Türkiye, 90 gazetecisinin hükümlü ve tutuklu olmasıyla dünyada en çok gazeteciyi hapishanede barındıran bir ülke – Sınır Tanımayan Gazeteciler gibi örgütlerin de içinde bulunduğu birçok uluslararası gazetecilik örgütü Türkiye’yi bu konuda uyarmaya devam ediyor. Her geçen ay bir başka ifade özgürlüğü raporunda, ülkenin medya karnesi kırık notlarıyla tüm dünyaya açıklanıyor.
Türkiye’de Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP), Türkiye’de ‘Tutuklu Gazetecilere Özgürlük’ başlığıyla 93 adet ulusal ve yerel gazetecilik kuruluşunu bir araya getiren bir çatı örgütü.
Türkiye Siyasi Analiz ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye) için, platformu, neden kurulduğunu, amaçları ve bugüne kadar yaptıklarını GÖP’ün dönem başkanı, aynı zamanda Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) ve gazeteci Ercan İpekçi ile Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun bir araya gelme nedenlerini, amaçlarını, bugüne kadar yaptıklarını konuştuk. Roportajı yayına hazırladığımız sirada, tutuklu bulunan cok sayıdaki gazetecilerden olan ve ODA TV davası kapsamında 20 aydır tutuklu olarak yargılanan; Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığını not düşelim.
Son iki yıldır, Gazetecilere Özgürlük Platformu çatısı altında 92 örgütün birleşmesinde öncülük ettiniz. Bu platform neden bir araya gelme ihtiyacı duydu? Platformun birleştirici unsuru temel anlamda nedir?
Birbirinden farklı statüde, farklı yönetim anlayışları olan, farklı kitlelere hitap eden 93 meslek örgütünü bir araya getiren birleştirici unsur, çok sayıda gazetecinin mesleki faaliyetlerinden dolayı uzun süre cezaevinde tutuklu kalmasıydı. Bu haksız uygulama karşısında ortak hareket etme ihtiyacı Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun oluşmasına yol açtı. Gazeteci meslek örgütlerinin ortak platformda buluşması esasında yeni değil. Ankara’daki 11 basın meslek örgütü, ‘G-9 Gazetecilik Meslek Örgütleri Platformu adıyla 10 yılı aşkın süredir birçok mesleki sorun karşısında ortak hareket ediyor; belirli aralıklarla toplanarak, ortak politikalar belirliyorlardı. ‘Basın Özgürlüğü’ kampanyası da TGS’nin önerisiyle, ilk olarak 24 Mayıs 2010 tarihinde G-9 Platformu tarafından başlatılmıştı. TGS’nin üyesi olduğu Avrupa Gazeteciler Federasyonu’nun (EFJ) 16-18 Nisan 2010 tarihlerinde İstanbul’da toplanan Genel Kurulu’nda da Türkiye’de cezaevlerindeki gazetecilerin serbest bırakılması, TCK ve TMK’nın değiştirilmesi çağrısı yapılmıştı. Yine TGS ve G-9 tarafından ‘Gazetecilere Özgürlük’ başlığıyla bir imza kampanyası da sürdürülmekteydi. TGS’nin üyesi olduğu Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (FIJ) 25-28 Mayıs 2010 tarihlerinde Cadiz’de yaptığı Genel Kurul toplantısında, Türkiye’de başlatılan ‘Gazetecilere Özgürlük’ kampanyasını destekleme kararı aldı. Ulusal ve uluslararası düzeyde bu kampanya devam ederken, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC)’nin çağrısı üzerine, bazı basın meslek örgütleri ‘Gazeteciler adil yargılansın’ gündemiyle 18 Ağustos 2010 tarihinde TGC’de toplanarak ortak bir bildirge yayımladı. Uzun tutukluluk sürelerinin cezalandırmaya dönüşmesine tepki gösteren ve gazetecilerin tutuksuz yargılanmasını talep eden bu bildirgeye şu örgütler imza attı: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Türkiye Gazeteciler Federasyonu (TGF), Basın Konseyi, Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD), İzmir Gazeteciler Cemiyeti (İGC), Basın Enstitüsü Derneği, TGC Basın Senatosu ve Gazeteciler Cemiyetleri Basın Vakfı.
Bu bildirgeye katılan örgütler, TGS’nin önerisiyle, bu toplantıların basın özgürlüğü gündemiyle daha geniş bir katılımla sürdürülmesini kararlaştırdı. Bu çerçevede yapılan çağrı üzerine, 25 Ağustos 2010 tarihinde Basın Konseyi’nde bir araya gelen 14 basın meslek örgütü, yayımladıkları ortak bildirgeyle, Gazetecilere Özgürlük Platformu’nu kurduklarını açıkladılar. Kuruluş bildirgesine imza atan örgütler şöyleydi: Basın Konseyi, TGC, TGS, ÇGD, TGF, İGC, Basın Enstitüsü Derneği, Ekonomi Muhabirleri Derneği, Gazete Sahipleri Derneği, Haber-Sen, Kültür Turizm ve Çevre Gazetecileri Derneği, Türkiye Spor Yazarları Derneği, Medya Etik Konseyi, Profesyonel Haber Kameramanları Derneği. GÖP’ün kuruluşuna G-9 Platformu bileşenleri de başından itibaren katıldı.
