T24 - Ankara’nın “Mavi Marmara” baskınıyla ilgili BM’ye sunduğu raporda, İsrail askerlerinin yolcuların bazılarını soyarak aradığı, kadınları cinsel açıdan aşağılandığı belirtildi. Raporda İsrail askerlerinin Mavi Marmara güvertesine inmeden 2 sivil yolcuyu öldürdüğü de yer aldı.Türkiye'nin, İsrail'in Mavi Marmara saldırısının ardından BM Güvenlik Konseyinin kabul ettiği Başkanlık Açıklaması uyarınca, BM Genel Sekreterinin talebiyle oluşturulan Soruşturma Paneline 1 Eylül 2010 tarihinde Ara Raporunu sunmuştu.
Ara Raporun Özet bölümünde ilk olarak saldırı hakkında bilgi veriliyor. İsrail Silahlı Kuvvetlerinin 37 ülkeden sivil toplum kuruluşlarının organizasyonuyla Gazze Şeridi'ne tescil edilmiş yardım malzemesi taşıyan altı gemilik çok uluslu ve çok dinli bir konvoya 31 Mayıs 2010 tarihinde sabahın erken saatlerinde uluslararası sularda saldırdığı belirtilen özet bölümünde, saldırının İsrail kıyılarından 72 deniz mili açıkta gerçekleştiği, 600 sivil yolcu taşıyan Mavi Marmara gemisine yapılan saldırıda sekizi Türk, biri ise Türk asıllı Amerikan vatandaşı, toplam dokuz sivilin öldürüldüğü, kırkı aşkın sivilin de yaralandığı hatırlatılıyor.
Raporun yine Özet bölümünde gemilerin yola çıkışı şöyle anlatılıyor:
"Türkiye'den yola çıkmış olan gemiler, tüm güvenlik kontrolleri, pasaport kontrolleri ve gemi güvenliği önlemleri mevzuata uygun şekilde gerçekleşmiş olarak yola çıkmışlardı. Bu üç gemideki yolcular, bunların kişisel eşyaları ve büyük miktardaki insani yardım malzemesi de ayrıntılı bir şekilde denetlenmişti. Kontrollerde ateşli veya başka kategoride silah bulunmamıştı. Bu gemilerin demir aldıkları Türk limanlarının tamamı, Uluslararası Denizcilik Örgütünün Uluslararası Gemi ve Liman Tesis Güvenlik Kodu (ISPS) kapsamında tescilli limanlardır."
Aynı bölümde İsrail kuvvetlerinin "makineli tüfekler, lazer güdümlü tüfekler, tabancalar ve modifiye paintball tüfekleriyle donatılmış" olduğuna dikkat çekilerek, İsrail kuvvetlerinin firkateynler, helikopterler, zodyak şişme botlar ve denizaltılarla destekli şekilde, "planlı ve kapsamlı bir saldırı" gerçekleştirdikleri kaydediliyor. Saldırı daha sonra şu şekilde aktarılıyor:
"İsrail askerleri helikopterlerden gerçek mermilerle ateş açarak, daha hiçbir asker geminin güvertesine inmeden iki sivili öldürmüşlerdir. Saldırı sırasında İsrail askerleri sivil yolculara karşı aşırı, rastgele ve orantısız güç kullanmışlardır. Yolcular, İsrail askerlerinin silahlı saldırısına karşı, silah kullanmaksızın meşru müdafaa haklarını kullanmışlardır.
Geminin kontrolünü ele geçirdikten sonra da İsrail askerleri, temkin ve teenni göstermek yerine, fiziki ve psikolojik şiddete başvurmak suretiyle, yolculara zulmetmeyi sürdürmüşlerdir. Yolcular dövülmüş, yumruklanmış, diz ve dirsek darbelerine maruz bırakılmış, su, yiyecek ve tuvalet ihtiyaçlarını gidermekten mahrum edilmiş, kelepçelenmiş, saatlerce güneşin altında bırakılmış ve sözlü saldırılara uğratılmıştır."
Yolculara kötü muameleRaporda İsrail'in Aşdod Limanı'na on saat süren yolculuktan sonra dahi, yolcuların çoğunluğunun kelepçeli kaldığı belirtilerek, "Bazıları soyularak aranmış; kadınlar cinsel açıdan aşağılayıcı muameleye tutulmuş ve bunlardan biri çok defa soyunmak zorunda bırakıldığı gibi, bacaklarının arasına bir metal detektörü yerleştirilmiştir" denildi.
