İntihar, bir yalnızlık suçu

İntihar, bir yalnızlık suçu

Medya intihar haberlerini verirken neredeyse istisnasız olarak bir “gerekçe” sunar ve insanın kendisini yok etmesinin mantıksızlığına bir mantık göstermeye çalışır.

Robin Williams’ın intiharı, kompartımanlarında ünlülerin son filmleri veya evcil hayvanları hakkında hazır soruları yanıtladıkları ve bu şekilde dünyadaki her türlü acayipliği amorti ettikleri bir treni büyük bir feryatla durdurdu. Kimse bir süre boyunca ne diyeceğini bilemedi ama, sonra “ama doktor bey, Pagliacci BENİM #rip” tweetleri, mideye oturan bu olayı sindirmeye birebir bir antiasitmiş gibi yine adrese postalandı. Henri Bergson, insanın bir makine olmasını engelleyen şeyin kahkaha olduğunu söyler. Robin Williams ise, eğer anlatılanlar doğruysa, tam anlamıyla güldürmek için tasarlanmış bir makine gibiydi. Andrew Solomon’un yazısında da bahsi geçen o dolaysız enerji, belki de aslı biçimsiz olduğundan aniden çok dokunaklı bir şeye de dönüşebiliyordu. Şimdi kilitlediği kapıyı kimsenin açması mümkün değil ama, bazı yazılanları okumak daha iyi anlamaya yardımcı oluyor. Andrew Solomon’un New Yorker‘da yayımlanan yazısı da bunlardan biri.

5harfliler.com'da yayınlanan Emrah Serdar'ın Türkçeleştirdiği Andrew Solomon'un 'İntihar, Bir Yalnızlık Suçu' şöyle:

 

İntihar, Bir Yalnızlık Suçu

Her kırk saniyede bir kişi intihar ediyor. Birleşik Devletler’de, on yaşın üzerindeki kişiler arasında on numaralı ölüm sebebi; cinayete, anevrizmaya ya da AIDS’e kurban gitmekten çok daha yukarıda. Her yıl neredeyse yarım milyon Amerikalı intihara teşebbüs ettiği için hastaneye kaldırılıyor. Ağır depresyon geçiren beş kişiden biri intihara kalkışıyor; sonu ölümle biten her intiharın yanında on altı ölümle bitmeyen intihar var. İntihar oranı giderek yükseliyor, özellikle orta yaşlı erkekler arasında. Bu istatistikler ısıtılıp önümüze konsa da, sürekli tekrar edilmelerinde fayda var. İntihar, geçici bir soruna kalıcı bir çözüm olabilir ama, bir yandan giderek filizlenen bir albeniyle de hepimize göz kırpıyor.

Robin Williams’ı oyunculuklarındaki manik pırıltıdan dolayı göklere çıkarmıştık; en iyi rollerinde yalnız kahkahaya boğmuyor, insanı büyüleyen bir taşkınlık sergiliyordu. Böylesine vahşi bir enerjiye sahip olan çok az insan öbür uca seyirtmez. En hayat dolu olanlar neşeleriyle aynı orantıda keder de yaşar gibi gelir; etkisiz ortalamadan çok daha muazzam bir şekilde savrulurlar. Her zaman değil tabii; bazıları Bill Clinton gibidir, hiçbir zaman üzülmeden ya da kafayı sıyırmadan “hiper” meşguliyet seviyesinde yaşayıp giderler. Ama sayıları çok değildir.

Robin Williams yaşadığı dertleri hiçbir zaman gizlemedi. 2010′da The Guardian‘da yayımlanan profilinde Decca Aitkenhead şöyle yazmıştı:

Mizacı oldukça zen, hatta belki yas dolu ve ses taklitleri yapmadığı zaman bir cenazede veda konuşması yapsa çok uygun kaçacak alçak ve titreyen bir baritonda konuşuyor, sanki hemen ağlamaya başlayacakmış gibi. Yumuşak ve kibar, hatta belki şevkatli görünüyor, ama en ağır basan izlenim üzgün olduğu.

Williams’a daha mutlu hissedip hissetmediğini sorduğunda şu cevabı almıştı: “Galiba. Ve mutsuz olmaktan da korkmuyorum. O da okey. Ve daha sonrasında da şey olabilirsin, hani, her şey yolunda gibi. İşte olay o. Ödül o.” Aitkenhead bu sözleri duygusal bulmuştu ama, üzücü olaydan sonra geriye dönüp baktığımızda kendi üzüntüsünden korkmakla boğuşmuş, belki de, üzüntünün etrafındaki her şeyi yutması anlamına geldiğini bildiğinden korkarak yaşamış olan birini görüyoruz.

Medya intihar haberlerini verirken neredeyse istisnasız olarak bir “gerekçe” sunar ve insanın kendisini yok etmesinin mantıksızlığına bir mantık göstermeye çalışır. Bu takım rasyonelleştirmelere bilhassa ünlülerin intiharlarında rastlarız; çünkü sonsuz bir maddi başarıya rağmen insanın perişan olabileceği düşüncesi akıl kolay kabul etmez. Çoğumuzun istediğine sahip olan bir insan neden hayatını sona erdirir? Her hayatta sürekli bir şeyler ters gittiğinden, izah etme endüstrisi genellikle bize malum kişinin kötü bir evlilik geçirdiğini, bağımlılıklarından kurtulamadığını, meslek hayatında büyük bir felaket yaşadığını ya da bir tarikatın kıskacına takıldığını söyler. Ama Robin Williams’da bu sorunlardan çoğu yok gibiydi. Evet, bağımlılıkla mücadele etmişti ama, uzun bir zamandır büyük ölçüde temizdi. Üçüncü kez evlenmişti ama hayatından memnun gibiydi, çocuklarıyla da yakın bir ilişkisi var gibi duruyordu. Son oynadığı dizi birkaç ay önce iptal edilmişti ama, çağımızın en büyük oyuncularından biri olduğuna dair namına en ufak bir leke sürülmeden. Bu yüzden intihar etmek için çok az “gerekçesi” vardı—aynı kendi canını alan pek çok kimsenin, çoğu intiharın altında yatan depresyon (ünipolar ya da bipolar) dışında çok az “gerekçesi” olduğu gibi.

