Meyda Yeğenoğlu
İstanbul Bilgi Üniversitesi
@MeydaYegenoglu
‘Şarıbül leyli ven nehar gençler’ (gece gündüz kafası kıyak); ‘7-8 aydan sonra bile hala ortalıkta karnını salına salına yürüyen terbiyesiz ileri derecede hamile kadınlar;’ ‘metroda sevgilisinin kucağına oturan edepsiz kızlar;’ ‘tıksırıncaya kadar içenler.’
Hamileliğin muhterem bir şey olduğunu ve ama görüntünün estetik olmadığını buyurmuş büyük Tasavvuf düşünürü Ömer Tuğrul İnançer. Bu nedenle evden çıkmayıp, gözlerden uzak olmalılarmış hamileliği ilerlemiş kadınlar. Yalnız şöyle bir sorunu hatırlatmakta yarar var muhterem düşünüre. Bu ülkede sizin gibi başkalarının da estetik bulduğu ve bulmadığı şeyler var. Örneğin, temel hak ve özgürlüklerin savunulması adına kayıtsız şartsız başörtülü kadınları savunan bir çok başı açık kadın da örtünmeyi ve örtünenleri hiç estetik bulmuyor. Bunun yanı sıra, her gün televizyonda karşımıza çıkıp, bağırıp çağıran, öfke nöbetleri geçirdikçe yüzlerindeki derin çizgileri haddinden fazla belirginleşen ve göz altı torbaları iyice pörtleyen siyasetçileri de hiç mi hiç estetik bulmayanlar var. Kelleşmiş, şişko ve göbekli erkeklerimizi veya vücüt kitle endeksi yüksek ve slikon dudak yaptırmış kadınları hiç estetik bulmayanlarımızın sayısı pek çok. Kimileri uzun saçlıları, kimleri kısa saçlıları, kimileri sarışınları, kimileri de esmerleri estetik bulmuyor. Her daim lacivert takım elbise gibi sıkıcı bir kıyafetle dolaşan siyaset ve iş adamlarının da bazılarımızın estetik değerlerini zedeliyor olabileceğini hiç düşündünüz mü? Bunların tümünün sokağa çıkmamasını nasıl sağlayacağız? Hadi diyelim uydular bazıları telkinlerimize, çıkmadılar sokaklara, görünmediler ortalıkta. Mutlaka bu telkinlere uymayanlar olacaktır. Ne yapalım dersiniz bunları? Güzel bir fikrim var: gelin büyük şehir belediyelerini ikna edip bir kamyonet tahsis etmelerini isteyelim. En az estetik bulduklarımızı bu kamyonlara istif edelim. Böylece şehirlerimizi hamileliğini aşikar eden terbiyesiz kadınlardan, kel ve şişko erkeklerden, başörtülü kızlardan, obez slikon dudaklılardan, yüz çizgileri ve göz altı torbaları haddinden fazla derinleşmiş lacivert takım elbiseli sıkıcı siyasetçilerden arındıralım. Hani şu belediyelerin hunharca itlaf etmek için topladığı köpekler gibi. Çok mu vahşice buldunuz bunu? Peki, başka modeller de var bu ülkede. Örneğin varlık vergisi borçlarını ödeyemeyen gayri-müslimler için Erzurum-Aşkalade kurulan çalışma kampları gibi kamplar kurup, bu gayri-estetik yaratıkları oraya çalışmaya gönderelim, böylece gözümüzden ırak olmalarını sağlamış oluruz. Bunlar benim aklıma gelen çözümler. Sizler belki daha dahiyane önerilerle gelebilirsiniz. Belki Hitler Almanya’sını daha iyi çalışıp, çeşitli modeller apartabilirsiniz oradan.
Bu inanması oldukça zor ama bir o kadar da düşündürücü ve sinir bozucu cümlelerin kamusal bir alanda yapılmış olması, insana neden puriten ve bağnaz bazı İslamcı grupların ve kişilerin eğlenceye, zevke, sevince, neşeye ve keyfe karşı düşmanca tutum aldıklarını sormamızı gerekli kılıyor. 7-9 ay arası hamile kadınların ‘salına salına yürümelerinin’ bu muhterem beyefendiye hatırlattığı şey, ne ilginçtir ki, o çok yüceltilen annelik değil de, hamilelikle sonuçlanmış ve aman ha ola ki bir de zevk ile yaşanılmış seks olmalı.