Bütün yolcuların kendilerini suçlayıcı ifadeler imzalamaya zorlandıkları, avukat veya konsolosluk memurlarıyla temas ettirilmedikleri, ayrıca, zamanlı ve yeterli tıbbi yardımdan da mahrum bırakıldıkları belirtilerek, yolculara yeterli yiyecek verilmeyerek, aşırı soğuk veya sıcak olan dar alanlara yerleştirildikleri ifade edildi.
İsrail makamlarının yolcuların tüm kişisel eşyalarına el koyduklarının hatırlatıldığı raporda, "Kişisel eşyalara gayrimeşru şekilde el konulduğu gibi, saldırıya ışık tutacak önemli deliller de ya tahrip ya da tahrif edilmiştir" denildi.
Saldırıda öldürülenlerin cenazelerinin tamamen yıkandığı ve Türkiye'ye beraberlerinde ne tıbbi, ne de otopsi raporları olmaksızın gönderildikleri belirtilerek, şu noktalara yer verildi:
"Aşdod Limanı'nda 66 gün tutulan Mavi Marmara gemisi de tamamen yıkanmış, kan lekeleri temizlenmiş, kurşun deliklerinin üzerleri yeniden boyanmış, gemi kayıtlarına, seyir defterine, bilgisayar aksamına ve gemicilik belgelerine el konmuş, kapalı devre kameraları tahrip edilmiş, bütün görsel kayıtlar da muhtemelen imha edilmek veya sızdırılmamak üzere alıkonmuş şekilde Türkiye'ye gönderilmiştir."
Uluslararası hukuk boyutuAra Raporun Özet bölümünde saldırıya ilişkin detayların anlatılmasının ardından da bazı hususlara dikkat çekildi.
"Mavi Marmara'da dokuz sivil yolcunun öldürülmesi her şeyden önce İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde ve İsrail'in 1991 yılında taraf olduğu Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nde (ICCPR) kayıtlı yaşama hakkının bir ihlalidir" denilerek, uluslararası hukukun, yaralılara ve yolculara reva görülen kötü muameleyle de çiğnendiği vurgulandı.
İsrail güçlerinin ayrıca işkenceye başvurduğu, aşağılayıcı ve insanlık dışı muamelede bulunduğu, yolcuları mahremiyet, bedensel güvenlik ve adil yargılanma da dahil olmak üzere temel insan hak ve özgürlüklerinden zorla mahrum bıraktığı ve gerek fiziki, gerek psikolojik baskıya tabi tuttuğu belirtilerek, bütün bunların ICCPR'ın işkence ve kötü muameleyi yasaklayan 7'nci maddesinin ve İsrail'in yine 1991'den bu yana taraf olduğu İşkenceye ve Sair Zalimane, İnsanlık Dışı veya Aşağılayıcı Muameleye Karşı BM Sözleşmesi'nin (CAT) kaba ihlalleri olduğu bildirildi. Bu fiillerin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 3'üncü maddesine de aykırı olduğuna işaret edildi.
Raporda seyrüsefer hakkına ilişkin olarak da şu ifadeler yer aldı:
"İsrail'in uluslararası yardım konvoyuna uluslararası sularda saldırması, seyrüsefer hürriyetinin ve açık denizlerde seyrüsefer güvenliğinin ihlalidir. Açık denizlerde seyrüsefer serbestisi uluslararası teamülü hukukun temel unsurları arasında yer almaktadır. 1958 Açık Denizler Sözleşmesi ve 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, açık denizlere ilişkin hürriyetlerin genel kabul görmüş uluslararası kurallarını kodifiye etmiştir. Bandıra devletinin münhasır yargı yetkisi, açık denizlere ilişkin hürriyetlerin önemli bir unsurunu teşkil etmektedir."