GÖP’e katılan meslek örgütleri sayısı, zaman içerisinde Türkiye Yayıncılar Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, İletişim Araştırmaları Derneği, Avrupa Türk Gazeteciler Birliği, Dünya Yazarlar Birliği PEN Türkiye Merkezi ve 66 yerel gazeteci cemiyetinin de katılımıyla 94’e kadar yükseldi. Ancak Gazete Sahipleri Derneği’nin kapanması üzerine bu sayı 93’e indi. Ba zamana kadar GÖP’ten çekildiğini açıklayan tek örgüt ise Medya Etik Konseyi oldu. Medya Etik Konseyi, Oda TV operasyonu sonrasında GÖP’ ün gösterdiği tepkileri benimsemediğinden dolayı platformdan ayrıldı.
GÖP’ ün kurulmasına duyulan ihtiyaç, 4 Mart 2011 tarihinde İstanbul’da yapılan yürüyüş sonrasında Taksim Meydanı’nda okunan “Susmayacağız” başlıklı GÖP açıklamasında şöyle özetlenmişti:
‘Devlet yönetiminden sorumlu bazı bakanların ileri sürdüğü gibi Türkiye’deki basın ve ifade özgürlüğü ABD ile kıyaslanamayacak kadar ileri düzeyde olsaydı eğer, bu çok sevdiğimiz ülkemizde 25’i ulusal düzeyde, 60’ı yerel düzeyde faaliyet gösteren 85 meslek örgütü bir araya gelerek, Gazetecilere Özgürlük Platformu kurma ihtiyacı duymazlardı.
Eğer Vedat Kurşun 174 yıl hapis cezasına mahkûm olmasaydı, eğer Emine Demir 138 yıl hapis cezası almasaydı, eğer Erdal Süsem’in müebbet hapis cezası Yargıtay tarafından onanıp kesinleşmeseydi, gazeteci meslek örgütleri bugün Taksim Meydanı’nda toplanma ihtiyacı duymazlardı.
Meslektaşlarını fikri temelde entelektüel olarak eleştirirken, onların bir gün tutuklanmalarına neden olacaklarını akıllarının ucundan bile geçirmeyen çilekeş gazeteci arkadaşlarımız vicdanlarında birazcık bir sızı, akıllarında birazcık bir kuşku, yüreklerinde birazcık bir burukluk hissetmeselerdi eğer, biz bugün Taksim Meydanı’nda vicdanların sesi olarak bir araya gelme ihtiyacı duymazdık.
Gazeteciler, önce birer birer, sonra beşer beşer ve nihayet onar onar gözaltına alınmasaydı; onların meslektaşları bugün İstanbul’da ve Ankara’da meydanlara çıkıp özgür ve bağımsız habercilik ilkelerinden taviz vermeyeceklerini haykırmak zorunda kalmazlardı.
Meslek örgütleri olarak, yeni Türk Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 2005 yılından beri yaptığımız eleştiriler dikkate alınmış olsaydı, Terörle Mücadele Kanunu’nda askerlerin istekleri doğrultusunda 2006 yılında yapılan değişikliklere yönelik itirazlarımız göz önünde bulundurulsaydı, Türkiye her sabah yeni bir ev baskını, gözaltı ve tutuklama utancıyla uyanmazdı.
Yargıya güvenimiz elbette sonsuzdur; ama gazetecilere yönelik bu kadar haksız suçlamalarla muhatap olmasaydık, yargılamalar bu kadar uzun sürmeseydi, tutuklamaların yargısız infaza dönüştürüldüğü gerçeğiyle yüzleşmek zorunda da kalmazdık.
Hükümet temsilcileri, 5 yıl önce meslek örgütlerinin uyarıları karşısında, “yargılamaların sonucunu bekleyelim, içtihatları görelim” diye oyalanmasalardı eğer, bugün cezaevleri gazetecilerle dolmazdı.’
İçinde bulunduğumuz koşullarda, bu gerekçeleri ortadan kaldıran hiçbir gelişme yok. Tam tersine, 2011 yılında yapılan genel seçimlerden sonra oluşan yeni parlamento, basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanunlarda yapılması gereken değişiklikleri gündemine almayarak, var olan umut ışıklarını bile söndürdü.
