Suriye’de IŞİD’in sözcülüğünü yapan ABD vatandaşı John Georgelas’ın ‘DEAŞ’ın First Lady’si olarak anılan eşi Tania, örgüte katılma ve Türkiye üzerinden kaçış hikâyesini anlattı.
IŞİD geçtiğimiz yıl yeni bir sözcü atadığını açıklamış, sözcünün ilk sözleri de ‘Hedefimiz bundan böyle Türkiye’ olmuştu. Örgüt içinde adı Ebu Hasan el Muhacir olan bu kişinin esas adı ise John Georgelas’tı. Georgelas, Girit asıllı zengin bir ailenin çocuğu olarak Teksas’ta doğmuş ve Yunan Ortodoks dinine göre büyütülmüştü, babası Amerikan ordusunda doktorluk yapan bir subaydı.
Gazete Duvar'ın haberine göre John, 11 Eylül saldırılarından sonra radikalleşti, Müslüman oldu ve adını ‘Yahya el Bahrumi’ olarak değiştirdi. Arapça öğrenen John, bir İslami çöpçatanlık sitesinde kendisi gibi bir eş aramaya başladı. Londra doğumlu Bangladeş asıllı bir ailenin çocuğu olan Tania da çocukken çevresindeki İngilizlerden gördüğü baskı nedeniyle hep sisteme karşı öfkeyi içinde biriktiren bir gençti. 11 Eylül saldırılarından sonra Müslümanların gördüğü zulümlerin protesto edildiği bir gösteride bir kişi Tania'nın eline bir İslami çöpçatanlık sitesinin reklam broşürünü tutuşturdu.
Tania ve John bu site aracılığıyla tanıştı. Londra’da beraber yaşamaya başladılar ve 2004 yılında hayatlarını birleştirdiler. 3 çocukları oldu. İkisi de adeta birbirlerini doldurur şekilde her geçen gün radikalleşiyordu. Çocuklarını da bu ideoloji ile yetiştirmeye başladılar. IŞİD, Irak ve Suriye’de halifelik ilan ettiğinde akıllarında tek şey vardı: Bir an önce Suriye’ye gidebilmek!
Tania, ‘IŞİD’in first leydisi’ olarak anılmasına sebep olan hikâyeyi ilk kez anlattı. Eşi, IŞİD’in en önemli isimlerinden biri olup Batılı yabancı militanların örgüte katılmasında rol oynayan Tania, ‘The Atlantic’ adlı dergiye verdiği röportajda, başından geçenleri şöyle anlattı:
“Evlendikten sonra hayalimiz kendimize ait bir ev ve bahçemizin olması, birçok çocuk sahibi olmak ve onları savaşçı, bombacı ya da suikastçı olarak yetiştirmekti. 3 çocuğum dünyaya geldi. 4’üncüsüne de hamileydim. Çocuklarımı Allah için savaşmaları amacıyla yetiştirmek tek amacımdı. Çocukluğumda ırkçılığa çok maruz kaldım. Hep dışlandım. Bunların intikamını almak için kendime bir yol arıyordum. 11 Eylül saldırıları olduğunda 17 yaşındaydım. Ertesi gün okula gittiğimde bir arkadaşıma ‘Ne kadar kötü değil mi bu olanlar’ dediğimde bana ‘Nesi kötü?’ diye yanıt verdi. İşte o andan itibaren cihat fikri içime işledi. John ile çöpçatan sitesinden tanıştığımızda ikimizin de tek hayali hilafet devletinde yaşamaktı. Çocuklarımız küçüktü ve ben 5 aylık hamileydim ama John’un ısrarına dayanamadım.