San Remo el kitabı1958 ve 1982 Sözleşmelerinin bir savaş gemisinin yabancı bir gemiye, kargosuna el koyma ve yolcularını tutuklama hakkını, yabancı geminin korsanlık yapması haliyle sınırladığına dikkat çekilerek, şunlar kaydedildi:
"San Remo El Kitabına göre, yardım malzemesi taşımak da dahil olmak üzere, insancıl görevler yürüten gemilere saldırılamaz. Mavi Marmara ve konvoydaki diğer gemiler, Gazze Şeridi'ndeki sivil halkın varlığını sürdürebilmesi için yaşamsal olan insani yardım malzemesi taşımaktaydı. Konuya bu açıdan bakıldığında, İsrail güçlerinin uluslararası sularda denizcilik yasaklarıyla ilgili müesses kurallara uymadıkları görülmektedir. Başka bir ifadeyle, İsrail'in davranışı hukuk dışıdır.
İsrail'in Gazze Şeridi'ne 31 Mayıs 2010 tarihi itibariyle uyguladığı abluka da San Remo El Kitabında kayıtlı ablukaya ilişkin uluslararası prensipleri ihlal etmiştir. İsrail ablukası, askeri hedefleri bağlamında aşırı bir nitelik taşımış, ayrıca çok sayıda BM kuruluşunun yanı sıra uluslararası toplum tarafından da belgelenmiş olduğu üzere, sivil halk üzerinde orantısız baskıya yol açmıştır. BM Güvenlik Konseyi, BM Acil İnsani Yardım Mekanizması OCHA, Dünya Gıda Programı, Uluslararası Kızılhaç Komitesi, Dünya Bankası, BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ve BM Kalkınma Programı Gazze'deki insani durumu korkunç, kabul edilemez ve sürdürülemez olarak nitelemiştir." Türkiye'nin raporunda çok sayıdaki saygın gözlemcinin de İsrail'in ablukasını "gayrimeşru" ilan ederek, "sivilleri toplu cezalandırma" teşkil etmesinden dolayı kaldırılması gerektiğini savunageldiği hatırlatılarak, ablukanın meşru deniz ablukalarına ilişkin uluslararası kurallardan süre ve kapsamının belirtilmesi gibi gereklerini de yerine getirmediği bildirildi.
İsrail'in Gazze Şeridi'nde işgalci kuvvet konumunda olduğunun anımsatıldığı raporda, "Bu durumda, Gazze Şeridi'ne deniz ablukası uygulaması da hukuki bir hiçlik teşkil etmektedir. Bir Devlet, işgali altındaki bir kara parçasına abluka uygulayamaz. Dolayısıyla, İsrail'in ablukası ve buna bağlı olarak getirdiği tüm yasaklama ve kısıtlamalar gayrimeşrudur" denildi.
Raporun Özet bölümünün sonunda ise şu ifadelere yer verildi:
"Son olarak, uluslararası hukukun en temel ilkelerinden biri, uluslararası yükümlülüklerini ihlal eden devletlerin hatalarını telafi ve yol açtıkları zararları tazmin etmelerini emretmektedir."
Ara Raporun Sonuç bölümünde, İsrail'in insani yardım konvoyuna saldırısının 9 sivilin uluslararası sularda öldürülmesine yol açtığı hatırlatıldı.
İnsani yardım konvoyunun farklı ülkelerden gelen ve farklı dinleri temsil eden 600 dolayında sivilden oluşan barışçıl bir girişim olduğu, amacın Gazze halkına çok ihtiyaç duyduğu yardımları ulaştırmak olduğu kaydedilen raporda, "31 Mayıs 2010 tarihinde uluslararası sularda cereyan eden olayların hukuki boyutunu doğru şekilde saptayabilmek için, İsrail'in konvoya saldırısının hemen öncesindeki fiziki ve psikolojik ortamın tam olarak anlaşılması önem taşımaktadır" denildi.
Raporda daha sonra şunlar kaydedildi:
"İlk olarak Mavi Marmara'ya bakılacak olursa, bütün yolcuları sivillerden oluşmaktaydı. Tespitlere göre, gemide ateşli silah bulunmamaktaydı. Buna karşın, İsrail güçleri çok iyi eğitilmiş özel birimlerden oluşmaktaydı ve en yeni teknolojiyle üretilmiş silahlarla tepeden tırnağa donatılmışlardı. General Aşkenazi'nin Turkel Komisyonuna verdiği ifadede belirtmiş olduğu üzere, bu kuvvetler saldırıyı dikkatle planlayıp hazırlamış ve hatta Mavi Marmara'ya benzer bir gemide bir de saldırı tatbikatı gerçekleştirmişlerdi.
