İlk kez yayımlanan 12 Eylül belgesi: Delil bulamayıp bıraktığınız kişileri askere bildireceksiniz!'

İlk kez yayımlanan 12 Eylül belgesi: Delil bulamayıp bıraktığınız kişileri  askere bildireceksiniz!'

BELMA AKÇURAT24 - O kolay hâkim olmadı;

1940’lı yılların yoksul Türkiye’sinde do ğdu, Varto’nun Tatan köyünde çobanlık yaparak büyüdü. Her gittiği yerde örselendi, eziyet çekti, ötekileştirildi.. “Türküm” dedi Türkçe bilmedi, “Aleviyim” dedi,  Kürtler istemedi. Yine de karda, kışta ayağında yırtık çarıklarla, kaybolmaktan korkarak, ağlayarak, kendi gibi çocuklarla el ele tutuşup, yarı Türkçe yarı Zazaca “anne one gone” diyerek kilometrelerce uzakta okula gitti.1960’lı 70’li yıllarda “Aleviyim” dedi, sokak ortasında Sünni Kürtlerden tekme tokat dayak yedi, tarikatçılığı eleştirdi çarşıda meydan dayağı yedi, “Hâkim olup adalet dağıtacağım” dedi komünistlik yapmakla suçlayan hocasından okulda dayak yedi. Darbelerin hem tanığı hem mağduru oldu. 27 Mayıs darbesini sevinçle karşıladı ama jandarmadan karakolda öldüresiye dayak yedi, adalet dağıtan hâkim olma umudunu yitirmemek için 12 Mart darbesini üzüntüyle ve sessizce geçiştirdi. Ama ne zaman ki Çoban Mehmet, Hâkim Mehmet Tural olarak 12 Eylül’de adalet dağıtmaya kalktı,  başına gelmeyen kalmadı.Hukukun karşısında hiçbir darbenin, hiçbir siyasi iktidarın bir ehemmiyeti olmadığına o kadar inandı ki darbe döneminde bile haksız yere insanları gözaltına alan ve işkenceyi savunan bir subayın hukuk karşısında diklenmesinin bir cezası olmalı diye düşündü. Tam da bu nedenle 1980 darbe sonrası küçük bir ilçenin en yüksek rütbeli bölük komutanını tutuklamaya kalkınca askerler yargı makamının kapısını tekmeleyerek içeri girdi, bedelini hâkimlik mesleğinden vazgeçerek ödedi…Yine de “hukuk adamı” olma sevdasından vazgeçmedi…1990’lı yıllarda kamuoyu onu bu kez batık bankalar operasyonuyla tanıdı, bankaların içini boşaltan bankacıların “korkulu rüyası” olan bir hukuk müşaviri olarak… Bu mesleği de O’na yaptırmadılar. Çünkü bu kez de siyasilerin yargıya baskısıyla karşı karşıya kaldı.O şimdi Türkiye’de hemen her dönemde “öteki” olmanın, darbe yıllarında “hukukçu” olmanın, çetelerle iç içe geçmiş bir ülkede yolsuzluklarla mücadele eden bir “solcu” olmanın kitabını yazdı. Tural ile yakında piyasaya çıkacak olan “Hem Kürt, hem Alevi hem Solcu bir hâkim olmak” adlı kitabını ve özellikle 12 Eylül darbe hukukunu, darbe döneminde hâkim olmayı,  yargı bağımsızlığının zorluklarını konuştuk…12 Eylül’den hemen sonra Kenan Evren  “Yargı bağımsızlığına dokunmadık” dedi.  Siz o dönemde bir yargıç olarak “yargı bağımsızlığına dokunulmadı” diyebiliyor musunuz? Bu doğru değil tabi. 12 Eylül sert, acımasız yüzünü o dönemde bütün ülke genelinde olduğu gibi hâkim olarak görev yaptığım Samsun’un ilçesi Kavak’ta da gösterdi; Hem de 12 Eylül’den dört gün sonra… Hükümet henüz kurulmamıştı ve Orgeneral Kenan Evren “Bu tarih kitaplarındaki bir darbe değildir. Cumhuriyeti koruma ve kollama harekâtıdır.” diye basına açıklamalar yapıyordu; yeni bir anayasayla anarşi ve terörü önleyecek yargı organlarını kuvvetlendirecek kanunlar hazırlanacak, ceza kanunu ıslah edilecekti… Tabi bunlar söylenirken, yargıyı ıslah etmeye değil, hizaya sokmaya daha ilk günden başlamışlardı…Bu yargıyı hizaya sokma girişimi resmi yazışmalarla mı yoksa sözlü mü oldu? Yazılı da oldu. Ben de var hala saklıyorum…  Darbeden dört gün sonra 16 Eylül 1980 gününe ait İlçe Jandarma Komutanlığı’ndan gelen bir yazıdır bu.  “Sanık kimliklerinin bildirilmesi hakkında…” son derece vahim bir talepte bulundular. Resmi yazıda aynen şöyle diyor: “Milli Güvenlik Konseyi’nce bütün yurtta 12. 09. 1980 tarihinden itibaren sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bugüne kadar mahkemeye intikal edip, delil kifayetsizliğinden sanıkları hakkında karar verilemeyen toplum olayları, siyasi maksatla icra edilmiş toplantı ve mitingler sabotaj ve tehdit olayları sanıklarının kimliklerinin bildirilmesini arz ederim… İmza… Ahmet Lelik… Jandarma Astsubay Başçavuş İlçe Jandarma Bölük Komutanlığı…”Siz ne yaptınız? Hakkında işlem yapılmayan, delil yetersizliğinden bırakılan sanıkların listesini verdiniz mi?Elbette vermedim. Bir kaç gün sonra 19 Eylül 1980’de bu yazıya cevaben bir yazıda ben kaleme aldım ve İlçe Jandarma Bölük Komutanlığı’na gönderdim… İşte o yazım da burada; “Bugüne kadar mahkemeye intikal etmiş ve sanıkları hakkında karar verilemeyen toplum olayları ve siyasi amaçla toplantı ve gösteri sabotaj ve tehdit olayları sanıklarının kimliklerinin bildirilmesi istenmiş ise de şu şu nedenlerle istenilen bilgilerin verilmesi uygun görülmemiştir” dedimBu tavrınız nasıl değerlendirildi? Bedel mahiyetinde size geri dönüşü oldu mu?  Olmaz mı? Bu sanık kimliklerinin bildirilmesine ilişkin yazıdan iki gün sonra yani 12 Eylül darbesinin üzerinden henüz bir hafta bile geçmemişti. 18 Eylül 1980’de Kavak’ta Asliye mahkemelerinin duruşmalarından birini yapıyoruz. Duruşma sırasında içerde savcı Ünsal Durlanık ve sanıklar olduğu halde kapı açıldı ve izinsiz olarak Kavak Jandarma Bölük Komutanı Kurtuluş Kızıloluk girdi. Astsubay içerde duruşma olup olmadığına hiç aldırmadan geçti oturdu, ayak ayak üzerine attı ve cebinden bir sigara çıkartıp yakmaya kalkınca tepem attı: kendisini uyardım “Duruşmanın hâkimi olarak bu salonunda sigara içmenize izin vermiyorum” dedim… Bu çok sinirlendi ama kapıyı çarparak çıktı gitti… Küçük bir ilçede darbenin nasıl etkileri olmuştur?  Sıkıyönetim sonrası insanlar olaylarla ilgisi olsun olmasın onun yüzünden “şüpheli şahıs” muamelesi görmeye başlamıştı… “Sen bizi tanırsın, bilirsin, çocuğumun bu işlerle bir ilgisi yok” diye adliye kapısında analar babalar yakama yapışıp ağlaşıyorlardı. Gerçekten de tanırdım… O dönemde gözaltı süreleri 90 gündü. Günlerce acımasızca en ağır işkenceleri görenlerin çoğu da aynı masalarda oturup yemek yediğim, şakalaştığım, dertlerini dinlediğim, sağla solla aslında hiç ilgisi olmayan ama aydın insanlardı. 12 Eylül darbesinin üzerinden henüz bir ay bile geçmemişti… Bir hukukçu olarak ilçede yaşanan, anlatılan hukuksuzluğu, görmezden gelip, öyle eli kolu bağlı bekleyemezdim…  Jandarma Bölük Komutanı Kurtuluş Kızıloluk’u çağırdım… “Suç işleyenleri alırsın ama suçsuz insanları da alıyorsun ve günlerce sorgusuz sualsiz işkence bir sürü eziyet yapıyorsun. Senin buna hakkın yok” dedim. Komutan önce küçük bir şaşkınlık geçirdi ama hemen diklendi; “İhtilal yapmış bir subaya kimse talimat veremez” diye… Sanırım darbenin ne demek olduğunu hâkimken de pek kavrayamamışsınız? Çünkü hukukun karşısında hiçbir darbenin hiçbir siyasi iktidarın bir ehemmiyeti olmadığına o kadar inanıyordum ki, haksız yere insanları gözaltına alan ve işkenceyi savunan bir subayın hukuk karşısında diklenmesinin bir cezası olmalı diye düşünüyordum.  