Suriye’ye gittik. Zaten çocuklarımı doğurmamın tek amacı vardı. Onları mücahit yapabilmek… 2013 Ağustos’ta Suriyeli bir generalin terk ettiği evine Azez kentinde yerleştirildik. Ne su, ne elektrik vardı. Hiç hayal ettiğimiz gibi değildi. Sonunda dayanamadım. John’a gitmek istediğimi söyledim. Beni sınıra kadar getirdi. Kendisi orada kaldı. Döner dönmez ondan boşandım. Yeniden bir çöpçatan sitesine girdim ve ‘4 çocuğum var ve kocam yeni Usame Bin Ladin olmak için beni terk etti’ diye yazdım. Tam 1300 cevap geldi. Biri Craig isimli bir bilgisayar firması çalışanıydı. Eşimin IŞİD’e katıldığını söyledim. Bana ‘sorun yok’ dedi. Şimdi onunla beraberim ve birlikte kiliseye gidiyoruz. Çocuklarım hâlâ hayatta, Suriye’den kurtuldum… Bardağın dolu tarafını görmeyi tercih ediyorum. Ama John’u hâlâ seviyorum…”
ABD’li yazar Graeme Wood’un “The Way of the Strangers: Encounters With the Islamic State” (Yabancıların Yolu: IŞİD’le Rastlaşma) kitabında ABD’li çiftin Suriye’nin Azez kentinden Türkiye’ye geçişi şöyle anlatılıyordu:
"Ilık bir Eylül 2013 sabahı şafak vaktinde, Suriye Azez kasabasındaki yıkık dökük bir villanın önünde bir minibüs durur. Uzun sakallı, 29 yaşında beyaz bir adam binadan çıkar, yanında İngiliz vatandaşı olan hamile eşi ve yaşları sekiz, dört ve neredeyse iki olan üç çocuğu bulunmaktadır. Bu sefer Suriye’de sadece bir ay kadar kalmışlardır. Çocuklar hasta ve beslenme yetersizliğinden bitkin ve harap vaziyettedirler. Suriye’ye geçiş yaptıkları Türkiye sınırı, sadece birkaç dakika uzaklıktadır, fakat Suriye’ye geçerken kullandıkları nokta artık emniyetli değildir. Minibüse binerler ve yere serilmiş olan koyun postları üzerine otururlar, araçta koltuk yoktur ve sürücü onları doğuya doğru, harap durumdaki manzaraların arasından iki saat süren bir yolculuk sonunda ulaştıkları, ailenin fark edilmeden Türkiye’ye geçeceği bir yere götürür.
Dikenli ağaçların olduğu bir korunun ortasında araçtan inerler. Etrafta kara mayın ikaz levhaları vardır. Sınır, çölün içinden geçilen, bir saatlik yürüyüş mesafesinden biraz uzaktadır. Yanlarına su almayı unutmuşlardır. Tania, kusmakta olan çocuklarını güçlükle peşi sıra sürüklemektedir, Yahya’nın elinde bir bavul ve bebek arabası vardır. Yarı yolda Tania’da, doğum yapmasına daha birkaç ay süre olmasına rağmen kasılmalar meydana gelir. Durmaksızın yürümeye devam ederler. Sınıra ulaştıklarında, dikenli telde buldukları bir boşluktan geçtikleri esnada, keskin nişancı tüfeğinden atılan bir mermi çok yakınlarına isabet eder. Yahya, onları karşılaması için bir insan kaçakçısı ayarlamıştır ve insan kaçakçısının kamyonu geldiğinde, adamın eline birkaç yüz dolar sıkıştırır. Yahya ve Tania 10 yıldır evlidirler, fakat birbirlerine veda etmezler. Artık ailesinin emniyette olmasından ve ölmeyeceğinden mutlu olan Yahya geriye, Suriye’ye doğru döner ve etrafına düşen mermilere aldırmadan, ailesine el dahi sallamadan koşarak sınırdan uzaklaşır. İnsan kaçakçısı, Tania ve çocukları Türkiye içlerine doğru götürür ve kısa bir süre yol aldıktan sonra onları yolun kenarında bırakır ve çekip gider, su ve yiyecekleri yoktur. Tania, bavul ve çocukları en yakın kasabaya kadar taşır. Sonunda bir motosikletli onu ve çocukları bir otobüs istasyonuna götürür. Uzun yolculuk nedeniyle Tania’da amniyotik akıntı başlamıştır, iyileşmesi için birkaç haftayı İstanbul ve Londra’da ailesinin yanında geçirirler…"