İsrail saldırısı, saat 04.00'ten itibaren sivil bir konvoya karşı başvurulabilecek her türlü yöntemi kapsayan fiziki sindirme ile başladı. Saldırı için henüz karanlığın hüküm sürdüğü bir saatin benimsenmesi, bir yandan yolcuları korkutmak ve sindirmek, diğer taraftan da olumsuz bir biçimde medyaya haber olmamak saikleriyle belirlenmiş, bilinçli bir tercihti. Kullanılan aşırı askeri güç Black Hawk helikopterlerinden, savaş gemilerinden, denizaltılardan, zodyak botlardan ve konvoya güneşin henüz doğmamış olduğu erken saatlerde baskın şeklinde saldıran makineli tüfekli ve el bombalı, iyi eğitimli askerlerden oluşmaktaydı. Ayrıca, geminin uydu haberleşmesinin engellenmesi de açık denizdeki 600 yolcunun hayatını tehlikeye atmıştı."
İsrail'in direnişe yol açacağı baştan belli olan bir gerginliğe yol açarak, sonra da gösterilen direnişi sivilleri öldürüp yaralaması için bahane olarak ileri süremeyeceği belirtilen raporda, İsrail askerlerinin korku, panik ve direniş ortamını yumuşatmak bir kenara, "aşırı, zalim ve planlı bir tutum" sergiledikleri bildirildi.
"Almış oldukları eğitim ve tecrübeye bakıldığında, İsrail askerlerinin Mavi Marmara'daki sivillere karşı gerçekleştirdiklerinden çok daha farklı ve çok daha yüksek bir davranış standardı sergilemeleri beklenirdi" denilen raporda, İsrail askerlerinin hukuk dışı eylemlerinin sorumluluğunu, saldırı nedeniyle haklı olarak korkuya ve paniğe kapılmış olan yolculara yüklemesinin mümkün olmadığına işaret edildi.
Saldırının ikinci aşamasıSonuç bölümünün Saldırının İkinci Aşaması ara başlığını taşıyan kısmında saldırının diğer detayları şöyle anlatıldı:
"Görgü tanıklarının ifadelerine göre ilk iki yolcunun ölümü, helikopterlerden açılan ateş neticesinde ve henüz hiçbir İsrail askeri daha gemiye inmemişken üst güvertede cereyan etmiştir. İsrail askerlerinin yolculara karşı gerçek mermilerle açtığı ateşin yoğunlaşmasıyla birlikte güverteye bir karmaşa ortamı hâkim olmuştur. İsrail askerlerinin bu noktadan itibaren kimi rastgele, kimi nişan alınarak bir kurşun yağmuru açtıkları anlaşılmaktadır. Görsel kayıtlar, İsrailli askerlerin kullandıkları tüfeklerin lazer ışınlarını göstermektedir. Tıbbi raporlar, öldürülen yolculardan bazılarının ya yakın mesafeden ya da yukarıdan açılmış ateşle vurulduğunu ortaya koymaktadır. Öldürülenlerin vurulmayı haklı gösterecek bir tehdit teşkil ettiğine dair tek bir delil yoktur. Örneğin Cevdet Kılıçlar, alnının ortasından vurulduğu sırada fotoğraf çekmekteydi. Ayrıca öldürülenlerden hiçbirinin üzerinde silah da bulunmamaktaydı."
Saldırının üçüncü safhasıSaldırının Üçüncü Safhası başlığı altında da İsrail askerlerinin gemiyi ele geçirmesinin ardından yaşananlar aktarıldı.
İsrail askerlerinin gemiyi ele geçirdiklerinde temkin ve teenni göstermek yerine, yolculara fiziki ve psikolojik şiddet yoluyla zulmetmeyi sürdürdükleri, bunu da direndiği öne sürülenlerle sınırlı tutmayıp tüm yolculara yaptıkları belirtildi. "Yolcular dövülmüş, yumruklanmış, diz ve dirsek darbelerine maruz bırakılmış, su, yiyecek ve tuvalet ihtiyaçlarını gidermekten mahrum edilmiş, kelepçelenmiş, saatlerce güneşin altında bırakılmış ve sözlü saldırılara uğratılmıştır" denilen raporda, bu davranışın toplu cezalandırma anlamına geldiği, ibret ve ceza amaçlı, işkence niteliğindeki bu davranışı haklı gösterecek hukuki veya başka hiçbir neden bulunmadığı bildirildi.