Gazeteci arkadaşları, Ahmet Şık ve Nedim Şener için kapsamlı bir protesto kampanyası düzenledi. Kamuoyunun dikkati de, özellikle bu iki isim üzerinde yoğunlaştı. Oda TV duruşmasındaki diğer gazetecilerin de salıverilmesi için Çağlayan Adliyesi’nde bugünlerde ‘Tanıklık Günleri’ adı altında GÖP olarak bir kampanya başlattınız. Bu süreç nasıl ilerledi?
Gazetecilere Özgürlük Platformu olarak, etkinliklerimizi, tüm gazetecilere özgürlük talebiyle gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Kamuoyunda tanınan isimlerin yanı sıra, Türkiye’nin birçok bölgesinde hapiste olan ve adı hiç bilinmeyen meslektaşlarımızın da özgürlüğü için mücadele ediyoruz. Elbette 2011 yılının Şubat ve Mart aylarında yapılan Oda TV operasyonundan sonra kamuoyunda ciddi bir hassasiyet oluştu. Gazetecilerin tutuklanmasıyla ilgili olarak ulusal ve uluslararası çevrelerde var olan kuşkular kuvvetlendi. Kitlesel gösterilerin büyümesi, katılımın artması Oda TV tutuklamalarından sonraya rastladı.
Ama GÖP olarak o dönemde bile sadece bir davaya odaklanmadık, Diyarbakır’daki, Ankara’daki, Silivri’deki gazeteci davalarını izledik. Sadece Silivri Cezaevi’ndeki gazetecileri ziyaret etmekle kalmadık. Ankara Sincan F Tipi Cezaevi’nde tutuklu olan sosyalist basından meslektaşlarımızla da cezaevinde açık görüş yaptık. Geçen yıldan beri Diyarbakır Cezaevi’ndeki Kürt basınından gazetecileri ziyaret talebimiz iki kez reddedildi. Şimdi bu yıl 16 Temmuz’da yeniden Diyarbakır Cezaevi için ziyaret talebinde bulunduk. Umuyoruz bu kez meslektaşlarımızla görüşebileceğiz. Bunun ardından da özellikle KCK davasından dolayı tutuklu gazetecilerin bulunduğu Kandıra Cezaevi’ni ve kadın gazetecilerin bulunduğu Bakırköy Kadın Cezaevi’ni ziyaret etmeyi planlıyoruz.
Yine geçen yıl ‘Gazetecilere Özgürlük’ kampanyasını yaygınlaştırabilmek amacıyla ‘Gazetecilere Özgürlük Kongresi’ toplandı, Tutuklu Gazeteci Yakınlarıyla Dayanışma Günü düzenlendi, Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu olan Bedri Adanır’ın önerisiyle Tutuklu Gazete 24 Temmuz 2011 ve 10 Ocak 2012 tarihlerinde iki sayı olarak yayımlandı. Gazetecilere Özgürlük kampanyası, kamuoyunun dikkatini çekecek çeşitli etkinliklerle zaman zaman geniş katılımlı olarak aralıksız devam etti. Yine geçen yıl uluslararası düzeyde hapisteki gazetecilere kartpostal kampanyası gerçekleştirildi. Uluslararası gazeteci örgütlerinin temsilcilerinden oluşan bir heyet Türkiye’ye gelerek Oda TV duruşmasını izledi, hapisteki gazeteci yakınlarıyla toplantı yaptı ve TBMM’deki siyasi partilerin grup başkanvekilleriyle görüştü. İzleyen aylarda da uluslararası örgüt temsilcilerinin gazeteci davalarını izlemesi sağlandı. Bu arada TGS’nin üst örgütü olan Avrupa Gazeteciler Federasyonu’nun “tutuklu gazetecileri sahiplenme” (adopt) kampanyası Avrupa ülkelerinde yayılarak devam ediyor
Bütün bu etkinlikler kendi seyrinde sürerken, Oda TV’deki son tahliyelerden sonra özellikle cezaevinde kalan gazetecilerin yakınları arasında ‘geride kalanlar unutuldu mu’ endişesi doğmaya başladı. TGS’nin kendi iç sorunları nedeniyle basın özgürlüğü kampanyasına yeterince odaklanamamasının da, tutuklu gazeteci yakınlarındaki bu endişeleri artırıcı bir etkisi olduğunu tahmin ediyorum. TGS’nin bu etkinlikler içindeki öncü rolünden rahatsız olan hükümet, TGS’yi hedef göstererek, en büyük örgütlü işyeri olan Anadolu Ajansı’ndan tasfiye etmeye çalıştı. Üyelerimiz üzerinde sendikadan istifa etmeleri için baskı yapıldı, sendikanın olağanüstü kongreye gitmesi ve mevcut yönetimin görevden uzaklaştırılması amaçlandı. Bir yandan hükümetle hesaplaşma diğer yandan sendika içi tartışmalar, ne yazık ki TGS’nin gazetecilere özgürlük kampanyasına ilgisini düşürdü. Olağanüstü kongrede, Sendikanın mevcut politikalarının doğruluğu bir kez daha teyit edildi.
