“IŞİD’çiler efsunlanmış.”
“Charlie Hebdo’yu basanların beyni yıkanmış.”
“Gerçek İslam bu değil!”
“İslam barış demektir…”
Birçok vesileyle hafızamızda yeri olan bu söyleme yüksek sesle bir kez daha tanık olmamızın sebebi, İslam coğrafyasının dünya, özellikle Batı kamuoyuyla diyaloğunda şiddetin anadil olmaya başlaması.
Her biri bir “gösteri” olarak tasarlanan, dehşetin neredeyse halkla ilişkiler aracı olarak sahnelendiği cinayet ve katliamlar, halihazırda çok parçalı olan Müslüman dünyayı bu kez başka bir açıdan ikiye bölüyor: Şiddetin bir şekilde arkasında duranlar ve şiddeti reddedenler.
Sınırlı bir grup İslam adına yapılan şiddetle arasına mesafe koymaya çalışırken şiddetin İslam’la bağını tamamen koparabiliyor. İçinde şiddeti açık açık savunanları da barındıran diğer kesimin kahir ekseriyeti ise “bir olay daha” serinliğinde izlediği katliamları suskunlukları ile onaylıyor.
Her iki eğilime de gözü kapalı sadakat İslam’ın/Müslümanların şiddetle ilişkisini konuşmayı engelliyor ve şu sorular yanıtsız kalıyor:
Kaç İslam var? Şiddetin İslam’da teolojik bir zemini var mı? Öldürmek ve ölmek için yola çıkanların İslamı’nı yaratan ne? İslam’a göre “zalim” kim? Müslümanlara göre kendinden olmayanla birlikte ve eşit yaşamak mümkün mü?
Bu soruların yanıtlarını öğrenmek için ilahiyat profesörü İlhami Güler’in kapısını çaldık. Yenilikçi kanattan olan Güler, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Ana Bilim Dalı’nda öğretim üyesi. “Kuran’a göre Allah ve ahiret inancının ahlakla ilişkisi” üzerine yazdığı tezini “Allah’ın Ahlâkiliği Sorunu” adıyla kitaplaştıran Güler’in daha sonraki yıllarda çıkardığı kitaplar arasında “Sabit Din Dinamik Şeriat”, “İman Ahlâk İlişkisi”, “Özgürlükçü Teoloji Yazıları”, “Direniş Teolojisi”, “İlhamiyyât”, “Realpolitik-Muhafazakârlık Karşıtı Yazılar” ve “Kuran, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu” var.
Prof. Güler, Charlie Hebdo ve diğer terör olayları hakkında “ama”sız konuşmuyor. “Onaylamıyorum, ama anlıyorum” diyen İlhami Güler, “şiddetin kaynağının İslam değil, Batı olduğunu” söylüyor, “Gerçek İslam bu değil” diyenleri ise "demagoji yapmak"la itham ediyor.
İslami teolojide şiddetin yerini ve kimlere yöneldiğini aktaran İlhami Güler’e göre, bu şiddetten arınmak için Müslümanlara düşen görevin ne olduğu açık:"Reform" değil ama “Tecdit”, yani "yenilenme."
Müslümanları, akıllarını değil, Orta Çağ’a ait hafızalarını kullanmakla eleştiren Güler, Kuran ve sünneti mutlak olarak kabul eden anlayışın Türkiye’de de yaygın eğilim olduğunu söylüyor.
T24’e verdiği söyleşinin yarın yayımlanacak ikinci bölümünde Türkiye özelindeki İslam’ı yorumlayacak olan Prof. Güler’in, İslami dünyanın şiddetle ilişkisini anlattığı ilk bölüm için buyrun.