Raporda yolcuların yaşadıkları şöyle anlatıldı:
"600 yolcunun acıları, bu vahim ve insanlık dışı şartlar altında cereyan eden on saatlik yolculuklarının sonunda vardıkları İsrail'in Aşdod Limanı'nda da sürmüştür. Yolcuların çoğunluğu kelepçeli bırakılıp, soyularak aranmış; kadınlar erkek İsrail askerlerince cinsel açıdan aşağılayıcı muameleye tutulmuştur. Bir kadın gazeteciyi birden fazla defa soyup bacaklarının arasına bir metal detektörü yerleştirilmesini makul gösterecek hiçbir hukuki veya ahlaki dayanak bulunmamaktadır. Bu, hiçbir şekilde kabul edilemez bir muameledir.
Tanıklar, sayılamayacak kadar çok kötü muamele hadisesi nakletmektedir. Bütün yolcular kendilerini suçlayıcı içeriğe sahip olduğu anlaşılan İbranice belgeler imzalamaya zorlanmıştır. Avukatla veya konsolosluk görevlileriyle görüşmelerine izin verilmemiştir. Uygun ve zamanlı tıbbi yardımdan ve yeterli yiyecekten mahrum bırakılmışlardır. Aşırı soğuk veya sıcak, dar alanlara hapsedilmişlerdir. Kadınlardan biri küçük bir metal kafese yerleştirilmiştir. Bu muamelenin yegâne amacı yolcuları cezalandırmaktır. İsrail'in, yolculara karşı bu hukuk dışı muamelelerini güvenlik veya kolluk ihtiyaçlarıyla veya hukuken makbul başka hiçbir gerekçeyle izahı mümkün değildir."
Delillerin tahrif edilmesiİsrail'in, gazeteciler de dahil olmak üzere, bütün yolcuların kişisel eşyalarına el koyduğu hatırlatılarak, "İsrailliler, kişisel eşyalara gayri meşru şekilde el koymanın ötesinde, 31 Mayıs 2010 olaylarına ışık tutacak önemli delilleri de bilinçli olarak ya tahrip ya da tahrif etmişlerdir" denildi.
Öldürülenlerin cenazelerinin tamamen yıkandığı, barut kalıntılarından arındırılmış ve Türkiye'ye beraberlerinde ne tıbbi, ne de otopsi raporları olmaksızın gönderildikleri kaydedilerek, Aşdod Limanı'nda 66 gün tutulan Mavi Marmara gemisinin de tamamen yıkandığı, kan lekelerinin temizlendiği, kurşun deliklerinin üzerlerinin yeniden boyandığı, gemi kayıtlarına, seyir defterine, bilgisayar aksamına ve gemicilik belgelerine el konduğu, kapalı devre kameralarının tahrip edildiği, bütün görsel kayıtların da muhtemelen imha edilmek veya sızdırılmamak üzere alıkonmuş şekilde geminin Türkiye'ye gönderildiği bildirildi.
Ara Raporun Sonuç bölümünde, İsrail'in Yaşama Hakkı da dahil olmak üzere Temel İnsan Hakları ve Özgürlüklerini ihlal ettiğine dikkat çekildi.
"Gerçekler, 600 yolcunun insan haklarının İsrail tarafından kaba bir şekilde ve müteaddit defalar ihlal edildiğini açıkça gözler önüne sermektedir" denilen raporda, 9 kişinin hayatını yitirdiği ve ihlal edilemez nitelikli yaşama hakkının 9 kez çiğnendiği belirtildi. Raporda, "Ölenlerin çoğu, yakın mesafeden sıkılmış çok sayıda mermiye kurban gitmiştir" denildi.