Kongre tartışmaları sona erdikten sonra, Sendika olarak sıfırdan başlayarak, neredeyse 4-5 aylık bir boşluktan sonra, adeta bir bebek gibi yeniden ayaklarımızın üzerinde yürümeye çalışarak, basın özgürlüğü kampanyasını hareketlendirmek ve kamuoyunun gündemine getirmek için bir arayış içerisine girdik. Haziran ayında Gazetecilere Özgürlük Platformu Dönem Başkanlığı yeniden TGS’ye geçti. Görevi devralmadan önce, yeni dönemde nasıl bir etkinlik yapılabileceğine dair düşünürken, hapisteki meslektaşlarımızın ‘terörist’, ‘katil’, ‘tecavüzcü’ olmadıklarına, gazetecilik faaliyetlerinin yargılama konusu yapıldığına, kamuoyuna açık alanlarda tanıklık etmeye karar verdik. O dönemde, KCK operasyonundan tutuklanan gazeteciler hakkındaki iddianame de açıklanmıştı. Tutuklu gazetecilerin büyük bir çoğunluğunu oluşturan bu meslektaşlarımızın gazetecilik faaliyetlerinin iddianamede nasıl ‘terör suçu’ olarak gösterildiğini de biliyorduk.
Sonuç itibarıyla, Tanıklık Günleri önerisi, GÖP tarafından da benimsendi ve GÖP’ün bir etkinliği olarak hayata geçirildi. Önerimiz kabul edildikten sonra hemen Sendika içerisinde Tanıklık Günleri için çalışmaları yürütecek bir ekip oluşturduk. Bu ekipte, tutuklu gazetecilerin çalıştıkları basın kuruluşlarından, Atılım, Aydınlık, BirGün, Evrensel, Özgür Gündem’den temsilciler de yer aldı. Kullanılacak pankart ve temel sloganlar belirlendi. Tanıklık Günleri’nin yapılacağı yer üzerinde farklı seçenekler değerlendirildi. Sonunda tüm ağır ceza mahkemelerinin de taşındığı Çağlayan Adliye Sarayı önünde yapılması uygun bulundu. Dar bir zaman içerisinde ilk hazırlıklar tamamlanarak 5 Haziran’da Tanıklık Günleri’nin açılışı yapıldı. Hafta içi tam 18 gün boyunca Çağlayan Adliyesi önünde bu etkinlikler istikrarlı bir şekilde gerçekleştirildi. Zaman zaman çok iyi katılım sağlandı. Katılımın az olduğu günler de bizi yıldırmadı, tam tersine, bir sonraki gün daha çok destek sağlayabilmek için çaba harcadık. Ekip her gece geç saatlere kadar sendikada çalışarak bir sonraki günün tanıklıklarına hazırlandılar. Gazeteciler hakkında özet bilgiler toplandı, fotoğrafları hazırlandı, iddianamelerden alıntılar yapıldı, ailelerle görüşülerek tanıklık günlerine katılmaları sağlandı, özellikle İstanbul dışındaki ailelerin de getirilmesi için gerekli destek temin edildi.
Böylece merkez medya çoğu zaman görmezden gelse bile Aydınlık, BirGün, Cumhuriyet, Evrensel ve Özgür Gündem gazeteleri vasıtasıyla kamuoyunda ve ilgili çevrelerde yeniden bir hareketlenme sağlandığını düşünüyoruz. 18 Haziran’da Oda TV duruşması olduğu için, o gün dışarıda değil mahkeme salonunda tanıklığımızı sürdürdük. GÖP bünyesinde gazeteci örgütlerinin yanı sıra uluslararası meslek örgütleri temsilcileri de duruşmayı izlediler. Duruşma arasında da basın açıklaması yapıldı. Tanıklık Günleri 28 Haziran’da sona erdi. 29 Haziran’da İstiklal Caddesi’nde ‘Zindanlar Boşalsın – Gazetecilere Özgürlük’ adıyla bir yürüyüş yapıldı.
Haziran ayı boyunca gerçekleştirdiğimiz bu etkinliklerle, içeride kalan gazetecilere ilginin düşmediğini, içerideki meslektaşlarımızın unutulmadığını gösterebilmeyi amaçladık. Temmuz ayında da yine içerdeki meslektaşlarımızla dayanışmamızı gösterebilmek amacıyla cezaevi ziyaretlerini programımıza aldık. Eylül ayında duruşmalar yeniden başlayacak. 10 Eylül’de KCK gazeteciler davası, 14 Eylül’de de Oda TV davası duruşmaları olacak. Bu duruşmaları da geniş katılımla izlemeye gayret edeceğiz; yine başka etkinlikleri de gündemimize alacağız.
Platform faaliyetlerinin bugüne kadar bir sonuç verdiğini düşünüyor musunuz?
