Cihan Aktaş: İslami kesimdeki sanatsal potansiyel, siyasete ve bürokrasiye kanalize oldu'

Cihan Aktaş: İslami kesimdeki sanatsal potansiyel, siyasete ve bürokrasiye kanalize oldu'

Niras /BBC Media Action ortaklığıyla düzenlenen Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı kapsamında T24’te yayınlanmaya başlanan ‘Türkiye’de Kültür Çatışması ve Son 10 Yılda Kültür-Sanat Politikası’ başlıklı yazı dizisi dünkü ilk bölümünde orkestra şefi Cem Mansur’u konuk etti. Mansur ile söyleşimizde sanatta ötekileştirmeyi ve TÜSAK tasarısını konuşmuştuk. Bugün ise Müslüman kadınların kamusal kimliği üzerine çalışmalar yapan yazar Cihan Aktaş’ı konuk ediyor ve AK Parti’nin kültür politikalarını ele alıyoruz.  Cihan Aktaş, AK Parti’nin kalkınmacı politikalara ağırlık verip kültür ve sanatı ihmal ettiğini belirtirken İslami kesimdeki entelektüel birikimin siyaset ve bürokrasiye kaydığını söylüyor.

 

 

AK Parti kalkınma hamleleri, demokratikleşme adımları, askeri vesayetin karşısında durmak gibi konularda bu ülkede liberal aydınların da desteğini almış bir iktidar. Ancak son on yıla baktığımızda muhafazakâr bir iktidarın yönettiği ülkede muhafazakârların kültür sanat hayatında yeterince görülmediği, bu kültürel iklimin oluşturulamadığı gibi bir algı da var. Neden bir muhafazakâr yönetmen, yazar, görsel sanatçıdan hala söz edilemiyor dersiniz?

Bu ülkede bir toplumu kilitleyen, geriye bakmasına ve geleceği görmesine izin vermeyen bir Harf Devrimi yaşandı. Bu devrimin muhafazakâr kesim üzerinde çok sarsıcı olmuştur. Laik kamusal alan tasarımı bu kesimi dışlayarak kurgulanmıştır. Kamusal alan dindar kadını asla varsaymamış ya da namevcut bilmiştir.  Bu baskı mütedeyyin kesimin kendi gettolarına çekilmesine ve dindar insan olarak ayakta kalmaya çalışmasına neden oldu.

Türkiye’de 1970’lerde, dindar bir insanın aydın olmayacağı düşünülürdü. Ben 1977’de üniversite öğrencisiydim ve takip ediyordum. Özellikle sol ağırlıklı medyada, dergilerde dindar insana kendini ifade hakkı tanımayan bir anlayış vardı. Bugün iktidarın rol oynadığı bir kültürel bölünme iddiası var ama o dönemdeki keskin ayrım da Kemalist kültürel oligarşiden kaynaklanıyordu.  Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, hatta Tarık Buğra gibi edebiyatçılar yok sayılıyordu. Tabii bu yok saymayı Tanpınar’a kadar götürebiliriz.

Bugün Ak Parti Milli Görüş’ün kalkınmacı politikasını üstlenmiş bir parti profili sunuyor. Burada tabii paradigmatik bir mesele var. Bu sistem içinde ne kadar kendin olabilirsin? AK Parti kalkınmacı politikaya ağırlık vermeseydi, mütedeyyin kesime yönelik ‘’bunlar hiçbir şey bilemez, beceremez’’ algısı ve yargısı bugün daha da kuvvetlenmiş olurdu diye düşünüyorum. Buna karşılık kalkınma politikalarına ağırlık vermek, kültür sanat alanlarının ihmali gibi bir sonuç ortaya koyuyor.

AK Parti kalkınma konularına ağırlık verdiği için, ki ben kentsel dönüşüm anlamında bu kalkınmacı politikaları pek çok yazımda eleştirmişimdir,  İslami kesimdeki entelektüel ve sanatsal potansiyel, kalkınmacı retoriğin yerleşmesi için siyasete ve bürokrasiye kanalize oldu. Edebiyata, sanata yoğunlaşmış isimler siyaset alanına yöneldiler. Mesela sinema ve roman enerjisi danışmanlıklar alanında sönümlendi.  

 

Kültür ‘sol’ kesime emanet edilebilir kabul edildi

 

Dolayısıyla inançlı kesimden kültür insanları sanatsal üretimi bırakıp siyasete yönelince bu alan iyice ihmal edildi diyebilir miyiz?