Bunca siyasi ve ekonomik badirelere direnmiş, cumhuriyetçi elitlerin dışlamalarıyla savaşmış, dünya siyaset ve ekonomi arenasında önemli bir güç kazanmış durumda olan İslamcı siyaset neden bireylerin kendiliğinden ifade buluvermiş olan, gündelik zevk, eğlence, neşe ve keyif ima eden pratiklerinin karşısında bu kadar tepkiselleşiyor, acizleşiyor, nefret duyuyor? Nedir cinsellikte, alkolde, sigara içmede, dans edip, oynayıp gülmekte onları tedirgin eden şey? Nedir, kısaca ‘keyif’ terimiyle ifade edegeldiğimiz pratikler karşısında onları bu kadar kaygıya ve evhama sevk eden şey? Değişik biçimlerde ifade edilebilen bu zevk ve keyif pratikleri, bireylerin normatif yargılamalardan ve kısıtlamalardan kurtulup nefes aldıkları durumlardır genellikle. Çoğunlukla doğaçlama ve her bir detayı önceden öngörülmemiş bireysel ifade alanı olan bu zevk ve keyif pratikleri ve halleri, kendiliğindenliğin ve hafiflemenin metaforlarıdır aynı zamanda. Bu haller aynı zamanda deneyselliğe, maceraya, otonomluğa, değişime ve hareket halinde oluşa açıklığı da işaret ederler. İşte zevk-karşıtı siyasaları ve otoriteleri rahatsız eden şey bu ifade biçimlerinde dile gelen otonomluk ve kıstlamalardan kurtulma halidir. İslamcı dogma ile hayatı kavrayan ve yaşayan grupların habituslarını şekillendiren inançlar, düzenlemeler ve yasaklar onların çok daha farklı pratiklere ve tüketim kalıplarına yönelmelerine neden oluyor. İdeal Müslüman ağırbaşlı, ciddi, kontrollü, kendini dizginleyen, azim ve irade sahibi olan bu insan hafif meşreplikden uzaktır ve dünyevi zevklerin ayartıcılığına kapılmaz. İşte farklı yaşam biçimleri etrafında kopan fırtınanın bir nedeni de burada yatıyor olsa gerek.
Elbette zevk ve sefa karşıtı olma sadece İslamcı bağnazlığa özgü değil. Hemen tüm dinlerin zevk ve sefa konusunda kaygı ve endişeleri vardır. Hiristiyanlığın, özellikle de Protestanlığın ne kadar dünyevi zevklerden uzak olmayı buyurduğunu hatırlamak için Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı çalışmasını hatırlamakta yarar var. Museviliğin ve Budizmin de dünyevi zevkler konusunda daha az kısıtlayıcı olduğunu düşünmeyelim. Ayrıca zevk ve sefahata karşı duyulan tedirginlik, endişe ve korku dine özgü birşey de değil. Gerek Fransız Jakobenleri, gerekse Rus Bolşevikleri de benzer korkular ve endişeler ifade etmişlerdir zevk ve sefa veren pratikler karşısında. Jakobenlerin Fransa’yı genelevler ve kumarhanelerden temizleme girişimleri, şarhoşluğu dizginleme çabaları, halkın kamusal eğlenme yollarını kesme çabaları, hatta hatta dans ve festivallerin yasaklanması hep genel kamusal ahlak ve erdemlilik adına gerçekleştirilmiştir. Robespierre’in giyotine gönderilmesinin üzerinden çok kısa bir süre geçmesinden sonra, madun gruplar kamusal alanda oyunlar, eğlenceler, at yarışları, bir dizi festival etkinlikleri aracılığıyla alabildiğince kaba ve külhanbeyce ifade etmiştir bu zevk ve keyif siyasetini. Rus Bolşevikleri de şarap, kadın ve şarkılar konusundaki tiksintilerini ifade etmekten çekinmemişlerdir. Bir burjuva zevki olarak addettikleri caz müziğini yasaklamalarına ek olarak Rusya gibi bir yerde votka yasağı getirmeye kalkışmışlardır. Yetmişli yılllarda ODTÜ’de öğrenci olduğum zamanlarda, devrimci gruplar da kızlarla erkeklerin elele dolaşmasını ve öpüşmelerini yasaklıyorlardı. İrandan Mısır’a ve Fas’a kadar bu zevk karşıtı siyasaların yasakladığı filmler, eğlenceler, spor faaliyetleri sayısızdır. Zevk, eğlence, oyunsallık, kahkaha….. doktriner siyasetleri hep ürkütmüştür.
Beni burada bugünün Türkiyesi’nde İslamcı grupların bu zevk ve hedonizm karşısındaki tutumları ilgilendirdiği için, tekrar İslamcı otoritenin neden zevk ve sefahat halleri ve pratiklerinden tehdit algıladığına dönmek istiyorum. Bu bize Gezi Parkı’ndaki protestoların da neden bu kadar iktidarı kızdırdığını ve bu protestolardan inanması güç bir tehdit algıladığını da açıklayacaktır.
