İlker Başbuğ, Lice katliamında hayatını kaybeden eski Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın bölgeye gitmesi emrini kendisinin verdiği iddiasıyla ilgili olarak, “Tuğg. Aydın beraberindekilerle, Lice’nin güneyinde planlanan bir operasyonu yönetmek üzere Lice’ye saat 06.30-07.30 arasında hava yoluyla intikal etmiş idi. Lice güneyine planlanan operasyon başladıktan sonra, 09.30 civarında Lice olayları başladı. Tuğg. Aydın saat 11.45’de yaralandı ve maalesef kurtarılamayarak şehit oldu. Bizlere ne kadar yapmadığımız şeyleri yaptınız deseler de, ilgimizin olmadığı ve olamayacağı hususlardan sorumlu tutmaya çalışsalar da, bir fotoğraf veya bir görüşme üzerinden iftira atsalar da, haksızlık ve eziyet etseler de, bizleri yıkamayacaklar” dedi.
Ergenekon davasında darbeye teşebbüs ve terör örgütü liderliğinden müebbet hapis cezası alan eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ, avukatı İlkay Sezer aracılığıyla bir basın açıklaması yaptı. Ergenekon davası ve 28 Şubat davasıyla ilgili açıklamalarda bulunan İlker Başbuğ, Lice katliamında hayatını kaybeden eski Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı öldürülmesiyle ilgili kendisi hakkında ortaya atılan iddialara da cevap verdi.
İlker Başbuğ’un avukatı İlkay Sezer aracılığıyla yaptığı, “Her yer kara propaganda” başlıklı basın açıklamasının tam metni şöyle:
Karanlık olayları aydınlatması, “derin devleti” ortaya çıkarması beklentisi yaratılan Ergenekon davası, ilgisiz 23 iddianamenin birleştirilmesi, “devlet içinde devlet” tavırlarının sergilenmesi, hukuk cinayetlerinin işlenmesi ile aslında hiçbir zaman karanlık olayları aydınlatma gayesinde olmadığını, gerek yargılama sürecinde, gerekse 5 Ağustos 2013 günü açıklanan kararla gösterdi.
Danıştay Başkanlığında görevi başında Sn. Mustafa Yücel Özbilgin’in şehit edilmesinde azmettirici olduğu Ankara’daki Özel Yetkili Mahkemece karara bağlanan kişi beraat ettirildi, değerli aydın ve askerlere ise ceza yağdırıldı.
9 Ekim 2013 günü de, Yargıtay 9. Ceza Dairesi Balyoz Davasına ilişkin kararını açıkladı. Daha önce de belirttiğim gibi: Balyoz adı verilen dava kullanılarak Türk Silahlı Kuvvetleri'nde bugünün ve yarının komuta kademelerinde yer alabilecek niteliklere sahip personel ordudan uzaklaştırılmış oldu.
Sorunun özünü teşkil eden bu noktayı ve emeklilik hakkını kazanamayan genç rütbeli personelin ve özellikle ailelerinin karşı karşıya kalacağı trajik durumu gözardı ederek yapılan değerlendirmelerin de doğru ve yerinde olmadığını düşünmekteyim.
Bu noktada, Avrupa Birliğince geçtiğimiz günlerde yayımlanan İlerleme Raporuna değinmekte fayda var.
Rapora göre; savcılar tarafından hazırlanan iddianamelerin kalitesi düşüktür ve iddianameler gerekçelerden yoksundur. Savunmanın dava dosyalarına erişimi sınırlıdır. Mahkemelerde, tanık ve sanıkların çapraz sorgulamalarına savunmanın katılımı yetersizdir.
Rapor, Ergenekon olarak adlandırılan davada mahkemenin mahkumiyet kararlarını aktardıktan hemen sonra da şu saptamayı yapıyor:
Türk adalet sisteminde yukarıda nahsi geçen defolar, kararın Türk toplumunun bütün kesimleri tarafından kabul görmesini güçleştirmiş ve karar siyasi hesaplaşma iddialarıyla lekelenmiştir.
Yapılan bu tespitler, Türkiye'de adil yargılama yapılmadığını göstermektedir.
Buna rağmen, Türkiye'de bu mahkemelerde adil yargılama yapıldığını söylemek veya düşünmek sadece ve sadece gülünçtür.
AB Raporunda da belirtildiği gibi Ergenekon ve Balyoz gibi davalara ilişkin kararlar, toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmedi.