Neo-liberal politikalar ve söylemle bütünleşen kalkınmacı durumun kaçınılmaz olarak ortaya koyduğu bir şey bu. Bunun bilinçli, programlı bir şekilde gerçekleştiğini düşünmüyorum. Bir hazırlıksız yakalanma, kervanın yolda düzülmesi sorunudur söz konusu olan. Elbet ideolojik göndermeleri var, ama neticede AK Partililer’in daima referans verdiği Sezai Karakoç tarafından eleştirilen bir ‘medeniyet görüsü eksikliği’nden söz edilebilir.  Öte yandan askeri vesayetin ortadan kaldırılması, Kemalizm’in sorgulanabilir hale gelmesi, önceki siyasal baskıları yaşamış ve bedeller ödemiş kesimler için çok fazla şey ifade ediyor.  Bugün bile AK Parti’nin geldiği geleneğe hala gerici, mürteci olarak bakan çok büyük bir orta sınıf var. Ancak ilginçtir ki, AK Parti’nin kalkınmacı hamleleri, ulaşım ve sağlık alanında sunduğu hizmetlerin bu kesim üzerinde de etkisi oluyor ve kabul görüyor.  

 

AK Parti’nin sanat politikalarında, kültür alanına bakışında Kemalizm ile ortaklaşan unsurlar görüyor musunuz?

Bence herhangi belirgin bir bakıştan söz edilemez. Bu nedenle de Kültür Bakanlığı “sol” kesime emanet edilebilir bir bakanlık olarak görüldü ya…  Salt kalkınma retoriği o kadar baskın ve o kadar işlevsel ki ve  herkesi kuşattı ki bu alana dair herhangi bir bakış sunulamadı. Ancak Gezi’den sonra bunun neden hiç düşünülmediğinin gündeme getirildiği söyleniyor.   

 

Muhafazakârlar Gezi’de şaşkınlık yaşadı

 

Gezi olaylarının çıkış noktasında çevre duyarlılığı,  kentsel dönüşüm projelerine yönelik eleştiriler ve yaşam biçimi savunması vardı. Muhafazakâr kesim Gezi’ye nasıl baktı?

Yukarıda sözünü ettiğim hazırlıksız bakışla, tedirgin bir şekilde baktı çoğunluk. İslami kesim 1960’lardan itibaren kuralsız kentleşme eleştirisi, betonlaşma eleştirisi yapmıştır. Sezai Karakoç şiirlerinde, Osman Sarı şiirlerinde, öykü ve romanlarda, mesela Nuri Pakdil’in Put Yapımevleri isimli tiyatro eserinde kentleşme karşısında duyulan yabancılaşmayı anlatan eleştiriler aslında Gezi Parkı’nda da dile geldi.  Betonlaşma, tarihi mirasın yok edilmesi, yeşilin azaltılması, gökdelen kuşatması… İslami kesimin de uzun bir süreden beri dile getirdiği eleştirilerdir. Camisi bakkalı olan, gelip geçen insanların birbirini tanıdığı, kaldırım muhabbetlerinin yaşandığı, sokaklarında aşina kedilerin köpeklerin gezindiği, ağaçları ve duvarlarında yılların izlerini okuyabildiğimiz mahalleler mütedeyyin kesimde öykülerin, şiir metinlerinin nostaljik unsurları olagelmiştir. Bu güzelliklerin rant mantığıyla ve rastgele üst üste yığılan binalarla yok edilmesi kaygılandırıyor tabii.

 Dolayısıyla Gezi Parkı’nda da bu eleştiriler yükselince mütedeyyin insanlar ‘’bize ait bu soruları nasıl olur da onlar sahiplenir’’ şaşkınlığı yaşadılar; bunu çeşitli yazılarımda ve kısa süre önce katıldığım bir panelde de anlattım.

 

Kentsel dönüşümün sanatçı ve sanat üretimi üzerindeki etkisi konusunda öngörüleriniz neler?

Mahalle bir bakıma devletle iktidar güçleri arasında kademeli bir geçiş alanı sağlayarak özel alana bir özgürlük, korunma ortamı sunuyor. İnsanlar bu ortamdan mahrum bırakıldıkça ilişki mesafelerini şaşırıyor ve arabuluculuklardan yoksunlaştıkça da mutsuzlaşıyor. Kendine bir sığınma alanı arıyor. Oturmuş dokuları kusurları olabildiğince giderilerek korumak olmalı amaç. Bu yapılmadığı takdirde kentsel dönüşüm İslami kesim yazarları tarafından sıklıkla işlenen “soğuk kent” imgelerini çoğaltacak ve “kentsel üşüme”ye maruz kalmaya devam edeceğiz.

