Bilgi Üniversitesi
Oryantalizm, milliyetçi söylem ve Kemalist modernleşme
Eleştirel düşüncenin kıymetine inanmış bir sosyal bilimci olarak toplumsal olaylara bakarken köşeli bir biçimde bir dönemim bitişini veya başlangıcını ilan eden tezlere hep şüpheyle bakmışımdır. Başlangıç veya bitişleri ilan etmek yerine, ortaya çıkan toplumsal durumun değişik boyutlarını ve karmaşık yapısını anlamaya yönelmekten yana olmuşumdur. Ancak gerek Arap dünyasında, Batı medyasınca “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreç, gerekse Mısır’da Mursi dönemi, onun sonlanması ve çok yakın zamanda Türkiye’de Gezi protestoları bağlamında yaşananlara kuşbakışı baktığımızda, oldukça yüksek sesle dile gelen tepkilerin bize önemli bir şeyi işaret ediyor olduğunu dile getirme ihtiyacı hissettim: o da Orta Doğu coğrafyasında ve Türkiye’de İslamcı siyasetin artık kendini tüketme noktasına, yani sonunun başlangıcına gelmiş olduğudur.
Arap dünyasında ve spesifik olarak da Türkiye’de kendisini iktidardaki rejimin kontrolü ve hakimiyeti altında görmek istemeyen çoşkulu, fokurdayan, faal ve yüksek bir enerjiye ve canlılığa sahip yeni bir kamusal alanın oluştuğuna tanık oluyoruz. İslamcı siyasetin, sesini yükselten bu kitlenin taleplerini kendi ideolojisine eklemlemeye, bu taleplere yanıt vermeye açık ve muktedir olup olmadığı sorusunu sormakla işe başlayabiliriz.
Ama bundan önce Türkiye’ye olmasa da, Arap dünyasına damgasını vurmuş olan sömürgeci tarihin kalıntılarında biraz gezinelim.
Batı sömürgeciliğinden özgürlüklerini kazanan sömürge toplumları, ulus-devletin inşası süreci ile birlikte Batı’nın oryantalist imgelemlerini, yani Doğuluların az-gelişmiş barbarlar olduğu yolundaki oryantalist söylemini sorgulamaya, bu söylemin itibarını yerinden oynatmaya ve bunun sonucunda da kendi özneliklerini ve konumlarını oluşturmaya çalıştılar. Sosyal bilimlerde postkolonyal çalışmaların oluşumunu başlatan ve bu anlamda çok önemli bir dönüm noktası olan Oryantalizm adlı çalışması ile Edward Said’in sunduğu analiz bu söylemin yüzyıllar boyunca nasıl oluştuğunu ve işlediğini gösterdi bize. Said aynı zamanda oryantalist söylemin Batı ve Doğu arasında kurduğu özselci ayrımın Doğu’daki milliyetçi projeler aracılığıyla yeniden üretildiğini gösterdi. Said’e göre milliyetçiliğin kültürel ufku sömürgeci söylemin oluşturduğu sembolik evrenle şekillenmiştir. Sömürgeleştirilmiş olanın, dini veya milli kökene dayanan otantikliğini dile getirdiği milliyetçi söylemlere bakarsak, bu ideolojilerin oryantalizmin söylemsel yapısının dışına çıktığını varsaymanın büyük bir yanılsama olacağını görürüz, çünkü kültürün "özü" ve "asıl kimlik” gibi metaforlar oryantalizmin Batı ile Doğu arasında kurduğu temel karşıtlığı sorunlu kılmak bir yana bizzat bu karşıtlık sayesinde var olabilmişlerdir. Sömürgeci söylemin Batı ve Doğu arasında kurduğu epistemolojik ve ontolojik ayrım milliyetçi söylemlerde aynen olduğu gibi devam etmiştir. Sadece Batı’nın ilkel, barbar, durağan olarak adlandırdığı toplum, milliyetçi söylemlerde yüceltilmiş, pasif özneden aktif özne konumuna getirilmiştir.