İsrail'in kötü niyeti ve 600 yolcuyu fiziki ve psikolojik ceza ile cezalandırmasının, BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (ICCPR), İşkenceye ve Sair Zalimane, İnsanlık Dışı veya Aşağılayıcı Muameleye Karşı BM Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ndeki işkence, zalim, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele tanımları kapsamına girdiği belirtilerek, "İsrail, bu insanlara topluca reva gördüğü muameleyi hukuk önünde haklı gösteremez" denildi. Rapor, daha sonra şöyle devam etti:
"Aşdod'a kadarki 10 saatlik yolculuk sırasında geminin kontrolünü muhafaza etme ihtiyacı dikkate alındığında dahi, İsrail askerlerince yapılanların kabul edilebilir ve makul davranışlar bütününün ötesine gittiği açıktır. Dövme, tekmeleme, hakaret etme, insanları altlarına yapmaya zorlama ve güneşin altında aç ve susuz bırakma eylemlerinin, herhangi bir tehdide veya karmaşaya yol açmalarına bakmaksızın insanları topluca cezalandırmaktan başka hiçbir amaca hizmet etmediği aşikârdır. Şayet bir tehdide veya karmaşaya yol açmış olsalardı dahi bu muamele aşırı olurdu. İsrailli askerlere ilk yardım sağlamış olan Türk doktoru bile dövülmüş, kelepçelenmiş ve kötü muameleye maruz bırakılmış, başka yaralılara yardım etmesi engellenmiştir. Bir tababet erbabı olarak Dr. Hasan Hüseyin Uysal'a her ne olursa olsun özel muamele gösterilmesi gerekirdi. İsrail bu noktada da uluslararası hukukun temel insan hakları prensiplerini hiçe saymıştır. Yaralılara reva gördükleri muamele ve tıbbi yardımdan yoksun bırakılmaları da İsrail'in insani yardım konvoyundaki yolculara karşı kindar tutumunun ilave bir göstergesini oluşturmuştur. Ağır yaralılara saatlerce ilgi gösterilmemiş ve bu da sağlık durumlarının daha da kötüleşmesine yol açmıştır. Siviller aşağılamak dışında neden çırılçıplak soyulup aranırlar? Bunu haklı gösterecek hiçbir dayanak yoktur ve bu da İsrail'in insan hak ve onurunu ayaklar altına aldığı başka bir hadise olarak kayıtlara geçmiştir."
İnsan haklarının temel unsurlarından birinin, gözaltına alınan kişilerin tüm kanuni haklarından yararlandırılmasına işaret edilen raporda, ICCPR'nin 10'uncu maddesinin, özgürlüklerinden mahrum kılınan herkese insanca ve insan onuruna yaraşır biçimde muamele edilmesini öngördüğü bildirildi.
Raporda yolcuların tümünün kanuni haklarından yararlanma haklarının da sistematik şekilde ve pek çok defalar ihlal edildiği belirtilerek, yolcuların özgürlüklerinden ve güvenliklerinden hukuki yardımdan yararlandırılmaksızın mahrum tutulduğu kaydedildi. Yolcuların İsrail'e zorla getirilmişken, İsrail'e yasadışı yollardan giriş yapma suçunu kabul ettikleri yönünde İbranice belgeler imzalamak suretiyle kendilerini suçlamaya zorlandıkları ve bu durumun, ICCPR'ın insanların kendilerine karşı ifade vermeye veya itirafa zorlanmasını yasaklayan 14'üncü maddesine aykırı olduğu bildirildi.
İsrail açık denizler hukukunu ihlal ettiSonuç bölümünün "İsrail Açık Denizler Hukukunu İhlal Etmiştir" başlığı altında da hukuki hususlara dikkat çekildi. "İsrail'in konvoya saldırısı hakkında yapılacak hukuki analizin yola çıkış noktası, açık denizlerdeki seyrüsefer serbestisi ve bunun temel unsurlarından olan bandıra devletinin münhasırlığı olmalıdır" denilen bölümde, hemen hemen aynı yazıma sahip olan 1958 Açık Denizler Sözleşmesi ve BM Denizler Hukuku Sözleşmesi'nin açık denizlerde seyrüsefer serbestisinin genel kabul görmüş uluslararası teamüli kurallarını kodifiye ettiği kaydedildi.