 

Son dönemde devletin sanat kurumlarına yönelik bazı denetimci veya ‘parayı ben veriyorsam içeriği de ben belirlerim’ gibi bir tutumu söz konusu. Tiyatroya devlet desteğinin ‘ahlaka uygunluk’ kriterine bağlanması mesela ahlaki anlamda başlı başına sorunlu bir tavır değil mi?

Bence tiyatroların zaten özelleştirilmesi gerekirdi. Resmi kurum mantığına göre işleyen türde statik bir tiyatro anlayışının terk edilmesi gerektiği kanısındayım. Tiyatro halkla bütünleşecek ise daha samimi, daha esnek, hareketli başka bir şey olmak ve sunmak zorunda. Yoksa Cumhuriyet geleneğinde olduğu gibi tiyatroyu bir mabet olarak görürseniz kendi aranızda oynayıp, şikayet etmeyi sürdürürsünüz. Elbet sinema gibi tiyatro da altyapı desteği gerektiren alanlar. İlgi alanımda olduğu için biliyorum, eğer devlet desteği olmasaydı bugün bir İran Sineması’ndan söz edemezdik. Kişisel olarak sizin tek başına altınızdan kalkabileceğiniz bir şey olmadığı için devlet orada olmak zorundadır.

Tiyatro elbet izleme kanallarıyla evimize yerleşen sinemaya göre daha özel bir çabaya ihtiyaç duyuyor. Konformist bir tiyatro anlayışı öncelikle kendi kendinin engeline dönüşüyor kanımca.  Tiyatrocu halkı tiyatroya çekmek yerine devletin karizmasını, otoritesini kullanarak bir varlık oluşturmaya alışmış. Bunun nasıl değişeceğini sorgulamak yerine devleti suçlamak yoluna gitmeyi yeğlemek de işin kolayına kaçmaktır. Yapısal olarak tiyatronun kendisini bu topluma sevdirme için elinden geleni yaptığını düşünmüyorum. Tiyatronun Türkiye’de militer, Sovyetik bir yapısı var. Oysa tiyatro kurumunun daha esnek, çarpıcı, hayatın her alanında karşınıza çıkabilen bir çevikliği ve esnekliği olabilmeli. Yine de bu tür tiyatro pratikleri hiç olmadı değil. İslami kesimde 1980 ve 1990’larda bu bahsettiğim dinamizmle çalışan ve üreten, Brecht’ten ilham alan tiyatrolar çok yaygındı.

 

Şimdi nerede bu tiyatrolar ve bahsettiğiniz sanatçılar?

O sanatsal enerji siyasete ve bürokrasiye kanalize edildi maalesef. İslami kesimde sanatçı ve edebiyatçılar tecrübeler alanında görece bir sınırlanmaya maruz kalmışlardı. Savunma, korunma, mağduriyet, mazlumiyet sınırları yer yer mahrumiyet anlamına da geliyordu tabii. Kamusal başörtüsü yasağı bu anlamda doğrudan kadınları etkiliyor gibi görünse de aslında aileyi ve kadın-erkek ilişkilerini de etkiliyor, tanımlıyordu.  Şimdilerde kamusal alan sorunu –başörtüsü bağlamında- çözümlenmekte, özellikle kadınlar artık hayallerini kısıtlamak, birikimlerini depoya kaldırmak zorunda duymayacak kendilerini. Müslüman kesim artık daha fazla seyahat ediyor, çoklu karşılaşmalar her zamankine göre daha olağan, yaygın. Bundan böyle farklı katman ve bağlamlarda sağlanan birikim ve tecrübelerin Müslümanca duyarlık sahibi  sanatçı ve edebiyatçıların eserlerine yansıması beklenebilir sanıyorum.

 

Müslüman kesimi sanatla ilgilenemez varsayan ve küçümseyen kültürel oligarşinin bugün hala baskın olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir İstanbul oligarşisi bugün de mevcut mu kültür hayatında?

1970’lerde ‘dindarlardan sanatçı edebiyatçı olmaz’  şeklinde bir yaklaşım vardı Türkiye’nin solcu ve laisist kesimlerinde. Bu tür yok sayan hatta karikatürize eden bir bakışla mütedeyyin insanlar kanon oluşturmaya zorlanıp kendi içlerine kapandılar. Sanatsal faaliyetler de geleneksel sanatlara yoğunlaştı. Gelgelelim geleneksel sanatların çağın ruhuna uygun bir şekilde yeniden yorumlanması daha hayatın içinde olmayı gerektiren üst bir çabaya ihtiyaç duyuyor. Bu alanda bir potansiyel mevcut olduğu halde dışlama ve etiketlemelerin bu potansiyelin hareket sahasını daralttığı söylenilebilir. Sonuçta kültür ve sanat oluşturma insanın tabiatında var. Dağ başındaki çoban da, Siirt’in bir köyündeki kadın da nağmeleri ve desenleriyle sanatsal olarak kendini ifade ediyor. Teşvik edici ortamlardan yoksunluk, bu sanatsal üretimlerin açan ve geliştiren teknik ve araçlardan yoksunluğu anlamına da geliyor.