Hintli sosyal bilimci Partha Chatterjee de, milliyetçilik ve oryantalist söylem arasındaki bu temel türdeşliğe ve suç ortaklığına dikkatimizi çeker. Batı hegemonyasıyla mücadele etmek isteyen milliyetçiliklerin, oryantalizmin ve Avrupa-merkezci söylemin tersine çevrilmiş ama aslında onunla aynı sembolik evreni paylaşan söylemler olduğunu gösterir. Özetle, milliyetçi düşünce oryantalizmin problematiğinin basit bir tersine çevrilmesinden ibarettir: Doğu'ya ve Doğulu’ya oryantalizmde olduğundan farklı bir öznelik atfedilse bile, Doğulu olan oryantalizmde olduğu gibi özselci bir biçimde betimlenmekten kurtulamamıştır. Milliyetçi söylemde, sömürgeci söylemden farklı olarak, Doğulu’ya daha özerk ve aktif bir öznellik atfedilmiştir. Bu da basitçe oryantalizmin tersine çevrilmesidir. O nedenle milliyetçi düşünce sömürgeci düşüncenin siyasi uygulamalarını reddetse ve onun gerçeğe dair iddialarını ve moral değerlerini sorgulasa bile Avrupa-merkezci kategorilere tutsak kalan bir söylemsel yapıyı yeniden üretmiştir.
Müslüman dünyada sömürgecilik karşıtı bu söylemin oluşturulmasında din çok önemli bir rol oynamıştır. Bir anlamda İslam, milliyetçi özgürlük mücadelelerinin temel söylemsel araçlarından biri, yani bir anlamda özgürlük vaadinde bulunan bir “büyük anlatı” olarak işlev görmüştür. Türkiye hiçbir zaman sömürgeleşmemiş ve cumhuriyet dönemimin ulus-devlet projesi ile kendi kendine batılılaşmaya ve modernleşmeye çalışmış bir ülkede olsa da, sömürge söyleminin özelliklerini, yani oryantalist söylemin yapısını yeniden üreten söylemlerle milli kimliğini kurgulamıştır. Gerçekleşen bir dizi reform, modernleşme ve lâikleşme hareketleri, Batı’nın aydınlanma projesinin ve söyleminin bu ülkede sağlamlaşıp kök salmasında çok etkili oldu. Bu modernleşmeci girişimin en belirgin söylemsel özelliklerinden biri de Doğu ve Batı, ilkel ve uygar arasında yapılan ayrım olmuştur. Oryantalizmin kurduğu emperyal bölünme modernleşme girişimleriyle yeniden üretilmiş ve bu sayede de Avrupa-merkezci düşüncenin mirasçılığı sürdürülmüştür. Aydınlanma modeline dayanan Türk milliyetçi söyleminin İslam ile ilişkisi gergin bir ilişki olmuştur. Milliyetçi söylem, özlemi duyulan bu yeni, modern, Batılı Türk kimliğini, İslam’dan gittikçe belirginleşen bir ayrımlaşma sayesinde oluşturmuştur. Bir anlamda İslam, oluşmakta olan laik, modern Türk kimliğinin dışına itilerek, milliyetçi söylemin Türk ulus-devletinin kimliğini ve otoritesini tesis etmesine tersinden yardım etmiştir.
Bugünün küreselleşen dünyasında artık toprak işgali yoluyla hüküm süren eski model sömürgeciliğin yerini sömürgecilik-sonrası dediğimiz uygulamalar ikame etmiştir. Küresel sermayenin Üçüncü Dünya'daki ulus-devletler aracılığyla çizilen sınırları aşan iktisadi operasyonlarına, kültürel alanda Hollywood ve Mc Donald's gibi yapılarla sızmasına, Orta Doğu’da özellikle 90’lı yıllardan beri “demokrasi getirmek” söylemiyle meşrulaştırılan askeri operasyonlara İslamcı siyaset adeta pan-zehiri işlevi görür hale geldi. Batı dünyasının hükümranlığına karşı gelmede önemli bir büyük anlatı olarak kitleleri örgütleme işlevini yerine getirmeye devam etmiştir. Türkiye’de ise Kemalist modernleşmeci projenin kendini tüketmesi ve dönemin demokratik taleplerine cevap veremeyen tepeden inmeci uygulamaların iflas etmesiyle, modernleşme süreci içinde kamusal alanın dışına itilmiş olan İslam ve dine dayalı çağırma biçimleri hayat bulup, kendini İslami prensiplere dayalı yaşam biçimlerinin ve kimlik politikalarının aracılığıyla kamusal alanda var kılabilir hale gelmiştir.
