum ki yüzde seksen boğulacağım suda. Ama yine de olsun diyorum. Boğulayım ama dönmeyeyim Şengal’e. Vallahi son olarak, keşke bir gün bir yer bulsaydım orda insanlık olsaydı. Yani çocuklarımın öldürülmesi için kaygılanmasaydım, korkmasaydım. Ben kendim için gitmiyorum. Şimdi Avrupa’ya da kendim için değil, çocuklarım için gidiyorum. Sadece dert ben olsaydım, ölseydim de benim için fark etmezdi. Ama benim başıma gelenin çocuklarımın başına gelmesini istemiyorum. İstiyorum ki gideceğim yerde ihanet olmasın; sadece bizi öldürmesinler yeter. Ne ekmek, ne su lazım değil bize. Sadece insanlık olsun. Sadece bizi öldürmesinler. Başka bir şey istemiyoruz.

 

[1] Adnan Çelik-Namık Kemal Dinç, Yüz Yıllık Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir, S. 92, İBV yayınları, 2015 İstanbul.