İranlı sinemacılar, devlet destek sunduğu ve halk yeni sinema alanında bir potansiyel olarak kabul gördüğü için de başarılı oldu. Sanat özellikle uzmanlara terk edilmesi gereken bir alan değildir. Ayrıca sanatın doğduğu yer de galeriler ve müzayede mekanları değildir. Oligarşi sanatı biriktirip yönetmek ister, oysa bu şekilde bir yönlendirme sanatın doğasına aykırı. İran’da 1960’larda solcu aydınlar bir araya gelip hafız okumaları yapıyorlardı. Siz aynı yıllarda solcu aydınların bir araya gelip Mevlana okumaları yapabileceğini düşünebiliyor musunuz? Neticede geleneksel mirastan yararlanarak yeni eserler ortaya koyan Erol Akyavaş, Nuri İyem, Burhan Doğançay, Mehmet Atak gibi sanatçılar, oligarşik tasniflerin ötesinde bir mevcudiyet ortaya koymuş sanatçılar.

İslami kesim özellikle 1980’lerde yoğun bir okuma dönemi yaşadı. 90’larda bunun sonucu olarak bir şiir ve öykü patlaması gerçekleşti. Size pek çok başörtülü öykü yazarı kadın ve şairden söz edebilirim. Tiyatro alanında da deneysel çalışmalar yapıldı. Sinema pahalı bir alan ve çok fazla yatırıma ve ilgiye ihtiyacı var. Size mütedeyyin kesimden sinema alanında üreten çok sayıda isimden de bahsedebilirim. Kısa filmler çekiyor, sinema festivallerine film gönderiyor, atölye çalışmaları yapıyorlar. İlahiyat fakültelerinde “sinema ve din” konulu tezler hazırlanıyor. 2013 başlarında katıldığım bir atölye çalışmasının konusu “Siyer ve görsellik”ti.

 

Sizin bir yazınızda verdiğiniz ilginç bir örnek var, sinema yapmak isteyen ve çok iyi senaryolar yazan genç bir kızdan söz ediyorsunuz. İngiltere’de sinema okuyor. Bu senaryoları Kanal 7’ye götürüyor ama kanal kabul etmiyor. İslami kesimin artık iletişim mecraları var, görünür olma imkanları o zaman niye böyle bir durum yaşanıyor?

Bir kadir kıymet bilmezlik hakim maalesef. Kültür ve sanat alanlarına dönük ilgiyi kalkınmacı politikaların yanında lüksmüş gibi algılayan bir yaklaşım yeni yeni sorgulanmaya başlandı.  İslami kesim Mehmet Akif’e ve  Muhammed İkbal’e çok atıfta bulunur. Her iki şair de halka ve demokrasiye dönük vurguları ve maddi kalkınma/medeniyet alanındaki eleştirileri bağlamında eleştirileriyle yeterince tanınmazlar oysa.  Mehmet Akif medeniyetten  ‘tek dişi kalmış canavar’ olarak söz ederken neyi kastediyordu?  Kalkınmacı politikalar göçlerden  kaynaklanan karmaşa nedeniyle yeterince tartışılmadı. Hep daha acil ihtiyaçlardan söz edilirken kültür ve sanat ertelenir alanlar olarak görüldü. Şehircilik alanında ve bürokraside yığılmış sorunların çözümlenmesine öncelik verildi. Çünkü sonuçta politikacılar açısından bir yolun yapımı, bir hastanenin inşası şimdiki zamanda çok somut bir başarıyı yansıtıyor. Kültür ve sanat alanına verilen destek ise hemen cevap alma gibi bir endişeden uzak olmalı. Tabii bu değerlendirmeleri yaparken Ak Parti hükümetlerinin uzun bir belediyecilik tecrübesinden beslendiğini hatırlamak gerekiyor. Kültür ve sanatın doğaçlama, kendi yağında kavrulmayla olası, amatörce gerçekleşen ve olsa olsa İSMEK kurslarıyla tanımlanan bir destek bulan alanlar olarak belirlenmesinde bir diğer faktöre yukarıda işaret ettim; belki açmak gerek. Bu alanlarda asıl belirleyici ve söz sahibi olanın sol kesim olduğuna dair örtük bir yargı, bildiğinden şaşmama, bilmediği konusunda da aşırı temkinli olma gibi bir yaklaşımı beslemiş olabilir.  Tabii bu aynı zamanda yeni teknolojilere gibi yeni üslupların da fark ve tecrübe edilmesi açısından, -gecikilmiş- ara bir dönem.    