Yapılan bir anket de Türk halkının %70'nin 26. Genelkurmay Başkanı’na terör örgütü yöneticisi ve darbeci suçlamasını vicdanen ve aklen kabul etmediğini gösteriyor. Çünkü, toplum 26. Genelkurmay Başkanı’nı tanıyor ve hukuk yönünden de, internet sitelerini kapattıran kişilerin “kara propaganda” yaptıkları suçlamasıyla cezalandırılmalarına insanların gönülleri hiç razı olmuyor.
Her şeyden önemlisi de, bir genelkurmay başkanına savcıların “terörist, terör örgütü yöneticisi” iddiasında bulunması, hâkimlerin de bu iddiayı kabul etmesi, iddia konusu cebir ve şiddet kullanarak hükûmeti ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs suçlamasının; doğrudan muhatabının hayret, şaşkınlık ve hatta öfkeyle karşıladığı bu durumu, dış kamuoyu da gülünç ve akıldışı bulmaktadır.
Kamuoyunda bu açıdan büyük bir öfke ve isyan vardır. Bu durumdan rahatsızlık duyanlar, kamuoyunu aksi yönde etkilemeye çalışmaktadırlar.
Onlar, 26. Genelkurmay Başkanı'na terörist denilmesinin nedeni olarak TMK’nun 2. maddesini gösterdiler. Oysa, bu söylem gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. Çünkü, 26. Genelkurmay Başkanı hakkında açılan davada, TCK’nun “silahlı örgüt” başlığı altındaki 314. maddesinden de suçlama bulunmaktadır.
Dolayısıyla onların dediği gibi TMK’da yeni bir düzenleme yapılsa bile, 314. maddeden de dava açılmış olması nedeniyle 26. Genelkurmay Başkanına “terör örgütü yöneticisi” söyleminde bir değişiklik olmaz.
Hakikatler ve halkın tepkisi karşısında çaresiz kalan bazı çevreler, “kara propaganda” yapmakla suçlanan şahsıma karşı insafsızca “kara propaganda” yapmaya devam etmektedirler. İşte bazı örnekler:
2008 yılı Ağustos ayında Genelkurmay Başkanlığına atandırılmam beklenmekteydi. Haziran ayı içerisinde, bu atamayı engellemeye yönelik, medya üzerinden, birileri tarafından bir “karalama kampanyası” başlatıldı.
2004 yılında, Genelkurmay 2. Başkanı iken İsrail’e resmi bir ziyaret yapmıştım. Resmi programda Kudüs’teki Ağlama Duvarı ile Mescid-İ Aksa’yı ziyarette yer almaktaydı. Ev sahibinin yaptığı tekliflere uymak ve özellikle inançlarına karşı saygılı davranmak her şeyden önce bir nezaket ve insanlık kuralıdır.
12 Haziran 2008 günü, Kudüs’teki Ağlama Duvarında çekilen fotoğraflar bir gazetede yayımlandı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun zamanında tamir ettirerek koruduğu Ağlama Duvarını ziyaret esnasında, Fatiha suresini okuyarak dua ettik.
Daha sonra da Mescid-i Aksa’yı ziyaret ettik. Biz Müslümanlar için ayrı bir önemi olan bu cami de dua ederken çekilmiş fotoğraflarımızda var, ancak kendilerinde insanların inançlarını, imanını sorgulama hakkını görenler, bu fotoğrafları görmediler.
Ağlama duvarında çekilmiş bu fotoğrafları, kara propaganda amaçları için kullananlar, her sıkıştıklarında bu fotoğraflara dört elle sarıldılar. İftiralarına, hakaretlerine devam ettiler.
Hakaret ettikleri kişinin, belki de ilk defa, Türk Ordusunun en yaygın adlarından birinin de “Peygamber Ocağı” olduğunu dile getirmiş olmasına da kulaklarını tıkadılar. Çünkü onlar, kör ve sağırdırlar.
Bu iftiracıları Allah'a havale etmenin yanında, yasal zeminde de mücadelemiz devam etmektedir ve edecektir. Bu kapsamda, Silivri 2. Sulh Ceza mahkemesi, 2 Ekim 2013 günü, Ağlama Duvarında çekilen fotoğraf üzerinden facebook isimli sitede yapılan hakaret içeren beyanlar nedeniyle yargılanmakta olan üç kişinin TCK’nun 125. maddesi gereğince “hakaret suçunu” işlediklerinden dolayı cezalandırılmalarına karar verdi.
Her şeye rağmen, Türkiye’de adalet dağıtan yargıçlar da var.