Rapor daha sonra şöyle devam etti: "Uygulamalar, açık denizlerde seyrüsefer serbestisinin az sayıdaki istisnalarının artırılmasına karşı istikrarlı bir direnç bulunduğunu ortaya koymuştur. Denizden terör saldırısı tehdidine maruz olan ABD dahi, 'Proliferation Security Initiative' (PSI) girişimini bandıra Devletinin rızasına tabi tutarak, uluslararası sistemin bu alandaki bütüncüllüğüne saygılı olmaya dikkat etmiştir. Gemileri açık denizde durdurmaya, ziyarete veya bunlara el koymaya hukuki dayanak olarak meşru müdafaanın öne sürülebileceği fikri, teamüli uluslararası hukukta fazlaca destek görmemektedir. Uluslararası meşru müdafaa hukukunun temel kaynağı BM Yasası'nın 51'inci maddesidir. Bu maddeye göre bir devlet, meşru müdafaa hakkını kullanabilmek için, silahlı saldırıya ve bu yönde açık ve yakın bir tehdide maruz kaldığını ortaya koymak zorundadır. Uluslararası Adalet Divanı, saldırının silahlı olması gerektiğinin altını çizmiş ve böylece açık denizlerde gemilere yasaklamalar getirmek suretiyle ön alıcı meşru müdafaayı haklı göstermeye yönelik savları sekteye uğratmıştır." İnsani yardım konvoyunun seyrüsefer serbestisini ve buna zemin teşkil eden uluslararası hukuk kuralına istisna getirdiğini öne süren İsrail'in, bu tutumunu izah ve kanıtlamakla yükümlü olduğu vurgulanan raporda, "Açık denizlerde seyrüsefer serbestisine atfedilen genel önem dikkate alındığında, İsrail'in işinin güç olacağı açıktır" denildi.
Gazze'ye ablukaİsrail'in Gazze Şeridi'ne 31 Mayıs 2010 tarihi itibariyle uyguladığı deniz ablukasının, uluslararası hukukun ablukalara ilişkin prensiplerini ihlal etmekte olduğuna dikkat çekilerek, şu noktalara yer verildi:
"Zira, bu boğucu abluka İsrail'in güvenlik gerekleriyle izah edebileceğinin çok ötesinde bir kısıtlayıcılığa sahiptir. Kaldı ki bu abluka, uluslararası hukukun ablukaların başlangıç, süre, alan, kapsam ve tarafsız ülke gemilerinin ne zamana kadar ablukaya tabi kıyıyı terk edebileceklerinin ilanına dair teknik şartlarını da karşılamamaktadır. İsrail, uygulamada, 2007 yılından bu yana Gazze Şeridi kıyılarını bir tür ablukaya tabi tutmuştur. Her ne kadar İsrail bu deniz ablukasını 'muhasemat bölgesi', 'çatışma bölgesi' veya 'kapalı deniz alanı' gibi farklı isimlendirmelere başvurarak değişik kisvelere büründürmeye çalışmışsa da bunların esas amaç ve etkisi daima aynı kalmıştır: Gemilerin Gazze Şeridi'ne erişimini engellemek. İsrail yetkilileri, Turkel Komisyonuna verdikleri ifadelerde ablukanın hukuki bakımdan sorgulanabilir mahiyette olduğunu ve bu açıklarını yeni isimlere başvurmak suretiyle kapatmaya çalıştıklarını kendileri teslim ve itiraf etmişlerdir. Ancak, uygulamalarının tamamı, süresiz ablukaları yasaklayan uluslararası hukukun ihlali niteliğindeki aynı çarpık ve hukuk dışı ablukadan ibaret kalmıştır."
Raporda, 2009'daki "askeri kapalı alan" uygulamasına bakıldığında, İsrail'in hangi maddelerin yasaklı, hangilerinin ise serbest olduğunu üçüncü taraflara usulünce duyurmadığı, dolayısıyla San Remo El Kitabında kayıtlı bildirim şartını karşılamadığı bildirildi. İlgili bölümde "İsrail'in 6 Temmuz 2010 tarihinde Gazze;ye çok sayıda yeni ürünün girişine izin vermesinin ve yasaklı maddelerin listesini yayımlamasının, önceki uygulamalarının uluslararası hukuk tahtındaki yükümlülükleriyle bağdaşmadığının bir ikrarı olarak görülmesi mümkündür" denildi.
Ara Rapor, daha sonra şu hususlara dikkat çekti: "İsrail'in ablukasının meşru olduğu yönündeki iddialarına daha ciddi ve öldürücü darbeyi, birçok BM kuruluşu ve uluslararası toplum tarafından tescil edilmiş olduğu üzere, ablukanın sivil halk üzerindeki orantısız etkisi indirmektedir. BM Güvenlik Konseyi, BM Acil İnsani Yardım Mekanizması OCHA, Dünya Gıda Programı, Uluslararası Kızılhaç Komitesi, Dünya Bankası, BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ve BM Kalkınma Programı Gazze'deki insani durumu korkunç, kabul edilemez ve sürdürülemez olarak nitelemiştir. Gazze Şeridi'nde ablukanın yol açtığı insancıl kriz, BM Güvenlik Konseyini 1860 sayılı kararı almak zorunda bırakmıştır. Ülkeler de ablukanın Gazze Şeridi'ndeki sivil ahali üzerindeki etkisini kınamışlardır. Uluslararası kamuoyu ezici bir şekilde ablukanın sürdürülemeyeceğine ve kaldırılması gerektiğine inanmaktadır. Başka bir deyişle abluka hukuk dışıdır ve İsrail kara ablukasıyla deniz ablukasını dilediği kadar birbirinden ayrıymışçasına takdim etmeye çalışsın, bu ikisi hakikatte ve fiiliyatta aynı uygulamanın birbirinden ayrılmaz unsurlarıdır.