Yeni türler konusunda duyulan çekingenlik bazen aşırı yorumla mesafe koyma sonucu veriyor maalesef. Söz gelimi “roman bizim geleneğimize uygun bir edebi tür müdür?” sorusu etrafında bir tartışmadır sürüyor. Mimari ve şehircilik bağlamında gelenek konusunu son derece doğru anladığını düşündüğüm Turgut Cansever gibi bir sanatçı düşünürün bile roman türünden söz ederken, “gizli telkin aletidir, dolayısıyla ahlak dışıdır” dediğini okuyabiliyoruz.

 

Bu bahsettiğiniz üretimlerin kamusal alanda daha fazla görünür olması halinde kültürel kutuplaşmanın yumuşayacağını öngörmek mümkün mü?

En doğru cevap zaten uygulamanın cevabıdır. Hayatın haklı çıkmasından da söz edebiliriz. Albert Camus yazarlığıyla ilgili muhasebe yaparken bir söyleşi kurma ihtiyacından bahseder. Bizde ise metin üretimi sanki monolog niteliğiyle yüceltiliyor Kutsal, eleştiriden muaf sayılan yüce metinler, oyunlar, çalışmalar. Eksik olan ise sokaktaki sıradan insandır

Günümüzde güncel sanat veya kavramsal sanat aslında kaybedilen, göz ardı edilen değerleri yeniden algılama ve tanımlama ihtiyacıyla ortaya çıkıyor. İnsan ilişkilerinde yitirilen ne ise onu kazanmaya dönük performanslara yöneliyor sanat. Sanat artık galerilere ve duvarlardaki çerçevelere sığmıyor. Dadaizm, bir yeniden başlama, asıl soruyu görmek üzere şaşırtacak bir şeyler söyleme ihtiyacını yansıtır.  ‘’Sanatta gerileyebileceğimiz kadar geriledik, öyleyse başlangıç noktalarına dönelim’’ diyordu Miro. Kandinsky, tablolarının reklam ajanslarının duvarlarında değil, işçilerin yemek yediği salonların duvarlarında görülsün ve işçilere bir şeyler söylesin istemişti.   Sanatta hangi açıdan bir varlığa sahiptik ya da değildik,  ne yoktu, var ya da yok olduğu için ne eksildi ve biz neleri yitirdik gibi soruları sorma zamanını kaçırmamak gerek.

 

Muhafazakârlarda eski kabusların geri geleceği endişesi var

 

Son olarak Gezi sonrası toplumdaki kültürel ayrışma veya kutuplaşmanın devam edip etmeyeceğine dair ne düşünüyorsunuz?  Muhafazakâr kesimin bu konuda endişeleri var mı?

Gezi’ye eklemlenmelerle öne çıkan bazı söylemler, ardından Mısır Darbesi, muhafazakâr ve İslami kesimlerde çeşitli endişelere sebep oldu doğrusu. Arkadaşlarım arasında yakın geçmişe kadar kısıtlamaları hissedilen laikçi baskının geri geleceği endişesini samimiyetle dile getirenler hiç az değil. Kimi sloganlar ve eylemler yaşanmış kâbusun geri geleceği endişesini duyurdu. 1990’larda ihbarlarla, fişlemelerle, medya teşhirleriyle, ikna odaları süreciyle kitleler üzerinde nasıl bir baskı oluşturulduğu hatırlandı. Sokaklarda tacize uğrayan başörtülüler, hastaneden geri çevrilen çarşaflı kadınlar, dersliklerden atılan öğrenciler bu kâbusların geri geleceği korkusuna kapıldılar. Seçilmişlerin meşruiyetini sorgulamaya başlayan slogan ve eylemler, Gezi’nin ilk sorularını bastırır hale geldi.

Ancak bir eylemin sonrasında çığırından çıkarılması başlangıçtaki sebeplerin haklı olduğu gerçeğini göz ardı etmemizi gerektirmiyor. Mazlumiyetin sonsuz rövanşıyla yetinmek yerine, üstüne hakikat adına sarsıcı, anlamlı bir şeyler koyarak statükoyu dönüştürebileceğimizi düşünüyorum.