- HaberTürk’te Pelin Çift’in programında “IŞİD’in, savundukları ve yapmaya çalıştıkları, Kuran ve sünnetin vaaz etiklerinden farklı değil. Bu kaynakları düz bir okumayla ele alırsak bu insanların yaptıklarının hepsi bu kaynaklarda var” diyen size göre, Paris saldırısını yapanlar için “Bu fanatiklerin İslam diniyle hiçbir ilişkisi yok” diyen Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın yaptığı hakikati örten bir jest mi?
Selefîyye veya IŞİD dediğimiz hadiselerin şeriat iddiasıyla şiddete başvurmalarını şu açılardan düşünmeliyiz; IŞİD, Selefiliğin 19. yüzyılın başlarında Suudi Arabistan’da bir devlet olarak doğuşunun prematüre hâlidir. Selefiliğin teolojik kaynağı da, klasik Sünni usulle aşağı yukarı aynıdır: “Kuran ve sünnet mutlaktır.” Örneğin Cübbeli Ahmet ile IŞİD arasında temel iki kaynağın değişmez olduğu yönünde ortak bir payda vardır.
- Cübbeli Ahmet’i şiddete başvurmaktan alıkoyan, IŞİD’i barbarlığa sürükleyen ne?
Kimse bu şiddetin kaynağını doğru şekilde analiz etmiyor.
- Sizce doğru analiz ne?
Şiddetin kaynağını İslam olarak görmek bence haksızlık. Bir yanda teröre başvuran faillerin hepsi Müslüman, diğer yanda söylenen “Bu gerçek İslam değil.” Bu failleri, kendilerini veya karşı tarafı patlatmaya yönelten bir kin var. Kinin kaynağı ile kini eyleme dönüştürürken başvurulan teolojik argümanı karıştırmamak lazım. Bunları ayırdığınız zaman, terörün varlığı, Batı ile İslam dünyası arasındaki savaşın devam ettiğini ortaya koyuyor. Afganistan’ın, Irak’ın veya daha geriye giderek İsrail’in Filistin’i işgali ve petrolü kontrol altında tutmak için Suudlarla yapılan işbirliği de Batı’nın savaşı yürütme tarzı. Bunlar yerel diktatörlüklerin işine gelse de, ezilen, tabandaki insanlarda düşmanlık doğuruyor.
- Ve siz buradan yola çıkarak şu cümleleri kuruyorsunuz: “İslam dünyasının epeyce bir bölümünün işgal altında olduğu, her türlü işkence, zulüm, tecavüz ve baskıya maruz kaldığı bugünlerde, zalimlere karşı yükseltilmesi gereken değer ‘hoşgörü’ değil; tersine hor-görü, öfke, gad(z)ap ...vs'dir. Tabii ki hedefini, zamanını, muhatabını doğru koyarak: “Kahrolsun insanları çukurlara doldurup katledenler.”
Dikkat ederseniz orada Batı’nın terör dediği direnişlerde bir haklılık payı olduğunu düşünüyorum.
- Bu sözden sonra gelen şiddeti ve bunu İslam’la savunmada haklılık payı görüyor musunuz?
Ben meşrulaştırmıyorum, önce anlamaya çalışıyorum. Kuran’da şiddet içeren ayetler var ve ben bunları bıçaklara benzetiyorum. Ekmek kesmek için kullandığınız bıçağı size saldırı olduğu zaman kendinizi savunmak için kullanırsınız. Ayetler, Orta Doğu’da, insanların şehadete gitmelerini meşrulaştırması bakımından bıçak işlevi görüyor. Bugün insanlar bıçağın kullanılmasını eleştiriyor ve karşı çıkıyor: “Barış ortamında bu niye yapılıyor?” Ben diyorum ki, dürüstlük önce bu işi yapan adamların niçin bu hâletiruhiyeyegirdiğini anlamaktan geçer. Siz bunu anlamaya çalışmayıp olayın sonucunu lanetliyorsanız burada bir ikiyüzlülük var. İsrail’i,Guantanamo’yu, Maliki ile birlikte işbirliği halindeki ABD’yi, Esed’i, insansız uçakları, gemilerden atılan füzeleri düşünün… Bunun karşısındaki masum çocuklar da ellerine ne geçerse onunla karşılık veriyorlar.
