İsrail'de 9 Nisan'da yapılan genel seçimin sonuçları, ülkede siyasetin merkezinin daha da sağa kaydığını, Filistin Sorunu'nda iki devletli çözümden biraz daha uzaklaşıldığını gösterdi.
Zehut ve Aruts Sheva gibi, adeta "cihatçı" düşüncenin, tüm Filistin topraklarını ilhak etmeyi savunan Yahudi versiyonunu temsil eden fanatik partiler bu seçimde İsrail Parlamentosu'na (Knesset) giremedi ama düşünceleri, ülkenin siyasi iklimini büyük ölçüde etkiledi. Bölge jeopolitiğinde yeni bir sarsıntı olasılığı da arttı.
120 üyeli Knesset'te seçim sonuçlarına göre en büyük iki parti, Binyamin Netanyahu liderliğindeki Likud ile Benny Gantz ve Yair Lapid'in liderliğindeki Kahol Lavan (Mavi ve Beyaz ittifakı) oldu. Likud ve Mavi ve Beyaz ittifakı 35'er sandalye kazandı.
İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin dün Başbakan Netanyahu'yu yeni hükümeti kurmakla görevlendirdi.
Netenyahu'nun aşırı milliyetçi ve aşırı dinci partileri de içeren bir hükümet kurması ve 65 milletvekilinin bu hükümete güvenoyu vermesi bekleniyor.
Bu koalisyonun Netanyahu'nun, hakkındaki yolsuzluk soruşturmalarından dolayı hapse girmesini önleyecek bir iç tutarlılığa ve kararlılığa sahip olması gerekecek.
Bu durum, ister istemez radikal partilerin pazarlık gücünü arttırıyor.
Evimiz İsrail Partisi'nin lideri Avigdor Lieberman'ın yine dışişleri bakanlığını isteyebileceği konuşuluyor.
İsrail'de gerçekten de olağanüstü bir durum söz konusu. Hakkında yolsuzluk soruşturmaları olan Binyamin Netanyahu'nun genel seçimleri 5. kez kazanması, imkânsız olmasa da zayıf bir olasılık olarak görülüyordu.
Birçok yorumcu, Mavi ve Beyaz ittifakı lideri emekli General Gantz'a daha yüksek şans tanıyordu. Bu iklimde, oyların yalnızca yüzde 20'si sayılmışken Gantz, taraftarlarına bir zafer açıklaması bile yapmıştı.
Gece ilerledikçe resim belirginleşmeye başladı. Netanyahu seçim gecesi, partisinin üyelerinin toplandığı basketbol salonuna girerken "İsrail Kralı" sloganlarıyla karşılanıyordu.
Ertesi gün, Londra'da yayımlanan Jewish Chronicle gazetesinin kapağında "O bir sihirbazdır" başlığının hemen yanında tam sayfa bir Netanyahu fotoğrafı vardı.
Buna karşılık İsrail'de çıkan Haaretz'in kimi yazarları oldukça kaygılıydı. Örneğin Daniel Soatch, "Netanyahu kazandı; şimdi İsrail'de demokrasi yıkılacak mı?" diye soruyordu.
Gerçekten de bu seçimde bazı sol partiler hezimete uğradı. İsrail'in kurucusu İşçi Partisi'nin sandalye sayısı 6'ya indi. Merkez sol parti Meretz de ancak 6 sandalye kazanabildi.
Buna karşılık radikal dinci (Ultra Ortodoks) partiler seçimlerden başarıyla çıktı. Haredi kesimin Şas Partisi kendi tarihinde bir rekor kırarak 8 sandalye kazandı. Eşkenazi kesimin partisi Birleşik Tevrat Yahudiliği, sandalye sayısını 6'dan 8'e yükseltti.
Seçim sonuçları İsrail'in Arap vatandaşlarının da siyaset içinde marjinalleşmeye devam ettiğini, umutlarını kaybettiğini gösteriyordu.
Arap kökenli İsrail vatandaşlarının seçimlere katılım oranı 2015 yılında yüzde 63,5 iken bu seçimlerde 49,1'e geriledi. Bu durum Arap partilerinin performanslarına yansıdı. İki Arap partisinin toplam sandalye sayısı 13'ten 10'a, Arap kökenli meclis üyelerinin toplam sayısı 17'den 12'ye geriledi.
Foreign Policy'den Joshua Mitnick, "İsrail Arap vatandaşlarını nasıl marjinalleştiriyor?" başlıklı yazısında, İsrail Meclisi'nde Arap partilerinin etkilerinin giderek aşındığını, artık adeta anlamsız bir noktaya gelmek üzere olduklarını düşünüyordu.
İsrail'in sol partilerinin bu seçimlerde Arap seçmenden ve sorunlarından ısrarla uzak durması, sağ partilerin adeta ırkçı bir söylem kullanmaları, bizzat Netanyahu'nun Arap vatandaşları hedef alan olumsuz önyargıları istismar etmesi de bu süreci güçlendirmişti.
İsrail seçimlerinin yukarda özetlenen biçimde şekillenmesinin arkasında, kabaca beş etken olduğu söylenebilir.
