T24 - Zaman gazetesi yazarı Hilmi Yavuz köşesinde ortaokul yıllarını anlatıyor. Yavuz'un Benim Ortaokullarım başlığı ile yayımlanan yazısı (15 Haziran 2011) şöyle:Ben bir bürokratın oğluyum, çocukluğum bir ilçeden ötekine savrularak geçti.İlkokula Bursa'nın Orhangazi ilçesinde başladım, ilk üç yılı orada okudum; dördüncü sınıfı İstanbul'da, Fatih'te 40. İlkokul'da! Beşinci sınıfa geçtiğimde babam Samsun'un Terme ilçesine atanmıştı. İlkokulu orada bitirdim;-1947 yılıydı...Terme'de ortaokul yoktu o yıllarda; ortaokulu olan iki ilçe vardı Terme'ye komşu olan: Ünye ve Çarşamba! Babamın, İçişleri Bakanlığı'ndan ortaokulu olan bir ilçeye atanması isteği kabul edilmediğine göre, ya Ünye'de ya da Çarşamba'da okuyacaktım. [Adını çok iyi hatırlıyorum: Dahiliye Vekâleti müsteşarı Seyfi Tülümen'di ve babam, müsteşarın kendisine 'taktığına' inanıyordu!]1947 yaz sonu hayatımın ilk kaygılarını yaşadım: 'Kaygılarımın sonbaharı!' Babam, iki ilçe (Ünye ve Çarşamba) arasında bir seçme yapma işini bana vermedi;- yazı-tura atılacaktı! Ama gene de bana belirli bir seçme özgürlüğü tanındı: Babam, yazı'yı Ünye, tura'yı da Çarşamba olarak belirledikten sonra şöyle dedi: 'Evlat, tercih senin! Yazı mı, tura mı?'Ünye'yi istiyordum ve titreyerek 'Yazı!' dedim. Babam, o koca, bizim 'manda gözü' dediğimiz gümüş 1 Lira'yı havaya fırlattı. Gözlerimi kapamıştım ve babamın sesini işittim: 'Tura! Çarşamba'ya gideceksin, evlat'!'İyi de nasıl gidecektim? Terme ile Çarşamba arası, sanırım 60 kilometre kadardı ve kamyondan bozma bir otobüsle, ancak bir saatte gidiliyordu şose yolda... Sabah 9'da Çarşamba'da okulda olabilmem için, saat sabah 06.30'da kalkmak ve 07.30 otobüsüne yetişmek gerekiyordu. Akşam da okuldan çıkar çıkmaz 'öte geçe'ye geçecek, 17.00 otobüsünü yakalayacak, akşam saat 18.00 sularında da Terme'ye dönmüş olacaktım. On bir yaşındaydım. Gece evde lüks lambasının hırıltılı ışığında (Terme'de elektrik yoktu!) uyku ve yorgunluk akan gözlerle ders çalışmak zorundaydım bir de!Bir yıl böyle geçti. Kazasız belasız ve elbette ikmalsiz geçtim birinci sınıfı. Cıgaraya bu yıllarda alıştım. Ertesi yıl, yol perişanlığıma dayanamayan annem, babama 'Bu böyle olmayacak! Çarşamba'da bir ev tutuyoruz ve ben oğlumla birlikte orada kalıyorum!' diye dayattı. Öyle de oldu. Orta ikinci sınıfta, Çarşamba'da, annemle bir evdeydik artık. Hafta sonları ya babam Terme'den geliyor, ya da biz annemle Terme'ye gidiyorduk. Ortaokul hocalarımdan adlarını hatırladığım iki öğretmen var: Matematikçi Muammer hanım ve Fizikçi Zihni Çelikkalp! Muammer öğretmen, öğrencileri büyük cetvellerle dövmekten dehşetli haz duyuyordu! Zihni öğretmen ise, kısa boylu, son derece sevimli bir adamdı; daima siyah gözlükler takıyor, akşamları laboratuarda keman çalıyordu. Teneffüslerde, okulun hademesi Ayşe hanıma, 'Anşa'nım bana acele bi kahve!..' diye seslendiği kalmış belleğimde... [Zihni hoca'nın, Çarşamba'dan önce Giresun'da öğretmenlik yaptığını, halamın çocuklarından öğrenecektim. Eniştem, o yıllarda Giresun'da Mektupçu'ydu ve Emire ve Azize ablalarımla Faruk ve Selahattin ağabeylerime özel ders, galiba keman dersi, vermişti. Onların dilinde adı, 'Gobik'ti Zihni hoca'nın!] Hepimizin güzelliğine hayran olduğumuz Türkçe öğretmenimizi, gestapo şefi Himmler'e benzettiğim coğrafyacıyı (Aziz Bey?) unutmam mümkün değil! Coğrafyacı aynı zamanda müdür muaviniydi ve sadece ince tel çerçeveli menhus Himmler suratıyla değil, despotluğu ve dayakçılığıyla da yıldırmıştı hepimizi...Okul müdürü Tarih dersine geliyordu. Dersten önce mümessil, kara tahtaya 'Göç Yolları Haritası'nı asıyordu. Birinci sınıf tarih kitapları, 1947-1948 ders yılında, hâlâ Birinci Türk Tarih Kongresi'nin, 'Orta Asya'nın Otokton Halkı, Türk'tür' tezini işlemekte, ilk insanların 'Türk' olduklarını iddia etmekteydi. Tarih kitabında kafatası biçimlerinin çizimini de görüyorduk: Dolikosefal, Brakisefal, Mezosefal...Türkçe Kitabımızda ise, Yusuf Ziya Ortaç'ın İsmet İnönü için yazdığı bir şiir yer alıyordu: İlk iki dizesi kalmış aklımda: 'Bir dağ başısın, ak saçın alnında bulutlar/ Çizmenle çizilmiştir aşılmaz bu hudutlar...'