- “Gerçek İslam bu değil” diyenler sizce sadece demagoji mi yapıyor?
Kesinlikle. Bunlar çok rahat şehit oluyorlar değil mi? IŞİD’li biri anlatıyordu geçen günlerde; “Avrupa’dan geldim, şehit olmayı bekliyorum” diyordu, öldü de.
- Bu söylem, en başta Meryem Rabia Taşbilek’in yazdığı gibi “ötekinin cellatlığını dilemek” de değil mi?
Eyvallah. Sorun insanların niçin şehit olmayı arzuladığını anlamak.
- Bunu anladıktan sonraki aşamaya dair sorumuz; İslam’da zulme verilecek cevap neden farklılaşmıyor ve yanıt Ezidi kadınlara tecavüz etmek, Fransız karikatüristleri öldürmek, Pakistanlı çocukları taramak, Nijeryalı Müslümanları yakmakta aranıyor?
Ben bunun antropolojiyle de alakalı olduğunu düşünüyorum. Gandi tarzında daha barışçıl olan bir sivil direniş de olabilirdi cevap. Niye İslam dünyasında şiddete başvuruldu? Bunun bir sebebi çöl iklimi ve Arapların sert tabiatı. Taliban’ı doğuran coğrafya da dağlık ve insanlar barış yerine kan akıtan, intikamcı bir doğaya sahipler.
- Dediğinize göre, İslam’ın kendilerine gönderildiği söylenen Araplar, çölde değil de örneğin Muğla bölgesinde yaşıyor olsaydı sizce bugünkü şiddete tanık olmaz mıydık?
İklim önemli, ama eğitim de önemli bir etken. Üçüncü etken en başta söylediğim metodoloji. Klasik Sünni düşünce, bugüne Orta Çağ’da şekillenmiş haliyle geldi. İslam son 300 yıldır işgal altında olduğu için Müslümanlar nefsi müdafadanzaman bulup da dini yorumlama metodolojilerini geliştirmedi. Düşünsenize Avrupa’daki Rönesans’ı, özellikle reformu; Luther ve Kalvin çıkıp kilisenin metodolojisini ciddi şekilde kritik ettiler ve onu aştılar. Ama biz 200-300 yıldır Batı’nın baskısından başımızı kaldırıp, aklı selimle “epistemeyi gözden geçirelim” deme aşamasına gelemedik.
- “İslam uygarlığının, 13. ila 20. yüzyıllar arasında, durgun bir özcülüğe yuvarlandığını ve düşünsel anlamda aklı kullanma yerine hafızayı geliştirdiği, cepten yediği ve sürekli geviş getirdiğini itiraf etmeliyiz” sözlerinize göre, İslam’ın Orta Çağ’da kalmasının tek sorumlusu olarak Batı’yı görmüyorsunuz, değil mi?
Doğru diyorsunuz. Ben sadece Batı’yı suçlamıyorum. Bizim bin yıllık bir uyku dönemimiz var. Bu yüzyılın sonuna hafızadan yiyerek geldik. Bu sırada Avrupa teknikte ilerleyip dışındaki coğrafyaları kolonize edince, biz de var kalma derdine düştük; Mustafa Kemal ve Türkiye bunun örneği değil mi?
- Dinlerini güncellemeyerek Müslümanlar sizce kendilerini ilk iki yüzyıla ve o dönem hakim olan savaşa mahkûm mu etti?
Eğer hafızamız kolayca erken dönemdeki savaşa gidiyor ve biz onu tercih ediyorsak, bunda aradan geçen zamanda kendimizi yenilemeyişimizin etkisi vardır.
- Muhammed’in zırhlanmış bir savaş komutanı imajı da varken tek sebep güncellememe olabilir mi?