Platformun çalışmaları, tutuklu gazetecilerin “uzun tutukluluk sürelerinin” yarattığı rahatsızlığa hem ulusal hem de uluslararası çevrelerde dikkati çekmesi bakımından önemli etkileri oldu. Sorunun, Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu ile Ceza Muhakemeleri Kanunu’ndaki hükümlerden kaynaklandığının anlaşılması hususunda da yine Platform ile birlikte bu çatı altındaki meslek örgütlerinin çalışmaları, ulusal ve uluslararası düzeyde yaptıkları görüşmeler, hazırladıkları raporların önemli etkisi var. Fakat her şey bununla sınırlı. Herkes var olan bu sorundan yakınmakla birlikte, gerekli düzenlemelerin yapılması için ne hükümet tarafından ne de parlamento tarafından bir adım atılabildi. Bununla birlikte, yine GÖP çatısı altında, her kesimden gazetecinin davasının izlenmesi, cezaevinde ziyaret edilmesi, tutuklu ve hükümlü gazetecilere büyük bir moral veriyor ve onların kendilerini yalnız hissetmemelerini sağlıyor. Platform, cezaevindeki gazetecilerin mesai arkadaşları ve aileleri arasında da ortak bir dayanışmanın gelişmesine yardımcı oluyor.
Şu anda tutuklu bulunan kaç gazeteci var? Hangi gazetelerden?
5 Haziran’da Tanıklık Günleri’ne başladığımızda 102 gazetecinin hapiste olduğunu açıklamıştık. Her gün tanıklığını yaptığımız gazetecilerle ilgili bilgileri yenilerken, bazı arkadaşlarımızın tahliye edildiğini öğrendik. Bazıları da Tanıklık Günleri devam ederken serbest bırakıldılar. Ancak bu süreç içerisinde bilmediğimiz yeni isimlerin de cezaevinde olduğunu öğrendik, bunları da listemize ekledik. Tanıklık Günleri’nde 91 gazetecinin tanıklığını yaptık. Bunların arasında Müyesser Uğur, tanıklığını yaptıktan sonra serbest bırakıldı. Dolayısıyla şu anda 11’i hükümlü, 79’u tutuklu olmak üzere 90 meslektaşımız halen hapiste bulunuyor. Hapisteki gazetecilerin 20’si ise kadın.
Hapisteki gazetecilerin çoğunluğunu Azadiya Welat, Dicle Haber Ajansı, Özgür Gündem gibi Kürt medyası çalışanları oluşturuyor. Bunu Atılım, Yürüyüş gibi sosyalist basında görev yapan gazeteciler izliyor. Oda TV, Aydınlık, Ulusal Kanal, Kanal B, Kanal Biz, Cumhuriyet, Vatan, Evrensel, Birgün, Özgür Halk, Türkiye Gerçeği dergisi, Artı İvme dergisi, Demokratik Modernite dergisi, Red dergisi, Devrimci Hareket dergisi, Eylül Sanat ve Edebiyat dergisi, Kamu Emekçileri Cephesi dergisi, Ekmek ve Adalet dergisi, Baran dergisi, Aram Yayınları, Etik Ajans, ANF, Gün Tv, Radyo Dünya, Mezitli FM, Özgür Radyo, Yüksekova Gündem, Heviya Jine gibi geniş bir yelpazede yayın yapan kuruluşların çalışanları halen hapiste bulunuyor.
Tutuklu vekiller konusunda GÖP’ün görüşü nedir?
Parlamentonun tutuklu vekiller sorunu çözmesi, basın özgürlüğü mücadelemizde de bir ilerleme olabileceği hususunda bize umut ışığı verecekti. Ancak siyasi iktidarın, bu konuda verdiği sözleri ve sağlanan mutabakatı yok sayarak parlamentonun çalışmasını engellemesi, umut ışığını yok etti. Parlamentonun kendi üyesine sahip çıkması, iktidar partisi tarafından engellenmektedir. Kendi üyesine sahip çıkamayan parlamentodan, toplumsal sorunlara çözüm bulabilmesini beklemek ne derece mümkün olabilir ki?
Tutuklu bulunan gazetecilerin ‘gazetecilik suçları’ nedeniyle içeride olmadığına dair hükümet kanadından görüşler dile getirildi; terör örgütü üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklandıkları vurgulandı. Bu konuda GÖP’ün görüşü nedir?
Gazetecilere Özgürlük Platformu, sadece fikir suçlarından dolayı yargılanan ve tutuklanan gazetecilerin dosyalarını takip etmektedir. Bunun dışında, adli suçlardan dolayı, örneğin dolandırıcılık, küçük çocuklara cinsel istismar, adam öldürmeye azmettirmek gibi suçlamalarla cezaevinde olan ya da yargılanan gazeteciler, GÖP’ün takip ettiği vakalar arasında yer almamaktadır. GÖP, kendi listesinde yer alan isimlerin, ‘terör örgütü faaliyetlerinden dolayı’ yargılandıkları iddialarının geçerli olmadığını savunmaktadır. Bizim dosyalarını takip ettiğimiz meslektaşlarımızın tümü ‘gazetecilik faaliyetlerinden’ dolayı cezaevine konulmuş kişilerdir.
