Hürriyet yazarı Taha Akyol, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın bölge sorunlarını üzerine ilişkilerde bulunmak için gittiği İran ziyaretinde Tahran’da Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan’a büyük saygı ifade eden bir konuşma yaptığına dikkat çekti. Akyol, Erdoğan'ın başka bir ülkede bu vurguları yapamayacağını belirterek, İslam dünyasında mezhep faktörünün önemli olduğunu ifade etti.. Akyol, "İslam dünyasında insani ve rasyonel düşüncelerin gelişmesi için Ali-Muaviye ihtilafının itikat konusu olmaktan çıkarılıp “tarih”gözüyle, “tarihçilik” metotlarıyla ele alınması gerektiğini düşünüyorum" dedi.
Taha Akyol'un "Mezhep ve siyaset" başlığıyla yayımlanan (5 Ekim 2017) yazısı şöyle:
Cumhurbaşkanı Erdoğan Tahran’da Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan’a büyük saygı ifade eden bir konuşma yaptı. Sünni bir ülkeye gitseydi bu özel vurguları yapmazdı; yapmamıştı zaten.
Bu tablo İslam dünyasında mezhep faktörünün ne kadar etkili olduğunun bir örneğidir. İran’ın Ortadoğu’da en önemli siyasi dayanağı, kendi sınırlarını aşan Şii dayanışmasıdır.
Buna karşılık Suudi Arabistan mukabil bir mezhep siyaseti güdüyor, İran’a İsrail kadar karşı olduğu gibi kendi nüfuz alanlarında Şiilere özel baskı uyguluyor.
Tunuslu bilge İslamcı lider Gannuşi “dinle siyasetin ayrılması” gerektiğini, bunun dini de siyaseti de özgürleştireceğini söyleyerek bütün İslam düşüncesinde son derece önemli bir açılım yapıyor fakat Ortadoğu’daki tablo bu!
Ortadoğu’da DEAŞ da Haşdi Şabi de mezhep motivasyonuyla kan döküyor.
Böyle bir coğrafyada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Şiilikte olağanüstü kutsiyete sahip olan Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e özel saygı ifade etmesi isabetli bir davranıştır.
İnşallah mezhepçi katılıkların yumuşamasında böyle davranışların zaman içinde olumlu etkisi olur.
Fakat elbette yetmez. İslam dünyasında insani ve rasyonel düşüncelerin gelişmesi için Ali-Muaviye ihtilafının itikat konusu olmaktan çıkarılıp “tarih”gözüyle, “tarihçilik” metotlarıyla ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü itikat kavgası değil, siyaset kavgasıydı o kanlı olaylar.
Devrin meşruiyet kurallarına göre meşru Halife Hz. Ali’dir. Muaviye “kan davası” gibi bir kabile kültürüne dayanarak isyan ederek saltanat rejimini kurdu.
Bütün insanlık tarihinde o çağlarda böyle olaylar pek çoktur; modern çağlarda da başka sebeplerden daha çok kan aktı.
“Kabile” sosyolojisine bakılmadan, eski çağlardaki olaylar anlaşılamaz, bu bir.
İkincisi dünyevi bir hırsın ifadesi olan “siyasi güç” faktörüdür. Muaviye Emevi kabilesine dayanarak “saltanat” gücüne ulaşmış, İslam tarihinde yeni bir dönem başlamıştı: İktidarın güçle, zorla kabul ettirilmesi, bunun din kullanılarak meşrulaştırılması.
İlk halifeler dönemine baktığımızda dini kurallar onların iktidar gücünü sınırlandırmak için kullanılırken Muaviye zamanında iktidarı tahkim etmek için dinin kullanıldığı görülür.
Büyük tarihçi ve hukukçumuz Ahmet Cevdet Paşa, “Emevi mezalimi” kavramını kullanır. Bu zulümleri elbette günah sayan dini kurallar vardı fakat önleyen kurumsal yapılar yoktu. Bugünkü terimlerle konuşursak, o çağlarda “denetim ve denge” söz konusu değildi.
Muaviye’nin Şam merkezli devletindeki durumu Cevdet Paşa şöyle anlatır:
“Şam’da bulunan fukaha (hukukçular) çökmüş olup çoğunluğu Kuran hükümlerine gereği gibi vâkıf olmadığından Muaviye’nin hatalarını fark ve temyiz edemezlerdi, vâkıf olanlar da ağız açamazdı.”
İnsanoğlunun en büyük hırsı “güç” olduğu için böyle kanlı olaylar bütün insanlık tarihinde çoktur.
En kanlıları da Batı tarihinde... Onun için denetim ve denge, kuvvetler ayrılığı, fikir ve ifade hürriyeti gibi değerler ve kurumlar orada gelişti.
Biz bu tür olaylara asırlarca üzüldük, gözyaşı döktük, menkıbeler, ağıtlar yazdık... Müslümanların da rasyonelliğe geçerek denetim ve denge, kuvvetler ayrılığı, kurumlaşma gibi kavramları düşünmelerinin zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.