Böyle bir örneklik var ama şunu karıştırmamak lazım: Zırh giyen peygamber bütün savaşlarında savunmadaydı. Baskı olunca Tanrı “Kendinizi koruyun” diyerek müsaade etmiş ve Muhammed de var olma savaşı vermiş. İslam barışı sağlandıktan sonra Osmanlı’da, Selçuklu’da kimse şiddet ayetlerine başvurmadı, değil mi?
- Ebussuud’un onayıyla Alevi katliamı oldu.
Alevi katliamı bir istisnaydı, ayrı tutmak lazım. O ve Hristiyan dünyasına doğru yapılan genişleme, bence dini saikle yapılmadı; dünyevi, siyasi kararlardı. Bu kararları meşrulaştırmak için sonra Ebussuud’dan fetva alındı. Şunu söylemek istiyorum, uzun süre Kuran’daki şiddet ayetlerine başvurulmadı, Müslümanlar kendi iç barışını kurmayı başardı. Orta Çağ’daki kiliseyle Müslümanları mukayese ederseniz, Müslümanlar gayrimüslimlerle birlikte zımmilik (Allah’ın ve peygamberin koruması) statüsünde yaşayabildiler ama kilise, kendi mezhebinden olmayanı bile kesti.
- Hristiyanlıktakinin bir benzeri İslam içinde Şii-Sünni çatışmasında yaşanıyor. Sizin tabirinizle soracağız; İslam’ın “sakıncalı piyadeleri”yle “makbul vatandaşı” kimler? İnsanlar İslam’da nasıl kategorize ediliyor?
Bir "öteki" kolayca üretilebiliyor. İslam tarihinde de dârülharp diye bir terim var; kendinden olmayanlara karşı sürekli savaş durumu. Bunun teolojik bir zemini var. Birçok Sünni, demokrasi ve hukuk devleti altında “eşit vatandaşlar olarak yaşayalım” fikrine gelemiyorlar. Çünkü klasik metodoloji, zımmilik hukuku ve dârülharp gibi kavramlardan dolayı buna müsaade etmiyor. Şahsen ben bu fikirde değilim. Zımmilik dönemi için çok ileri bir adımdır ve kendinden olmayanlara temel insan haklarını tanır. Hz. Muhammed de biliyorsunuz Medine vesikasıyla gayrimüslimlerle anlaşma yapabilmiş. Kuran’ın özü gayrimüslimlerle birlikte yaşamada beis görmüyor, teoloji buna müsait.
- Yanımızda Hayrettin Karaman olsa, yazılarından yola çıkarak muhtemelen, Medine vesikasının peygamberin güçsüz olduğu bir dönemin ürünü olduğunu söyler ve örneğin eşcinsellerle birlikte yaşamak istemediğini, hatta onlara mahalle baskısının meşru olduğunu söylerdi. Bu iki İslam ne kadar örtüşüyor?
İslam dünyasında, eşcinsellik bir normalite olarak kabul edilmese bile onları cezalandırmaya gitmek gerekmiyor.
- Sizce mahalle baskısının yolunu açmak bir cezalandırma değil mi?
Bence devlet, hukuk yaparken o tip insanlara karşı bir hukuki müeyyide oluşturmak mecburiyetinde değil. Ama siz kişisel olarak onu onaylamayabilirsiniz. Ben İslami açıdan onun bir hak veya özgürlük olarak görülmesi gerektiğini düşünmüyorum. Bana göre o tutum doğru değil.
- Siz “tutum” deseniz de LGBT bireylerin söylediği bunun bir tercih olmadığı.