Abluka meşru olsaydı dahi, San Remo El Kitabının 47'nci maddesi, yardım taşıyanlar da dahil olmak üzere, insani amaçlara hizmet eden gemilerin saldırıdan masun olduğunu vazetmektedir. Mavi Marmara ve konvoydaki diğer gemiler Gazze'deki sivil halk için yaşamsal olan insancıl yardım malzemesi taşımaktaydı. Sadece bu husus dahi İsrail'in davranışının hukuk dışı olduğunu göstermeye yeterlidir."
İsrail askeri kuvvetlerinin Mavi Marmara'daki sivil yolculara karşı ölümcül güç kullanmasının deniz ablukasını uygulama ihtiyacıyla izahının mümkün olmadığı belirtilerek, şunlar kaydedildi:
"Öncelikle Mavi Marmara 600 sivil yolcu taşımaktaydı. İsrail de stratejisini bu gerçeğe göre biçimlendirmeliydi. Buna karşın İsrail hazırlıklarını askeri bir harekata göre yaptı ve sivillerin direnişiyle karşılaşacağı belirginleştiğinde dahi bu stratejiden sapmamayı yeğledi. Acı veren gerçek şu ki, İsrail şiddet içermeyen bir alternatif eylem planı arayışına girmiş olsaydı, sivil kurbanlar olmayabilecekti. Gemiyi durdurmak için İsrail'in elinde pruvanın üzerinden uyarı ateşi açmak, basınçlı su kullanmak, geminin önüne çıkarak durdurucu manevralar gerçekleştirmek veya dümenini kullanılamaz hale getirmek gibi çok sayıda seçenek mevcuttu. Ayrıca, stratejisini gözden geçirmek ve başka yöntemler geliştirmek için fazlasıyla süreye de sahipti. Oysa, 00.00 ve 04.30 arasındaki kritik saatlerde gerginliği azaltmak için gemiyi ziyaret, tarafsız bir limana yönlendirme veya başka hiçbir talep veya teşebbüste bulunmadı. İsrail barışçıl yolları değil, yalnızca saldırgan ve tahrikkar bir çizgi izlemeyi yeğledi. Elindeki bu diğer seçenekleri kullanmayı, İsrail'in öldürücü güce başvurmasını aşırı ve orantısız kılmakta ve uluslararası hukukun ihlali yapmaktadır."
Tazminat hakkıSavaşta sivil kurbanlara tazminat ödenmesinin uygun ve gerekli olduğu; ayrıca, bu tür ödemelerin yürüttükleri harekâtların sonuçlarını doğru şekilde öngörmemelerinin gerçek masraflarını öğreterek askeri güçleri daha orantılı olmaya sevk ettiği düşüncesinin artık genel kabul görmekte olduğuna dikkat çekilen raporda, "Dolayısıyla, İsrail de İsrail Savunma Güçlerinin 31 Mayıs 2010 tarihinde Mavi Marmara'ya karşı yürüttükleri askeri harekâtta ölen ve yaralananlara tazminat ödemesi gerekmektedir" denildi.
Raporun Sonuç bölümünde daha sonra şunlar belirtildi: "Bu konu, uluslararası toplumun hukukun üstünlüğünü ne ölçüde arzuladığını göstermek bakımından belirleyici olacaktır. Hiçbir Devletin kendisini hukukun üstünde görmesine izin verilmemelidir. Cezasızlık yerini sorumluluğa terk etmelidir. İsrail sorumluluğunu teslim etmeli ve buna bağlı olarak da açıkça özür dileyerek hukuk dışı saldırısıyla yol açtığı zarar ve kayıpları tazmin etmelidir."