İntihar, “bencilliğin” ya da “korkaklığın” en müstesna dışavurumu da değildir, çoğu gerekçe tacirinin söylemeyi sevdiği gibi. İntihar sıradan bir davranış biçimi değildir; belki bir derece fevrilik gerektirebilir ama, aynı zamanda çoğu kişinin gerekli irade gücüne sahip olmadığı çok derin ve kesin bir adımdır da. Bir yandan gençlerin intiharı daha yaşlı olanlardan daha trajik gelir; gençlerin daha yaşayacak uzun bir hayatı olduğundan, sorunları neyse çözecek vakti de varmış gibi gelir. Diğer yandansa, orta yaşta intihar—yıllar boyu bu dürtüden kaçmış birinin mağlubiyete uğraması—insana özellikle bir facia gibi gelir. Eğer hayat yoluna girmediyse, girmesinin mümkün olmadığının bozgunlukla kabullenmesi gibidir. Robin Williams’ın intiharı kendi şeytanlarına karşı koyacak metanete sahip olmayan bir kimsenin ölçüsüz bir hareketi değildi; doğru olsa da, olmasa da, böyle bir kavganın asla kazanılamayacağını bilen birisinin ümitsizlikle yaptığı bir eylemdi.

Depresyodan muzdarip olanlar, kalp hastalığı tehlikesi taşır; açık kalp ameliyatı da beraberinde depresyon tehlikesi getirir. Talihsiz bir açmaz bu; ve insan Williams’ın geçirdiği kalp ameliyatının artan üzüntüsünde ne kadar payı olduğunu merak ediyor. Alkol depresandır; olumsuz hisleri bastırır ["deprese" eder] ve bu yüzden insanlar tarafından kullanılır ve bazen istismar edilir; ama aynı zamanda insanı üzüntü girdabına da sürükleyebilir. Williams’ın intiharından hemen önce içip içmediğini bilmiyoruz ama, kısa bir süre önce ağzına içki sürmeyişine “ince ayar” yapmak için Minnesota’daki Hazelden Kliniği’nde yattığını biliyoruz. Yani bir “gerekçe” arıyorsak, birkaç tanesi gayet meydanda duruyor.

İnsanı dehaya götüren özellikleri intihara da sürükleyebilir. Üstün başarılara sahip insanlar genellikle mükemmeliyetçidirler ve imkânsız standartlara göz dikerler. Ünlülerse genellikle sevgiye, kalabalığın gösterdiği hayranlığa susamıştır. Hiçbir mükemmeliyetçi kendisine koyduğu ilkelere ulaşamamıştır; hayranlık bekleyen kimse de doyuma erişememiştir. Williams’ın neredeyse her rolüne getirdiği pervasız dinamizmde, sanki adı konulmamış bir gerçeğin peşine düşmüş bir maceraperestin tez canlılığı vardır. İnsan içine çıktığında, pek çok oyuncunun yontulmamış narsisizmini asla göstermezdi; dışa dönük gürültücülükle incelikli bir içe dönüklük arasında gidip gelerek çalışırdı. Bir uzaylıyı bu kadar iyi oynamasının nedeni de kendi zihninde, sürekli bizlerden biri gibi olmak için seçmelere çıkan bir uzaylı oluşuydu. İntihar bir yalnızlık suçudur ve övgüye boğulan insanlar korkunç bir yalnızlık çekebilirler. Zekânın da duruma pek bir faydası yoktur; deha insanı neredeyse her zaman yalnızlaştırır.

Her intihar peşinden yas tutmayı gerektirir ama, Robin Williams gibi bir kişinin ölümü diğerlerinden daha büyük dalgalanmalara sebep oluyor. Onun bulaşıcı sevincinin yok olmasıyla bu gezegen daha fakir bir yer haline geldi. İntihar bulaşıcı bir şey olduğundan, belki de başkaları çoktan izinden gitti bile; Robin Williams bu dünyada yaşayamıyorsa, kendileri de yaşayamaz, diye düşündüler. Sansasyonel intihar olaylarından sonra böyle dalgalar hep meydana gelmiştir; örneğin Marilyn Monroe’nun intiharından sonraki dönemde, Birleşik Devletler’de intihar oranı yüzde on iki artmıştı.

Williams’ın intiharı bize hiçbirimizin muaf olmadığını gösteriyor. İnsan Robin Williams olabiliyor ve hâlâ kendisini öldürmek istiyorsa, hepimiz o korkunç savunmasızlığa aynı derecede açığız. Çoğu insan belli sorunlarını çözdüklerinde mutlu olacağını hayal eder. Daha fazla para, sevgi, ya da başarı sahibi olsa, hayatını yoluna koyabilecektir. Bu koşullu iyimserliğin asılsızlığını fark etmek insanı altüst edebilir. Birisi gelip de bize mutluluğun ne taslanabilir, ne de edinilebilir bir şey olduğunu, hepimizin kendi kusurlu beyinlerimizin mahkûmu olduğunu hatırlattığında büyük bir ümidin fidanı çiğnenir; nihayetinde çiğnenemez olan tek şey, her birimizin yalnızlığıdır.