Eğer bilimsel olarak onun bir insanlık durumu olduğu doğruysa, ki olabilir, o zaman biz onu de facto kabul etmek zorundayız. Dolayısıyla onlara aşağı bir insan muamelesi yapılmasını kabul etmiyorum. Eğer bilimsel olarak bunun doğuştan insani bir durum olduğu söyleniyorsa, o durumun hukuki çerçevesi çizilmeli. Bu hukuk da onların aşağılanmasını gerekli kılmaz. Çünkü bir şeyin suç olabilmesi için iradenin içinde olup, tabiatın dışında olması lazım ki kasten yapılsın.
- İslam’ın ötekileştirmesindeki kriterler ne? Öteki çemberi hangi grupta başlıyor, nerelere uzanıyor?
Kuran’dan anlayabildiğim kadarıyla düşman sadece zalimlerdir. Bakın kâfirler değil, zalimler; insan itikadından dolayı bize düşman olmaz. Zalimin kim olduğunu tanımlayan gayet açık ayetler var: 1- Sizi yurtlarınızdan çıkaranlar, 2- Dininizden dolayı sizinle savaşanlar.
- Charlie Hebdo’nun karikatürleri de dine saldırı olarak yorumlandı. Toleransla dine saldırı arasındaki mesafe nasıl ölçülüyor?
Eyvallah. Hollywood’dan bir artist “Burada her dinle alay edilebilir, Yahudilikle edilemez” dediği için onu bir kaşık suda boğacaklardı. Fransa örneğinde filozof Garaudy, “Holocaust’ta söyledildiği kadar Yahudinin ölmediğini” söyleyince hakkında söylenmeyen bırakılmadı. Bu varken, Müslümanlığa her türlü hakareti yapmak düşünce özgürlüğü içerisinde görülüyor. Batı’da bir çifte standart, ikiyüzlülük var.
- Her tabuyu hedefe alan Charlie Hebdo’nun böyle bir ayrım yapmadığını düşündüğünüzde?
Kendi dinlerinin en temel kutsallarını alaya almış bir adam, İslam’a karşı da öyle bakıyor ve Avrupa’da düşünce özgürlüğü içerisinde bakılıyor. Size edebiyat kuramcısı Terry Eagleton’dan kökten dinciliğe dair pasajlar okuyacağım:
“Kökten dincilik, kendini cesur, yeni, genç modern dünya tarafından hırpalanmış hisseden ve bazıları bundan kendi azımsanmış varoluşlarına ancak bir süpermarkette bomba patlatarak dikkat çekebilecekleri sonucu çıkarmış olan insanların zihniyetidir. Ayrıca belirtmeye gerek yok ki bu mevzu Batı’ymış, Doğu’ymuş tanımaz. Kökten dincilik evrensel bir akidedir. Taraflarına Montana tepelerinde de, Şam pazarlarında da rastlanabilir. Bu bağlamda dünya çok fazla inananlar ile çok az inananlar arasında bölünmüştür. Tanrı’yı katletmiş olan Batı kapitalizmi şimdi de yağmacı siyasetinden darbe yemiş hissedenler için bir sığınak ve dayanak olarak Tanrı’yı diriltmeye yataklık yapıyor. Kendini cani bir itikat tarafından dışarıdan kuşatılmış bir halde bulurken içeride de kapitalizmin öncelikleri nedeniyle kendini kimsesiz ve çaresiz kökten dinci yurttaşların paranoya ve öfkesinin hışmına uğruyor. Tam da çağdaş kapitalizmin teoloji, metafizik , ideoloji ve hatta tarih sonrası bir çağa geçmiş gibi göründüğü anda gazap dolu bir Tanrı ölüm ilanının vaktinden önce verilmesini isyan etme hevesiyle bir kez daha dikleniyor. Kadiri mutlakın tabutunun çivileri hiç de sağlam çakılmamış. Tanrı sadece adresini değiştirmiş, ABD’nin İncil kuşağına, Latin Amerika’nın Evangelik kiliselerine ve Arap dünyasının varoşlarına göç etmiş ve fan kulübü de sürekli genişliyor.”
