Yazar Can Binali Aydın’ın Everest Yayınları’ndan çıkan ilk kitabı 'Yalnızım İnsanla Geçmiyor' geçen günlerde raflardaki yerini aldı. Can’la kitaptaki 26 öyküden, insanla geçmeyen yalnızlıktan, eski bir zamandan koparılmış gibi bocalayan öykü karakterlerinden konuştuk.
Gerçekten yalnız mısın ve bu yalnızlık gerçekten de insanla geçmiyor mu?
Yalnızım ama tek başıma değilim. Bu ikisinin karıştırıldığını düşünüyorum. Evde kimse yoksa tek başınasındır fakat otobüste, vapurda, bir heves gittiğin konserde, hafta sonu arkadaşlarla çıktığında ayak uyduracak motivasyonu bir türlü bulamıyor, onlara karışmak için gayret gösteriyorsan yalnızsındır, hatta yapayalnız. Evet bu yalnızlık insanla geçmiyor çünkü müsebbibi insan. Çünkü insanın yalnız olduğunu anlaması için önce başkasının varlığından haberdar olması lazım. Kimse olmasaydı yalnız olduğumuzu bilemezdik. Bu doğru olmasaydı bir insanın yalnızlığına başka bir insanın varlığı neden olamazdı. Birini düşünerek yalnızlık çekeriz. Dolayısıyla yalnızlık biri karşısındadır. Yani gündüzden dolayı gece, yaşamdan dolayı ölüm, insandan dolayı yalnızlık. Yalnızlık, bir yanıyla paradokstur.
Bu bilindik bir yalnızlık değil öyleyse; ucu başka bir kapıya, varoluşa çıkıyor.
Başkalarının yalnızlığını bilmiyorum, tecrübe etmedim. Metropol yalnızlığı gibi gündelik laflar da etmek istemem. Bazen yaşamıma, bir şeyi TV ya da pencereden izler gibi tanık oluyorum. Kendimi bildim bileli bir şey olacakmış da yaşamım başlayacakmış gibi hissediyorum. Saha kenarında oyuna girmek için ısınan yedek bir oyuncu gibi. Geçenlerde bir yerde okumuştum çığ altında kaldığımızda tepetaklak olduğumuzdan hangi yöne gittiğimizi bilmeden çırpınırmışız. Bu durumu kendiminkine yakın buluyorum.
Öykülerde ölüm, umut, intihar, aşk, mutluluk, üzüntü peş peşe gidiyor. Bir çocuğun köpeğini gömdüğüne de tanık oluyoruz, neşeli bir meyhaneye de. Sert duygu geçişlerini işlemek zor olmadı mı?
Olmadı. Çünkü bu duygular halihazırda bünyemizde mevcut. Ben belirli bir hatta, benzer dramatik yapılı öyküden yana değilim; ama karşısında da değilim, anlaşılır buluyorum. Bazen bir öykü kitabını bitirdiğimde onun aslında roman olduğunu düşünüyorum. Birbirine benzer karakterlerin benzer serüvenleri iki kez anlatıldığında iki ayrı öykü gibi gelmeyebiliyor bana. Ama söylediğim gibi anlayabiliyorum, beynimizin disiplini var. Sürekli “elma” derseniz bir süre sonra elma severler etrafınızda toplanır ve kendinizi bir anda elmaların lideri olarak bulursunuz. Yazar bazen “onaylanan” dilinin dışına çıkmayı tercih etmeyebiliyor. Belki de onun dili odur bilmiyorum. Ben hayal gücünün iktidarından yanayım. Neticede hayatta da başımıza sürekli aynı şeyler gelmiyor değil mi?
Kitapta kavuşma, cezalandırma ya da kurtulma biçimi olarak sıklıkla intiharlara şahit oluyoruz. Ölüme öykünüyor musun?
