Hürriyet yazarı Prof. İlber Ortaylı, Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed'in "1916 yılında Türk Fahri Paşa'nın Medinetü'l Münevvere halkının hakkına girdiğini ve onların mallarını çaldığını, onları kaçırdığını, Şam'dan İstanbul'a 'Seferberlik' ilan ederek , Medine'deki el yazması eserleri çaldığını biliyor muydunuz? İşte Erdoğan'ın dedelerinin Müslüman Araplarla ilişkisi buydu" paylaşımını değerlendirdi.
"Bunlar, düşmanca olduğu için değil, cahilce olduğu için şaşırtıcı" diyen Ortaylı, "Arap dünyası, tarihini soğukkanlı değerlendirmekten aciz. Bereket bu tavır bütün Arapları kapsayamaz" ifadesini kullandı.
İlber Ortaylı'nın "Bazı Araplar dört asırlık hadisesiz Osmanlı yönetimine karşı neden önyargılı?" başlığıyla yayımlanan (31 Aralık 2017) yazısı şöyle:
Bu sıralar Arap dünyası içinde Türklere ve Osmanlılara karşı Batılı önyargılarına taş çıkaracak yorumlar çıkıyor. Bunlar, düşmanca olduğu için değil, cahilce olduğu için şaşırtıcıydı. Arap dünyası, tarihini soğukkanlı değerlendirmekten aciz. Bereket bu tavır bütün Arapları kapsamıyor.
Türkiye’de pek de haksız olmayan yaygın bir kanaat var, “Batılılar bizim tarihimizi bilmiyor ve çok yanlış hükümler veriyorlar” deriz. Şüphesiz, bu genel hükmün istisnai bir yanı da var. Benim bildiğim, İtalya’da Enrico Leone gibi bir tarihçi 1940’larda Osmanlı Tanzimatı’nı en iyi değerlendirenlerdendi.
Hiç şüphesiz ki Batı dünyası Avusturyalı Joseph von Hammer-Purgstall’i, Alman Johann Wilhelm Zinkeisen’i (bu zat Türkçe kaynak bilmez ama bütün Avrupa arşivlerini kullanmış ve mükemmel bir Osmanlı tarihi yazmıştır) ve 19’uncu asrı anlatan önemli Türkologları yetiştirmiştir. Cehalet ve önyargı daha ziyade sokaktaki adama, kasaba münevverlerine ve ruhban sınıfına aittir. Gene Vambery’den beri Batı’da bazı Yahudi bilginler İslam tarihini, özellikle de Türk tarihini oldukça tarafsız bir şekilde ele almışlardır. Halen berhayat olan Bernard Lewis bunların en tanınmışıdır. Daha da geriye gittikçe İslam tarihi ve Türk tarihi için Claude Cahen ve Maxime Rodinson gibilerini sayabiliriz.
Önyargıların kısaca özetlenmesi şöyle mümkün olabilir: “Türkler savaşçıdır, yayılmıştır, yağmacıdır. Devlet ve maliye düzenleri iptidaidir, idare ettikleri hakları medeniyete doğru götürmek söyle dursun, geriletmişlerdir.” Bu görüşe Karl Marx karşı çıkmış sayılır. Soğukkanlı bir bakışla, Türk İmparatorluğu’nun Avrupa’daki rolünü ele almıştır. Onun karşı olduğu sistem Rusya’dır. Bununla beraber Marx’ın ortağı Friedrich Engels’in, ‘Türk ilerleyişinin Balkan Rönesansı’nı durdurduğu’ gibi abartmalı bir yorumu yok değildir.
Son Kudüs krizinden sonra, İslam dünyasındaki Türk ve Osmanlı yorumlarının, Batı’daki önyargılara taş çıkarttığını görüyoruz. Bazılarının sarsılmaz diye söz ettiği Osmanlı Birliği’ne karşıt görüşler bunlar. Emeviye Birliği’nden beri bütün Arap dünyasını bir araya getiren tek devlet Osmanlı’yken, imparatorluğun bu dört yüzyılın Arap mütefekkirleri ve tarihçileri arasında çok az kişi arasından doğru değerlendirildiği anlaşılıyor.
İlk önce Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı’nın slogancı değerlendirmesi bizi dehşete düşürdü. Ardından Suudi TV’sinde Hasan eş-Şehri adlı yorumcu (eski generalmiş), parmak ısırttıracak derecede berbat bir Osmanlı yorumu yaptı. Düşmanca olduğu için değil, cahilce olduğu için şaşırtıcıydı. Arap dünyası, tarihini soğukkanlı değerlendirmekten aciz. Bereket bu tavır bütün Arapları kapsayamaz.
Hasan eş-Şehri “Geri kalmışlık, açlık, hastalık, korku, katliam sadece Osmanlıların yönettiği ülkelerde hüküm sürdü. Bu yüzden kabileler onlara karşı direndi” diyor. Direnen kabileler 18’inci asrın ikinci yarısında koyu bir taassup ile Vehhabî İslamı’nı getirmek için ayaklanan Suudilerdir. Kutsal şehirleri ve mekânları bile tahrip ettiler ve bastırılmaları çok uzun sürdü. O arada da ondan sonra da Büyük Harp’e kadar işlerine baktılar.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tasvirini Hasan eş-Şehri sanki Fransa Başbakanı Georges Clemenceau’un Versay Barış Antlaşması sırasında Türk delegelerine yaptığı çıkıştan almış gibidir. Fahreddin Paşa’nın savunmasını ‘kabir soygunculuğu’, Hicaz’daki otonomiyi açlık, soygunculuk ve katliam, Suriye ve Filistin’deki hadisesiz dört asrı geri kalmışlık şeklinde nitelemenin bir parça siyaset icabı olduğu anlaşılıyor ama ayrıca okumayan, araştırmayan bir cemiyetin pervasız tarihçiliği, amiyane tefekkürü de göze çarpmıyor değil.
Bu konuda da ipin ucunu kaçırmayalım. Ürdünlü Adnan Bahit, Suriyeli George Saliba, Cezayir’deki ve Tunus’taki tarihçiler gibileri de var. Arap dünyasında gençlerden Türkoloji tahsil eden ve gerçekten Türkçe öğrenenlerin sayısı süratle artıyor.
Bizde de benzer gelişmeler var. Örneğin Farsça üzerine... Geçen hafta İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fars Dili Bölümü’nde şiir gününe katıldım. Bizim öğrencilerden Farsça şiir yazanlar bir hayli. Ucuz politikaları bertaraf edecek tek gerçek politika kültürel işbirliği ve yakınlaşmadır. İşte bu yüzden genç Arabistan’ın öğrenme isteğine bizim cevap vermemiz gerekir.