"İnsan çocuğu yok diye sevinir mi hiç!"

"İnsan çocuğu yok diye sevinir mi hiç!"

Hürriyet gazetesi yazarı Melis Alphan, Beşiktaş'taki terör saldırılarına ilişkin "Kendi adıma tek tesellim çocuğumun olmaması. İnsan çocuğu yok diye sevinir mi hiç? Bu ülkede insanın sevinçleri bile yaşamın akışına ters" dedi. "Ölenler, yaralananlar canımızı acıtıyor acıtmasına..." diyen Alphan "Ama galiba en çok, bunu fırsata çevirmeye çalışanlar, daha bombaların dumanı üstündeyken erk sahiplerine yaranma çabasına girenler can yakıyor." diye yazdı.

Alphan'ın Hürriyet'te yayımlanan yazısı şöyle:

Yanıp kül olmuş o sarı dolmuşun fotoğrafını görünce içim çekildi.

Zira Beşiktaş’ta oturuyorum ve Beşiktaş’tan Taksim’e giden sarı dolmuşlara düzenli olarak biniyorum.

Cumartesi gecesi iki patlama da yaşadığım mahallede gerçekleşti. Annem, kardeşim ve en yakın arkadaşlarımdan biri Maçka’da, parkın dibinde oturuyor. Ben ise stadın yanından o sarı dolmuşla geçeli daha iki saat olmamış.

“O dolmuşta ben de olabilirdim” ya da “Yakınlarımı patlamada kaybedebilirdim”noktasını çoktan geçtik sanırım.

Bu kanlı saldırılar o kadar hayatımızın içine girdi ki, herhangi birinde herhangi birimiz olabilirdi, olabilir.

Kendi adıma tek tesellim, çocuğumun olmaması.

İnsan çocuğu yok diye sevinir mi hiç?

Bu ülkede insanın sevinçleri bile yaşamın akışına ters!

*

 

Ölenler, yaralananlar canımızı acıtıyor acıtmasına...

Ama galiba en çok, bunu fırsata çevirmeye çalışanlar, daha bombaların dumanı üstündeyken erk sahiplerine yaranma çabasına girenler can yakıyor.

Hiçbir şey olmasa, ayıptır.

 

Daha kaç ölü, kaç yaralı var bilinmezken başkanlık sistemini buna bağlayan mı ararsınız, hiç alakası olmayan yerde bu kanlı saldırıları barışçıl Gezi eylemleriyle başlatan mı beğenirsiniz...

 

Stadın çatısından ceset toplanırken, evet, bazılarının derdi bunlardı.

 

İnsanlığını unutmuş, kalbi kurumuş, vicdanını yitirmiş, izanını kaybetmiş kimilerinin tek derdi makam, mevki ve güç. Kraldan çok kralcı onlar.

 

*

 

Onları bırakalım da...

 

Biz ne yapacağız?

 

Hayat devam ediyor etmesine ama herkes hayatını değiştirmek zorunda kalıyor.

 

Memleketten gidebilen gidiyor. Gidemeyen gitmeye çalışıyor.

 

Teker teker mahallelerden ayağımız kesiliyor. Beyoğlu’na gitmiyor artık insanlar mesela. AVM’lerden uzak duruyorlar. Metrodan kaçınıyorlar. Şimdi de Maçka Parkı’na ayak basmayacaklar. Oysa bu park şehrin bu yanındaki insanların, özellikle de çocukların nefes almak için sığındığı belki de tek yeşil alandı.

 

Her akşam bebeğini Maçka Parkı’nda gezmeye götüren bir arkadaşım var. Bir daha götüreceğini sanmam. O bebek de artık betonların arasında büyümeye, egzoz gazını soluyarak gezinmeye mahkûm. Ya da gidecekler bu diyardan.

 

Yani, ne dersek diyelim, nasıl bir Pollyanna’cılığa sarılırsak sarılalım, hayat devam etmiyor... Dilediğimiz kadar kendimizi kandıralım.

 

Bu da demektir ki...

 

Alışmıyoruz, alışamıyoruz.

 

Sadece sağ kalmaya çalışarak geçen bir hayata nasıl alışır ki insan?

 

Hem de her gün önünden sivillerin, askerlerin, kadınların, işçilerin, çocukların cesetleri geçerken.

 

*

 

O akşam sarı dolmuştan inip Beşiktaş çarşısının içinden Ihlamur’a, evime doğru yürürken taraftarlar sokağın iki yanındaki kaldırımları doldurmuş, akın akın sahile iniyor, stada doğru yol alıyorlardı.

 

Onları yararak aksi istikamette ilerlemeye çalışırken akıntıya karşı kulaç atıyormuşum gibi hissettim.

 

Beni yolumdan alıkoyan, yavaşlatan ve bitkin düşüren bir akıntı.

 

Bu ülkede yaşamak da aynen öyle değil mi?

 

Her birimiz, her daim akıntıya karşı yüzmeye çalışan yorgun, bitkin ve sadece yarından değil, bugünden de korkan insanlarız artık.

 

Tüm dertler rafa kalktı; can derdi aldı onların yerini.