Cezaevlerinde, fikir suçlarının yanı sıra adli suçlarından (dolandırıcılık, çocuklara cinsel taciz – Hüseyin Üzmez tahliye oldu, bunun dışında bir kişi daha var ama adını bilemiyoruz –, adam öldürmeye azmettirmek – Cihan Hayırsevener cinayetinden dolayı tutuklu yerel gazete sahibi ve yöneticileri halen cezaevinde –) yargılanan gazeteciler de bulunuyor. Ancak TGS ve GÖP sadece fikir suçlarından dolayı yargılanan gazetecilerin dosyalarını izliyor ve listesine dâhil ediyor; adli suçlardan dolayı cezaevlerinde olan gazeteciler bizim listemizde yer almıyor.
Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun (GÖP) benimsediği uluslararası ölçütlere uygun olarak, basın mensuplarıyla ilgili soruşturma, yargılama, tutuklama ve mahkûmiyet vakalarını; 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 19, 24 ve 25’inci maddeleri; 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 6 ve 7’nci maddeleri; 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun hükümleri; 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 125, 132, 133, 134, 135, 136, 214, 215, 216, 217, 220, 277, 285, 288, 301, 318 ve diğer basın ve ifade özgürlüğüne ilişkin maddeleri uyarınca izleme konusu yapmaktadır.
Esasında Adalet Bakanlığı, 2011 yılının Haziran ayında Cumhuriyet savcılıkları aracılığıyla ilk derece mahkemelerden gazeteciler hakkındaki soruşturma, yargılama, tutuklama ve mahkûmiyet vakalarıyla ilgili istatistikî bilgi isterken, fikir suçlarını kapsayan söz konusu 22 maddenin sıralandığı bir tablo hazırladı.
Adalet Bakanlığı, bu maddeleri sıralarken, gazetecilerin, mesleki faaliyetlerinden dolayı hangi ceza hükümlerinden dolayı yargılanabileceğini çok iyi bilmekte ve istatistikî bilgileri de bu tabloda yazılı 22 maddeye uygun olarak talep etmektedir.
Adalet Bakanlığı’nın, adam öldürme, nitelikli yağma, dolandırıcılık, çocukların cinsel istismarı gibi adli suçlardan yargılanan gazetecilerin durumuyla ilgilenmemesi, bu tür adli vakalar hakkında bilgi toplamayı gerekli görmemesi anlaşılabilir bir uygulamadır. Adalet Bakanlığı, terör örgütü üyeliği, terör örgütü propagandası, terör örgütüne yardım ve yataklık, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme, suç işlemeye tahrik, halkı kanunlara uymamaya tahrik, suç örgütü kurma, yönetme, üye olma, yardım etme, devletin kurum ve organlarını aşağılama, halkı askerlikten soğutma gibi fikir suçu kapsamındaki ceza hükümlerinden dolayı haklarında dava ve soruşturma açılan gazetecilerin durumlarını sorgulamaktadır. Bunu yaparken de ‘Avrupa Birliği ile yürütülen üyelik müzakerelerinin önemli başlıklarından olan ifade özgürlüğü konusunun gerek iç kamuoyunda gerekse AB platformlarında sık sık gündeme geldiği’ Adalet Bakanlığı’nca vurgulanmaktadır.
Ancak aradan geçen bir yılı aşkın süreye rağmen, Adalet Bakanlığı, ilk derece mahkemelerden istediği bu istatistikî bilgileri ne meslek örgütleriyle, ne kamuoyuyla, ne de Avrupa Birliği ile paylaştı. Muhtemeldir ki, ortaya çıkan utanç tablosunun büyüklüğü Adalet Bakanlığını, bu bilgileri açıklamaktan alıkoymaktadır.
Siyasi iktidar, fikir suçlarından dolayı hapiste olan gazetecileri, yazarları, aydınları, akademisyenleri, öğrencileri, ‘terörist’ olmakla suçlamaktan vazgeçmelidir. Çünkü bu soruna yanlış teşhis koymak, sorunun asıl nedenini görmezden gelmek demektir. Sorun, TMK ve TCK’daki suç tanımlarındadır. Bu kanunlardaki basın ve ifade özgürlüğü kısıtlayan maddeler, her türlü gazetecilik faaliyetini hatta siyasi iktidarın beğenmediği her türlü fikir açıklamasını ‘terör örgütü faaliyeti’ olarak tanımlamaktadır. Bu kanunlardaki suç tanımları ve suçun unsurları değiştirilmeden, cezaevindeki gazetecilerin terör örgütü üyeliği ya da terör örgütü propagandasından yargılanması yürürlükteki kurallara uygun olabilir; ancak hukukun evrensel ilkelerine, basın ve ifade özgürlüğüne, temel hak ve hürriyetlere tamamen aykırıdır.