Zevk, eğlence, sefahat, şenlik, neşe, ve keyif….. bunların hemen hepsi yalnızca otoriteyi değil aynı zamanda yapısallık kazanan toplumsal, kültürel ve ahlaki değerleri ve düzeni de yerinden oynatıcı güçler olarak işlev görebilmekte. Doğaçlama yaşanan hedonizm, kamusal düzlemde özgürce ifade edilen cinsellik veya cinsel tercihler, dinsel, örgütsel, formal, kurumsal norm ve düzenlemelerin kıskacından çıkıldığının işareti olmuş ve bu nedenle de siyasi ve ahlaki otoriteleri hep tedirgin etmiştir. Bunları nasıl denetlenip, dizginleyeceklerini araştırıp durmuşlardır. Bu haz ve keyif hallerinin otoriteye tehdit oluşturması için zorunlu olarak kabadayı ve serkeş bir toplumsal ve kamusal ifade kazanmış olmaları gerekmiyor. Son derece bireysel ve ilk bakışta ‘zararsız’ gibi görünen basit zevk ve keyif ifadeleri bile otoritenin denetleme ve düzenleme dürtüsünü gıdıklayabiliyor. İslamcı ahlaki ve siyasi otoriteleri çileden çıkartan, bu pratiklerin toplum, birey, özne, yaşam, yaşam sonrası vs’ye ilişkin bir dizi varsayım ve ilkelerinin, İslamcılığın benimsediği yaşam, doğa, bu dünya, öteki dünya vs konusunda geliştirdiği doktrin ve ideolojiler karşısında başkalığı dile getiriyor olmalarıdır. O halde zevk ve keyif hallerinden korkma, bunları denetleme, zapt-ı rapta alma girişimleri, belli bir tür dinsel ve siyasi otoritenin denetiminden çıkıldığı kaygısının dışa vurumudur. Bu denetimden çıkış ise bu otoritelerin tanınmaması ve bunun sonucunda da fuzuli kılınmaları anlamına gelmekte. İşte zevk ve sefahati lanetlemede dile gelen kaygı budur. Ancak bu durum basitçe otoritelerin bir algı yanılsaması olmayıp, son derece gerçek bir durumdur, yani otoriteye çok ciddi bir başkaldırı dile gelmektedir bu pratikler aracılığıyla. Bunlar bir anlamda otoritenin bedenleri, hazları, gerçekliği, duyguları ve istekleri denetleme, disiplin ve kontrol altına almasının önündeki bedensel direnç biçimleridir. Haz ve zevkin saklanmasını değil de, bizzat burada, bu dünyada ifade edilmesine dayanan bu yaşam pratiklerinin kendilerini üzerinde temellendirdikleri ilke, dinsel ifade biçimlerinden farklı olarak buradalık ve şimdilikle ilgilidir. Dinsel otoritenin dayandığı ve referans gösterdiği ilahi, kutsal ve aşkın değerler değildir bu pratiklerin kendilerine referans aldığı şey.
Adap ve edep gereği dindar olanların fazla yüksek sesle kahkaha atmamaları gerekir; Peygamberimizin her zaman güler yüzlü olduğu ama hiç bir zaman aşırı kahkahalar atmadığı, sadece gülümsediği rivayet olunur; kadınlar açılıp saçılmadan giyinmelidirler, tahrik unsuru olmamalıdırlar. Sigara, alkol gibi zevk verici ürünlerden uzak durmaları beklenmektedir müminlerin (neden peki en yüksek alkol satışı dindarlığın çok yaygın olduğu Konya’da imiş, sormak lazım). Sizleri bilmem ama ben bu buyruklara bugüne kadar pek kulak asmadım. Dünyanın zevklerini ve hazlarını sevdim, bunları açıkca ifade edenleri de samimi buldum. Hamileler en daracık kıyafetleriyle dolaştığında hoşuma gittiler; eşcinseller tercihlerini saklamadan açıkca ifade ettiklerinde gönlüm onlarla oldu. Bunları denetleyen otoriteler hep canımı sıktı. Otoritelerinin altını kemiren siyasetleri hep değerli buldum, önemsedim. Bütün bunlar (ha bir de cennetin de ayaklarımın altına serilmesi için bu dünyada hemen hiç bir çaba göstermemiş bir insan oluşum) sanırım öldüğümde ne tarafa gideceğimi şimdiden belirgin kılıyor. Tıksırıncaya kadar içmesem de, Hiristiyanlığın medeniyete en büyük katkısının çok severek içtiğim kırmızı şarap olduğunu düşünürüm. Öteki tarafta diri diri yakılmaya gönderilmeden önce, bizim bölgede bulunmayacaktır sanırım ama, yandaki Hiristiyan bölgeden bir kadeh kırmızı şarap getiriveren olursa minnettar kalırım. Hem belki cayır cayır yanışımın acısını hafifletici etkisi de olur. Söz, böyle bir ortamda üzüm türü ve marka konusunda israrcı olmayacağım…..