Bugün Orta Doğu dünyasında İslamcı siyaset, sömürgecilikten kurtuluş mücadelesi dönemindeki milliyetçiliklerinin oynadığı rolü oynamakta ve Orta Doğu’da Batı’nın hegemonyasına karşı kitle hareketinin motor gücü olarak işlev görmekte. Toplumsal dokuya sızmış, iyi örgütlenmenin hikmetine inanmış İslamcı siyasetler, siyasi, ekonomik ve askeri krizlerden çıkışın umudunu İslamın temellerine dönüş söylemleri sayesinde oluşturabildiler. Demokratik siyasi yapıların filizlenmeye fırsat bulamadığı bu dünyada, otoriter rejimlere karşı yeşerebilecek başka karşı bir gücün de pek doğup büyümesine fırsat verilmediği için, İslamcı siyasetler adeta Batı hegemonyasına ve otoriter rejimlere karşı koyabilen tek güç haline geldiler. Ancak Batı dünyasında İslamafobinin parçası olarak gelişen yaygın anlayışın kurbanı olup, siddetin bu İslamcı siyasetlerin ayrılmaz parçası olduğunu düşünmemiz çok doğru bir analiz olmayacaktır. Bu süreçte pek çok İslamcı siyasi grup şiddeti dışlayarak kendisini ana-akım siyasi figür olarak konumlandırma çabasına girişti. Bu grupların temel hedefi meşru siyaset kanallarını kullanarak güçlü birer siyasi figür haline gelmek olmuştur. Gittikçe güçlenen AKP ile Türkiye’de de yaşanan da böyle bir süreç olmuştur.
Şiddet aracını dışarıda bırakan bu ana-akım İslamcı siyasetlerin gerçek anlamda demokratik ilkelere sadık olup olamadıkları sorusunu sorduğumuzda nasıl bir tablo ile karşılaşıyoruz? Bu sorunun cevabını verebilmek için çoğulculuk, azınlıkların sivil ve siyasi hakları, kadın hakları, eşcinsellerin hakları ve dini azınlıkların hakları gibi son derece hassas konularda nasıl tavır aldıklarına bakmak gerekiyor. Bu açıdan baktığımızda, İslamcı siyasetlerin sicilinin çok da parlak olmadığını görmemiz zor olmasa gerek.
İslamcı siyasetten her daim kuşku duyan seküler gruplar için ve oryantalizm dışında İslamı algılama yetisi geliştiremeyen Batı dünyası için, İslamcı siyasetin yükselişi hep bir kaygı kaynağı olmuştur. “Ilımlı İslam” terimiyle gönderme yapılan bu gruplar, şiddeti reddetmiş oldukları ve meşru siyaset zemininde siyaset yapma kanalını seçtikleri halde, İslamofobik söylem tarafından hep şiddet yanlısı gruplar olarak kodlanmıştır. Ancak Arap dünyasında ve Türkiye’de İslamcı siyasetin ateşli bir biçimde demokrasi savunucusu kimliğini edinmesindeki temel etmen, otoriter ve çoğulcu siyasalara kapalı yönetimler altında demokrasi kılıcını kuşanmaktan başka bir yolla yaşam hakkı bulamamış olmalarıdır. Türkiye’de tepeden inmeci Kemalist projenin çöküşü sayesinde, Arap dünyasında ise otokratik yönetimlerin hak ve özgürlük taleplerini şiddetkar biçimde bastırmalarından dolayı, bu gruplar demokrasinin neredeyse tek savunucusu konumunu işgal etme lüksüne sahip oldular. Şiddeti savunan İslamcı gruplardan farklı olarak, insan hakları ve demokrasi gibi değerleri sadece Batı dünyasının idealleri ve dolayısıyla kuşkuyla bakılması gereken değerler olarak addetmeyip, bu değerleri siyasi söylemlerine eklemler hale geldiler. Bir yandan siyasi yönetimlere talip olurken, enerji ve ağırlıklarını da toplumsal alanda hissetirme ve yaygınlaştırma politikaları izlediler. Popüler desteklerini ise yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmelerden ziyade tabana ve halka yönelik örgütlenmeler aracılığıyla edindiler.
Ancak demokrasi, seçim, siyasi katılım, sivil haklar gibi değerlere yapılan vurgu, bu grupların başlangıç noktası olma işlevini gören dinin sağladığı büyük anlatılarından vazgeçmeleri anlamına gelmedi. Bu nedenle de demokratik ilkelere ve değerlere bağlılıkları konusunda süregelen ve son derece meşru olan şüpheler hep canlı kaldı. Özellikle seküler gruplar ve Batı tarafından sıklıkla dile getirilmiş olan “bu gruplar demokrasiyi sadece kendi ajandaları için basitçe bir araç olarak mı kullanıyorlar” kuşkusu baki kaldı.