Tamı tamına katılıyorum. Marx ne demiştir; “Proletaryanın zincirinden başka kaybedeceği hiç bir şey yoktur ama kazanacağı koskoca bir dünya vardır.” Aynı şeyi ben bu çocuklar için söylüyorum. Burada kaybedecekleri hiçbir şey yok ama kazanacakları bir cennet var. Postmodern bir dünyada yaşıyoruz değil mi? Düşünün ki arzular şelale olmuş ama bu arzu nesnelerine ulaşma imkânınız yok.
- Sizce o çocuklar cennete gidecekler mi?
Allah bilir.
- Söylediklerinizden yola çıkarak, ‘ama’nıza dair bir soru: Varoşlaştırılmış olmaya İslam dünyasından verilen yanıt varoşluğu yeniden üretmiyor mu? İslam’ın sunduğu başka bir seçenek yok mu? Yoksa, sizce kanın dökülmesi kaçınılmaz bir vaka olarak mı kalacak?
Bir şiddet sarmalına kapılmışız gibi geliyor. Somuta indirgeyelim; biz 30 senedir PKK terörünü yaşıyoruz, Alevilerin mağduriyetini de DHKP-C, terör yoluyla dile getirmeye çalışıyor. Bu örgütlerin dış istihbarat örgütleri tarafından kendi amaçları için kullanılmalarını ayrı tutarak söyleyeceğim; rahatça bu terörün sebebinin, örneğin, “devletin Kürtlerin temel haklarını vermemesi” olduğunu söylüyoruz. O zaman PKK terörünü anlayabiliyorsun da İslam dünyasındaki -adına radikal, cihadist, Selefi, fundamentalist ne diyorsan- şiddeti neden anlamıyorsun? Aynı şey! Sadece daha geniş bir coğrafyada. Bugünkü şiddeti doğuran, daha önce de seküler Marxist Filistin Kurtuluş Örgütü’nü doğurmuştu. İslam bu durumda ikincil, şiddeti meşrulaştırıcı olarak kullanılıyor. Dine başvurmayan bir terör de var. Terörün olduğu yerde belirleyici olarak dini koymak yanlıştır. Filistinli bir kız normal koşullarda ne ister? İş, aş, eş. Ama bu durumda şehadete başvuruyor! Bence buna meczup demek ikiyüzlülüktür.
- Bir insanın babasının asker tarafından lağıma sokulmasıyla, Charlie Hebdo’da çizilen bir karikatürü görünce çektiği “acı”yı benzeştirmek ne kadar doğru? Mağduriyeti böyle küreselleştirmek detayların kaybolmasına, faturanın sivillere kesilmesine neden olmuyor mu?
Saldırının gerçek sebebi “karikatür” değil; gerçek sebep, ta derinlerde ve beki de yüzlerce. Örneğin, El Kaide’nin lideri Eymen el Zevahiri, bir video konuşmasında “Fransa’yı laik olmasına rağmen Müslümanlara kin duymak, Cezayir’i işgal etmek, İsrail’in nükleer silah temin etmesine teknolojik destek vermek, Napolyon’un atlı askerlerinin el Ezher'e dalmasını, orayı atları için ahıra çevirmesi ve Kur’an sayfalarını atların çiğnemesini suç olarak gösterip, yakında cezalandırılacağını” söylüyor.
- Sizce Abdurrahman Dilipak’ın “Kışkırtmayla teröre davetiye çıkaran Charlie Hebdo, cevabı Cezayir asıllı kardeşlerden aldı”, yine Akit yazarı olan Ali Karahasanoğlu’nun “Fransa'daki olayı kınamamı beklemeyin” sözlerinde buradaki şiddete örtük de olsa destek var mı? Siz burada Dilipak’tan hangi noktada ayrılıyorsunuz?