Aslında öykünmüyorum nasıl oluyor bilmiyorum ama kendini öldüren insanların anlam arayışını kendiminkine yakın buluyorum. Birinin kendini öldürmesinden ziyade, ona kendini öldürten tutkunun meraklısıyım. Bununla beraber yaşayanın ölüm övgüsü tutarsızdır, çünkü o henüz ölümü deneyimlemedi. Deneyimlediğinde aramızda olmayacak. Beşir Fuad bileklerini kestiğinde ölümünü kaleme alarak bilime katkı sunmayı amaçlıyordu fakat buna ömrü yetmedi, öldü. Kötümser yaklaşımla evet yaşamda bir fevkaladelik yok diyelim, bu pekâlâ ölümde de olmayabilir. Neticede yaşayan ölümü hayattan aşırarak tahayyül ediyor. Ölümü kimler övüyor? Yaşayanlar. Ölüler ölümü övmediği sürece yaşamdan yanayım. Yine bununla beraber ressam-çevirmen Rasih Güran, şair Can İren’in intiharından sonra Yeni Dergi’de “bunalım felsefeleriyle çevrelerini kırıp geçiren” aydınlara bir güzel kızıyor kızmasına ama, Hacettepe’de kanser tedavisi görürken üçüncü kattan atlayıp canına kıyıyor.
İlk kitabın, süreç nasıl gelişti? Öncesinde de yazıyor muydun, ben bir kitap yazmalıyım diye mi düşündün?
Şöyle oldu: 2014’te müntehir şairleri inceleyen amatör bir dergi çıkarmıştım, ismi Gülali. Yapım aşamasında dergiye benden başka el değdirmeyecek kadar muhafazakardım o zaman, şimdi bunun perdeli kibir olduğunu anlıyorum. Matbaacı bin ile iki bin arasında pek maliyet farkı yok deyince iki bin bastırdım. Bir kamyonet kasası dergi geldi evimin önünde durdu, iki bin dergi hiç de az değilmiş, çıkardım hole istifledim. Çantama doldurup, yayınevlerine dağıttım. İlk sayı bir şekilde Önder Abay’a ulaşmış. Yeni bir dergi çıkarıyoruz ismi Bavul, çalışmana burada devam etmek ister misin diye davet gönderdi bir arkadaşla. İş popüler olacağı için biraz çekimser kaldım. Dergi ofisine görüşmeye gittiğimde “Amacın bu şairlerin sesinin duyulması değil mi? Öyleyse bu amaçla çelişmez, amaca ulaştırır.” dedi. Birden kafamda Kaan İnce’nin, Özge Dirik’in sesinin tüm ülkeye ulaşacağı belirdi, kabul ettim böyle başladı. İyi ki de etmişim. Biraz olsun müntehirin sesine yankı olduk.
Kitabı üç şaire; Metin Akbaş, Mustafa Irgat, Arkadaş Zekai Özger’e ithaf etmeninin nedeni şimdi daha iyi anlaşılıyor. Yolculuğun şiirle başlamış.
Evet, coğrafyamızdaki milyonlar gibi. Ülkemizdeki şair-yazar oranı hayli fazladır. İlkokulda kim karalamadı ki köşeye üç satır? İlk gençlikten yetişkinliğe bir ifade biçimi olarak ama silah gibi sakladık odamızda şiiri, öyküyü, düz yazıyı. Silah gibi sakladık çünkü şiir arada şakakta patlayabilen bir şeydir. Ama toplum dediğimiz mekanizma muazzam çalışıyor. Cinsiyetini, ırkını, kıyafetini değiştirdiği gibi kalemi de çekip alıveriyor elinden. Toplum; bireyi şair-yazar bırakmıyor, sağ komuyor yani. İlla fabrikada ya da plazada olsun istiyor.
Kitap çıktı şimdi ne yapacaksın, yeni bir dosyaya girişecek misin? Belki şiir, belki şiirin müntehir şairlerini yazarsın olmaz mı?
İlk kanamamdı bu, pıhtılaşmasını beklemekten yanayım. Bir yere varmış, bir yükü atmış gibi bir ferahlık var içimde. Vakti gelmişken bu kitabın var olmasında büyük katkıları olan dergiden, yayınevinden, hayattan üç editörüm: Önder Abay, Mehmet Said Aydın ve Zavallı Metin’e teşekkür ederim.