Dava süreçlerini dikkatle takip ediyorsunuz; şu anda sizin dikkatinizi özellikle çeken bir dava var mı?
Gazetecilerle ilgili bütün davaları aynı dikkatle takip etmeye gayret ediyoruz. Bu davaların ortak özelliği, tüm gazetecilerin, herhangi bir terör örgütünün üyesi olmak ya da propagandasını yapmakla suçlanmasıdır (Ergenekon, PKK, KCK, Devrimci Karargâh, MLKP, THKPC).
Ama dünyanın hiçbir ülkesinde –diktatörlüklerde bile– gazeteciler ve aydınlar, düşüncelerini açıkladıkları ya da yönetimlerin haksız uygulamalarını eleştirdikleri gerekçesiyle cezaevine konulmuyorlar. Herkes için üretilen bir suç, her suçlu için yaratılan bir terör örgütü mutlaka bulunuyor, yoksa da uyduruluyor
Türkiye’de Terörle Mücadele Kanunu da, terör ya da terörist ile değil, siviller ve toplum ile mücadele kanunu gibi işliyor. Bütün tutuklamalarda, sivil yaşamdaki gündelik faaliyetleri, terör örgütü faaliyetiymiş gibi tanımlayan ‘katalog suçlar’ gerekçe gösteriliyor.
Kanunlarda yazılı bu kurallar açısından bakıldığı zaman, cezaevlerindeki hiçbir gazeteci hakkında mesleki faaliyetleriyle ilgili suçlama yöneltilmediği iddiası belki doğru olabilir. Bu iddiaya itibar edersek, cezaevindeki bütün gazeteciler, ya terör örgütü mensubudur, ya terör örgütü yöneticisidir, ya terör örgütüne yardım ve yataklık etmiştir, ya da terör örgütü üyesi olmamakla birlikte terör örgütünün amacına hizmet etmiştir ve terör örgütü propagandası yapmıştır.
Ancak bu soyut suçlamaların delili olarak gösterilen eylemlerin tamamı gazetecilik faaliyetidir. İşte siyasi iktidarın çok iyi bildiği ancak kamuoyunu yanıltmak amacıyla söylediklerinin arkasındaki gerçek ve bu davaların ortak özelliği budur. Gazeteciler, yaptıkları haberlerle hükümeti eleştirmek ve itibarsızlaştırarak ortadan kaldırmayı amaçlamakla suçlanıyor; terör örgütünün amacının da bu hükümeti devirmek olduğu iddiasından hareket edilerek, ‘o halde, siz de yaptığınız bu gazetecilik faaliyetiyle terör örgütünün amacına hizmet ediyorsunuz, siz de bu terör örgütünün mensubunuz’ deniyor. Bütün iddianamelerin, davaların ortak çatısı bu.
Cezaevlerindeki gazeteciler, terör örgütlerinin kamplarında ya da terör örgütlerinin eylem alanlarında yakalanmadılar. Hepsi mesleki faaliyetlerini yürüttükleri işyerlerine ya da gündelik yaşantılarını sürdürdükleri evlerine düzenlenen operasyonlar neticesinde gözaltına alınıp, ardından çıkarıldıkları mahkemelerce tutuklandılar.
Fakat bütün bu suçlamaların sözde ‘delil’ leri, tamamen gazetecilerin mesleki faaliyetlerine dayanıyor: Haber kaynaklarıyla yaptıkları telefon konuşmaları, arşivlerinde bulunan gizli ya da açık belge ve bilgiler, yazdıkları haberler, yorumlar ya da eleştiriler, aldıkları notlar, yasadışı örgüt liderleriyle ya da mensuplarıyla yaptıkları röportajlar, yayımlanmış ya da yayımlanmamış kitaplar… Bütün bunlar gazetecilik faaliyetidir. Bu davalarda gazetecilik yargılanıyor.
Son yargı paketinde bulunan -basın yasasını düzenleyen- yasal düzenlemeler konusunda sizin görüşleriniz nedir?
Üçüncü yargı paketi içerisinde mecliste kabul edilen TCK ve TMK’daki değişiklikler, cezaevlerindeki gazeteciler sorununun çözümü ile basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması bakımından son derece yetersiz. Üçüncü yargı paketi, tamamen bir af kanunu niteliğindedir. Basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki yasaklar, bu yargı paketiyle kaldırılmış olmuyor, tam tersine aynen korunuyor. Üstelik bu bir “şartlı af”… Gazetecilere, üç yıl boyunca mevcut yasaklara uymaları şartı getiriliyor.