Orada destek var. Ben asla onaylamaları kabul etmiyorum! Ama ben onaylamadığım bu trajik olayı anlarım. O çocuklar orayı neden bastılar ve niçin kendilerini de kolayca ölüme götürdüler? Mevzu bunu anlamaktır. Yaşananların telin edilmesi lazım. Ama bunu ortadan kaldırmak için de yapılması gereken neden olduğunu anlamak.
- Bir parantez: “Anlıyorum ve o çocuklara ‘Charlie Hebdo’yu vurmayın’ diye sesleniyorum” diyor musunuz?
Kuran, “Size kötülük yapanlara siz iyilik yapın; onların size ‘yakın dost’ olduğunu göreceksiniz” diye Müslümanlara tavsiyede bulunur. Bu anlamda Kuran, Hz. İsa efendimizin barış, tolerans, merhamet ve affetme davasını sürdürür. Dolaysıyla rahatça “yapmayın” diyebilirim.
- Sizce şiddetin ortadan kaldırılması için yapılması gereken ne?
Üç tane yoksulluğun ortadan kaldırılması: 1-Zihinsel yoksulluk; cahil insanların kendilerini doğru sanarak şiddete başvurmaları, 2-Özgürlük yoksulluğu; Türkçe’deki şu deyim güzel ifade eder, “Köşeye sıkışan kedi yüze sıçrar”, 3-Ekonomik yoksulluk.
- Pasif olarak bu maddelerin birileri tarafından kaldırılmasını beklemek yerine iradeyle harekete geçildiğinde, Müslümanların “Yapmamız gerekenler” içerikli kendi yol haritalarında sizce öncelikli olarak neler yer almalı? Örneğin Taha Akyol’un “içtihat kapısını yeniden açmak” önerisi sizin listenizde birinci madde mi?
Tabii. Zaten benim bütün akademik hayatım bu yönde harcandı. Şu anda İslam dünyasındaki zihinlerde yer alan çerçeve hayli eski. Bunu yenilememiz lazım. Bu bizim iç sorumluluğumuz, kendi ev ödevimiz; Müslümanlara düşen ciddi bir görev. Kuran’daki şiddet ayetlerinin teolojik bir önerme değil, yok edilmek üzereyken oradaki arızi pozisyonunu korumak için vaaz edildiğinin idrak edilmesi lazım. Zihinsel olarak yoksul insanın yaptığı “Kuran’da var mı, var. O zaman, tamam: Ölmek, öldürmek meşrudur” yorumunun önüne geçmek eğitim, içtihat gerektiriyor.
- Bunun ismi “reform” mu?
İslami literatürde “tecdit” diyoruz biz.
- Reform tehlikeli bir kelime mi?
Tehlikeli, çünkü Hristiyanlıkla alakalı bir şey. Hristıyanların temel metinlerinde mevskuyet sorunu olduğu için onlarda reform gerçekleştirildi. Cumhuriyetin erken tarihinde de dinde reform teşebbüsleri olduğu için Sünni bilinç bu kavrama karşı tabu önyargısı geliştirdi.
- Reform kelimesi bile tüyleri diken diken edebilir, Cübbeli Ahmet gibi medyatik olarak da önde gelen alimler, sizin tabirinizle, dogmatikken içtihadın kapılarını açmak ne kadar mümkün?
Bu işler zor. Avrupa’da dini düşüncenin kendini yenileme çabası 200-300 yıl aldı. İslam dünyasında da son 100-200 yılda benim de ait olduğum kanattan çok insan uğraşıyor ama egemen olan katı muhafazakâr, Selefi düşünce. Bugünkü yok olma korkusu sebebiyle, yenilikçi dediğimiz aydınlar bir şey söylediği zaman katı muhafazakârlar ve onların temsilcileri olan ulema “Bunlar öteki tarafla irtibatta, oryantalist çömezleri, Batı uşakları” diyerek bizi kolayca itham ediyor ve halkın gözünden düşürüyor. Bu maalesef şu an böyle gidiyor.