Haziran 2008’de maruz kaldığımız ikinci kara propaganda olayı ise en büyük tesadüf dür ki; 13 Haziran 2008 günü, yani bir yerlerden adeta bir düğmeye basılmış gibi bir gün sonra gerçekleşti.
Dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanvekilinin Şubat 2008'de Irak'ın Kuzeyine icra edilen harekât nedeniyle, 4 Mart 2008 günü makamımıza yaptığı nezaket ziyareti, çarpıtılarak bir gazetede 13 Haziran 2008 günü haber oldu. Gerekli açıklama, anında Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapıldı.
Diğer bir örnek ise, Poyrazköy’de yapılan kazılarda gömülü olarak bulunan beş adet boş kullanılmış law’a tarafımdan “boru” denildiği iddiasıdır. Bu söylem insanların aklına o kadar yerleştirildi ki, ben bile “boru” tabirini kullandığımı sanıyordum; ta ki daha sonra yapılan bir araştırma sonucunda, “boru” tabirini benim değil bir siyasi liderin kullanmış olduğunu öğreninceye kadar.
Daha sonra, basın toplantısında benim “boru” demediğim, Hürriyet gazetesinin 16.01.2013 tarihli nüshasında haberde oldu.
“Boru” denmesi suç mudur? Hayır. O zaman, rahatsızlığın asıl nedeni nedir?
Askerler boş, kullanılmış lawların bir daha kullanılmayacağını bilir. İşe yaramayacak boş lawları toprak altına gömmenin anlamsızlığını bilir. O zaman bu boş lawları oraya kimler gömmüş olabilir?
Bu sorunun cevabını aramak yerine, benim “boru” demediğimi bilerek, hala bu konu üzerinden polemik yapmak, en hafif deyimiyle “ahlaksızlıktır”!
Sık kullanılan bir diğer konuda, 26 Haziran 2009 günü yapılan basın toplantısında, iddia edilen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nın fotokopisine, “kağıt parçası” denilmesidir. Dikkat edilsin ki o gün elde bulunan bir fotokopidir. Fotokopiye “kağıt parçası” denilmesi suç mudur? Hayır. Ancak, ortada sadece bir fotokopinin olması ve bu nedenle de Genelkurmay Savcılığının soruşturmasından da, doğal ve hukuk çerçevesinde istedikleri gibi bir sonuç çıkmaması, yine bazılarını ciddi şekilde rahatsız etmiştir. Kovuşturma esnasında, Genelkurmay Başkanlığı bilgisayarlarında iddia planın bulunmadığı tespit edilmiştir.
Bütün bu haksız itham ve iftiralar yetmiyormuş gibi, son günlerde bazıları, 28 Şubat sürecinde, yurtdışında görevde olduğum halde, benim o süreç de, MGK Genel Sekreteri Başyardımcısı olduğumu utanmadan ileri sürdüler. Bu iddialarının da boş çıkması üzerine, daha sonra ki yıllarda bulunduğum bu görevde iken, MGK Genel Sekreterliğine, istihbarat birimlerinden gelen istihbaratı, MGK Genel Sekreteri adına, incelenmesi amacıyla ilgili makamlara gönderilmiş olan yazıları, karalama amaçlı olarak kullanmaya çalışmaktadırlar.
En son olarak da, bir gazetenin asılsız haberine dayanarak 22 Ekim 1993 günü Tuğg. Bahtiyar Aydın’a “Lice’ye git” emrinin tarafımdan verildiği yalanına dört elle sarıldılar.
Tuğg. Aydın beraberindekilerle, Lice’nin güneyinde planlanan bir operasyonu yönetmek üzere Lice’ye saat 06.30-07.30 arasında hava yoluyla intikal etmiş idi.
Lice güneyine planlanan operasyon başladıktan sonra, 09.30 civarında Lice olayları başladı. Tuğg. Aydın saat 11.45’de yaralandı ve maalesef kurtarılamayarak şehit oldu.
Bizlere ne kadar yapmadığımız şeyleri yaptınız deseler de, ilgimizin olmadığı ve olamayacağı hususlardan sorumlu tutmaya çalışsalar da, bir fotoğraf veya bir görüşme üzerinden iftira atsalar da, haksızlık ve eziyet etseler de, bizleri yıkamayacaklar.
Çünkü, bir şeyi unutuyorlar:
Bizler “ebedi başkomutanımız” Mustafa Kemal Atatürk’e gerçekten yürekten inanan ve bağlı olan generalleriz, amiralleriz, subaylarız, astsubaylarız!