İlahi adalet mi derler… Bir gün önüme bir soruşturma dosyası geldi, altında komutanın imzası, tanık sıfatıyla çağırdık, geldi ama sorulara yanıt vermek istemedi, “Kimse beni böyle sorgulayamaz” diye bağırmaya başladı… Sonunda “…duruşmada bütün uyarılara rağmen…” diyerek hakkında tutuklanması talebiyle bir tutanak tuttuk.İnfazını kim yapacak? Bir üst rütbelinin yapması gerekmiyor mu? İlçedeki en üst rütbede o var. Dolayısıyla tutuklama müzekkeresini mübaşire verdim “savcıya ver infaz etsin” dedim. Bunun üzerine komutan daha da sinirlendi, tehditkâr bir tonla “Nasıl infaz edeceksen et de görelim”  dedi… Ben de “Benim görevim seni tutuklamak, devletin görevi de seni yakalamak”  dedim, bu çıktı gitti ve bütün meslek hayatımı değiştirecek olaylar zinciri de böylece başlamış oldu…  30 yıl önce değil bir general, astsubay, en düşük rütbedeki bir asker dahi tutuklanamıyor diye biliyoruzDoğrudur tutuklayamıyordu, 12 Eylül darbesinden hemen sonra hâkim olarak görev yaparken bir astsubay hakkında verdiğim tutuklama kararının nasıl yok sayıldığını, yargının gözünde askerin dokunulmazlığının ne olduğunu daha o zaman öğrenmiştim… Çünkü bu tutuklama kararından bir saat geçti geçmedi kapım tekmelenerek açıldı… Önde dönemin Jandarma Alay Komutanı aynı zamanda Sıkıyönetim Tali Bölge Komutanı Albay Fadıl, arkasında dönemin Samsun Valisi Mehmet Karasarlıoğlu… Albay hışımla “Ulan hâkim, sen kim oluyorsun da benim astsubayımı tutukluyorsun.” diye bana doğru yönelince  “Albayım burası bir mahkeme salonu bir hâkimle konuşuyorsunuz…” diye itiraz ettim ama “Git ya ne hâkimi! Salacaksın bu adamı!” diye gürledi.  Bir saat önce tutuklama kararı çıkarttığım bir adamı ne değişti de bırakacağım?  Deliller mi değişti? Ne oldu pişmanlık dilekçesi mi verdi? Albay baktı ki kararım değişmiyor, inanılmaz tehditkâr, “Sen mi geleceksin yoksa ben mi seni yarın gözaltına aldırayım” ”Yok, lüzumu yok ben gelirim” dedim… Kitabınızda diyorsunuz ki “darbenin  “Ali kıran baş kesen” tavrı hukukçu da olsanız korkutucuydu” O gün ben de gerçekten korkmuştum… Neyse araya bir başka tanıdığım albay girdi “Senin gücün bir hâkime mi yetiyor. Yanımda şimdi gönderiyorum ama sakın ola bir yanlış yapma senin o işkence yaptıklarının raporları elimde hepsini güvenlik konseyine vereceğim” diyince biraz gerilediler ama. “Bir hâkimin talebi için bir astsubayı mı değiştireceğiz” diye de Jandarma Bölük komutanının tutuklama kararını kaldırmam konusunda da kesin kararlılar Ertesi gün Yüksek Hâkimler Kurulu’ndan iki tane müfettiş geldi.  ‘Dosyada usulsüz bir durum olmadığını ama içinde bulunduğumuz sıkıyönetim koşulları ve Güvenlik Konseyi’nden Yüksek Hâkimler Kurulu’na yapılan baskılar nedeniyle bu kişiyi sizin tahliye etmenizi istiyorlar’ gibi ifadelerle bana durumu izah edip gittiler…  İŞTE İLK KEZ YAYIMLANAN 12 EYLÜL HUKUKUNUN BELGELERİYarın: Darbe döneminde Yüksek hâkimler kurulu nasıl çalıştıAskerler yargıçları kürsüden indirip kendileri oturduAsker ve siyasi gücün olduğu yerde hakim bağımsız olabilir mi?