Unutmamalıyız ki bu gruplar siyaset sahnesine basitçe siyasi örgütlenmeler olarak değil, aynı zamanda dini bir takım misyonları da olan örgütlenmeler olarak girdiler. Belki siyasi örgütlenmeler olarak daha esnek ve faydacı siyasetler izlediler ama dini bir örgüttlenme olarak çok daha mutlakçı ve kesin kurallara bağlılık sergilediler. Mutlakçı ve kesin kurallara bağlılık gerektiren dini değerler, azınlıkların, eşcinsellerin ve kadınların sivil hakları gündeme geldiğinde maalesef demokratik bir eğilme ve bükülme toleransı gösteremedi. İslamın koyduğu katı kuralların dışındaki yaşam biçimleri muhafazakar ve hatta “gerici” görüşlerle yargılandı, dışlandı ve kimi zaman yasaklanmaya çalışıldı. Söz konusu grupların hak talepleri gündeme geldiğinde, İslamcı siyasalar demokratik prensiplerden uzak dar görüşlülük sergilemekten çekinmediler. Dini değerlerin gerçekleşmesine izin vermediği bu demokratik eğilip-bükülememe hali, seküler grupların ve Batı’nın onlara yöneltmiş olduğu “bunlar demokrasi gibi değerleri sadece kendi siyasi kazanımları ve diğer çıkarlarına hizmet aracı olarak kullanırlar, esas itibarıyla demokratik değerlere bağlı değillerdir” eleştirisine karşı son derece kırılgan hale geldiler.
Gerek Arap dünyasında, gerekse AKP iktidarı altındaki Türkiye’de seçimlerin demokrasinin ayrılmaz koşulu oluşu ve siyasi özgürlükler retoriği İslamcı siyasetin söyleminin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Demokrasiye ilişkin son derece temel olan bir dizi değeri yok sayıp, onu salt sandık ve seçimle sınırlandırmaya çalıştılar. Ancak gerek Mursi aracılığıyla Müslüman Kardeşlerin son bir yıllık parlemento mazisi, gerekse AKP’nin Gezi parkı protestoları karşısında sergilediği tutum, bize İslamcı siyasetlerin çoğulculukla, sivil haklar ve demokrasi ile olan imtihanları konusunda çok temiz bir karne göstermekten hayli uzak. Sorun bu yönetimlerin sadece kendi ideolojik ve dini gruplarına mı hitap etmeyi, yoksa dini prensipleri benimsemeyen başka grupların görüş ve hayat biçimlerine, azınlık olan grupların haklarının da meşruluğunu ve hayat hakkını savunmayı seçeceklerinde. Şimdiye kadarki sicilleri bu ikinci yolun çok fazla itibar görmediğini gösteriyor bize. İslamcı siyasetler bu ikinci yola itibar etmemeye devam ettiği sürece tolerans düzeyleri hakkında bugüne kadar yaygın olan kuşkuları ortadan kaldıramayacaklardır. Siyasi projelerinde belli bir tolerans düzeyi sergileyip, İslami değerlerce şekillenmeyen yaşam biçimleri söz konusu olduğunda gösterilmeyen tolerans, bu grupların demokrasiyi sadece araçsal olarak kullandıkları eleştirilerini sadece doğrulamaya hizmet edecektir.
Arap dünyasında İslam, sömürgecilik karşıtı bağımsızlık mücadeleleri dönemindeki gibi “büyük anlatı” işlevini gördü ama bugün artık bu anlatı da çatırdamakta. Türkiye’de AKP ile hayat bulmuş olan İslamcı siyaset ise, büyük anlatı işlevinden ziyade, Batı dünyasında gördüğümüz, liberal çokkültürcü siyasetlerle hayat bulmuş olan kimlik siyaseti biçiminde tezahür etti (AKP’nin Milli Görüş’ten en büyük farkı buradadır). Bu anlamda Türkiye’deki İslamcı siyaset, Avrupa toplumunda göçmenlerin söylemlerindeki İslamcılığa, Arap dünyasındaki İslamcılıkdan daha fazla benzemektedir. Ancak 21.Yüzyıl'ın siyasetini ne büyük anlatılar, ne de artık kimlik siyaseti yürütmeye muktedir görünmektedir. İslamcısını da, liberalini de, muhafazakarını da ayakta tutabilecek siyaset, çok çeşitli grupların haklarının ve özgürlüklerin garanti altında tutulduğu demokratik bir çerçevedir. Bu hak ve özgürlük taleplerine icabet edemeyenler pek yakında tarihin tozlu sayfalarında yerlerini almaya hazır olsalar iyi ederler.