Biz, AİHM kararlarına uygun olarak –nefret söylemi ve şiddet çağrısı içermeden– ‘yalnızca toplumda genel kabul gören, zararsız ya da kayıtsızlık içeren fikirlerin değil; aynı zamanda toplumu sarsıcı, şoke edici veya rahatsız edici düşüncelerin’ de özgürce açıklanmasını savunurken; bu af kanunu, gazetecilere çıkış yolu olarak “sansür ve otosansürü” gösteriyor.
Üçüncü yargı paketinden dolayı belki gazeteciler hakkındaki dava, soruşturma ve mahkûmiyetlerin büyük bir kısmı düşecek ancak basın meslek ilkelerine uygun olarak, halkın gerçekleri öğrenme hakkına saygı duymak adına habercilik yapan gazeteciler ve yayın organları için daha ilk günden itibaren yeni dava ve soruşturmalar açılmaya başlayacak. Biz af kanunu değil, köklü çözüm istedik. Af kanunu, dava istatistiklerindeki utanç sınırını aşan sayının düşmesi sonucunu doğurabilir ve yalnızca siyasi iktidara geçici bir rahatlama sağlayabilir belki… Ancak bu rahatlama, gazetecileri kapsamaz.
Aslında, bu yöntem, siyasi iktidarın, sorunları yasaklarla ve engellemelerle çözme anlayışının bir ürünü. Tıpkı, Adalet Bakanının şu sözlerine yansıdığı gibi:
‘Şu anda Türkiye AİHM’de en çok ihlal alan ülke. Ama öyle tedbirler aldık, öyle önemli adımlar attık ki, yakın gelecekte bu unvanımızı başka ülkelere bırakacağız. Bunda kararlıyız. Bunu çok net ifade edeyim. Şu anda 23 Eylül 2012 tarihinde, Anayasa Mahkemesi artık, Türkiye’nin İnsan Hakları Mahkemesi sıfatıyla bu davalara bakacak. Bu da Türkiye’den Strazburg Mahkemesi’ne giden başvuruları önemli ölçüde engelleyecek.’
Siyasi iktidarın tek amacı engellemek! Sorunun asıl kaynağı olan kanun değişiklikleri hükümetin gündeminde yok! İnsan hakları ve basın özgürlüğü ihlalleriyle ilgili dosyaların, iç hukukta tamamlanması gereken yeni bir aşama olarak getirilen Anayasa Mahkemesi’ne gitmesi, dolayısıyla AİHM’ye gönderilmesinin engellenmesi çözümmüş gibi sunuluyor.
Zaten, bütün tepkilere rağmen, gazetecilere ‘terörist’ demekten vazgeçmemeleri, yani önce üsluplarını bile düzeltmemeleri, sorunları çözme niyetleri olmadığını açıkça gösteriyor.
Hükümet, bu paketleri hazırlarken, meslek örgütlerine danışma ihtiyacı bile duymuyor. Hükümet, sürekli gündem değiştirerek, basın ve ifade özgürlüğüyle ilgili bu can yakıcı sorunu görmezden geliyor. Hükümet için MİT Müsteşarının yargılanmasını engellemek, belediye başkanları hakkındaki ‘görevi kötüye kullanma’ mahkûmiyetlerini düşürmek daha önemli. Bu konulardaki TCK değişiklikleri bir gecede parlamentodan geçirildi. Ama basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki engelleri kaldırmak için en ufak bir çaba yok.
Tam tersine üçüncü yargı paketiyle basına yönelik cezalar artırıldı. Kişiler arasındaki görüşmelerin hukuka aykırı olarak kaydedilmesi ve bunların yayımlanması suçu için öngörülen hapis cezaları yükseltildi. Buradaki asıl sorun bu görüşmelerin hukuka uygun ya da hukuka aykırı olarak kaydedilmesidir. Bugüne kadar basında yayımlanan bu tür gizli görüşmeleri ya da görüntüleri kaydedenler hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Ama gazetecinin haber sınırları içerisinde bu belgeleri yayımlaması suç sayılıyor. Bu konuda gazeteciler hakkında açılmış çok sayıda dava var.
Kişilik hakkı ihlallerini savunmuyoruz elbette… Fakat haber niteliği taşıyan kimi görüşme ya da görüntüleri; kamusal niteliğini göz önünde bulundurarak, meslek ilkeleri çerçevesinde yayımlayan gazetecilerin ağır hapis cezalarına çarptırılması, gizli dinlemeleri engellemek için çözümü yanlış yerde arama gayretinden başka bir anlam ifade etmiyor.
GÖP Eski Dönem Başkanı ve Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Sayın Ercan İpekçi’ye teşekkür ediyoruz.
Not: Bu röportaj Türkiye Siyasi Analiz ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye) adına Ankara Temsilcimiz Özge Mumcu tarafından gerçekleştirilmiştir.