Birincisi, İsrail ekonomisinin istikrarlı ve güçlü bir görüntü sergilemesi, seçmenin statüko yönünde oy kullanmasını kolaylaştırdı.
İkinci etken, ABD Başkanı Donald Trump'ın Netanyahu'ya verdiği destek oldu. Trump ABD Büyükelçiliğini Kudüs'e taşıdı, İsrail'in Golan Tepeleri'ndeki egemenliğini tanıdı, seçimlerden az önce de İran Devrim Muhafızları'nı "terör örgütleri" listesine ekledi.
Trump'un bu "hediyeleri" karşısında Putin'in herhangi bir itirazı dile getirmemeyi seçmesi, hem Netanyahu'nun ülke içindeki güvenlikçi imajını güçlendirdi, hem de daha rahat hareket etmesine, örneğin radikal sağın duyarlılıkları yönünde Batı Şeria'yı ilhak etmekten söz etmeye başlamasına olanak verdi.
Üçüncüsü, İsrail'de sol partilerin Arap ve Filistin Sorunu'nu adeta seçim kampanyalarının dışında bırakarak daha da sağa kayma çabaları, Batı Şeria'yı ilhak etmenin yaratacağı büyük sorunları tartışmaktan kaçınmaları, Mavi ve Beyaz ittifakının bu sorunlara tamamen ilgisizliği, Netanyahu'yu destekleyen siyasi iklimi güçlendirdi. Solun oy kaybını hızlandırdı.
Dördüncü etken de bölgedeki Arap devletlerinin İran konusundaki korkularından dolayı, İsrail'de Netanyahu gibi "şahin" bir lideri tercih etmiş olmalarıyla ilgili. Bu tercih Netanyahu'nun "güvenlik konularında güvenilir başbakan, İran karşıtı koalisyonun lideri, uluslararası politikacı" imajını güçlendirdi.
Beşinci etken de doğrudan dördüncü etkenden kaynaklandı. Arap ülkeleri İran korkusuyla İsrail'e yanaşırken, Filistin Sorunu'nu gündemlerinden çıkardılar. Filistin Sorunu gündemden çıkınca "barış süreci", yani iki devletli çözüm süreci de gündemden çıkarak Netanyahu ve aşırı sağın düşünsel dünyasının İsrail politik yaşamında egemen olmasını kolaylaştırdı.
Seçimlerden sonra Netanyahu'nun yeni dönemindeki olası gelişmelere ilişkin üç soru düşünülebilir.
Barış süreci, Netanyahu döneminde hemen hiç ilerlemedi. Netanyahu da 10 yıldır bir Filistin devleti olasılığını gündemden çıkartmak için çabalıyordu.
Barış sürecinin tıkanmasında, Filistin halkının Hamas ve Filistin Yönetimi arasında siyasi olarak, Gazze ve Batı Şeria arasında da coğrafi olarak bölünmüş olmasının önemli bir payı var. Ancak Netanyahu yönetiminin, bir Filistin devleti olasılığını ortadan kaldırmak amacıyla izlediği uzlaşmaz politikaların belirleyici rolü oynadığı sanırım kolaylıkla söylenebilir.
Bu durumda Trump yönetiminin önermeye hazırlandığı "Ortadoğu için Barış Planı" nasıl bir çözüm olabilir?
Bu soruya cevap olarak, Al Jazeera'nin Filistin kökenli analistlerinden Marvan Bişara, "Bu Trump ile Netanyahu arasında bir anlaşma, Filistin halkını dışlayan bir çözüm süreci olacak ve Filistin halkına dayatılacaktır. Filistin halkının bunu kabullenmesi beklenemez" diyor.
Ancak bölgedeki Arap ülkelerinin İsrail ile ilişkilerini geliştirmeye çalıştığı bir dönemde, Filistin halkının seçeneklerinin ne olabileceğini bilmek kolay değil.
Netanyahu yönetiminde İsrail Batı Şeria'yı ilhak ederse, bu seçenekler hızla çatışma yönünde şekillenmeye başlayabilir. Batı Şeria'yı ilhak etmeye kalkmanın bir diğer etkisi de Daniel Soatch'un "Natenyahu kazandı, şimdi İsrail demokrasini yıkacak mı?" başlıklı yazısında değindiği soruyu gündeme getirmesidir.
Daniel Soatch yazısında, İsrail'in "kurucu babalarından" Ben Gurion'un bir "güvercin" olmadığını anımsattıktan sonra, 1967 Arap-İsrail Savaşı'nın ardından, herkes henüz bu beklenmedik zaferin sarhoşluğu içindeyken "Alınan toprakları hemen geri vermek gerekir" dediğini aktarıyor.
Ben Gurion "Alınan toprakları hemen geri vermek gerekir" derken, şu üç önerme arasındaki ilişkiyi düşünüyormuş: Bir; İsrail bir demokrasidir. İki; İsrail bir Yahudi devletidir. Üç; İsrail yeni topraklar işgal etmiştir.
Ben Gurion'a göre bu önermelerden üçünü birden gerçekleştirmek olanaklı değildir. İsrail hem bir demokrasi, hem bir Yahudi devleti, hem de o toprakların sahibi olamaz. İsrail bir demokrasi ve bir Yahudi devleti olabilir ama, aynı zamanda o işgal edilmiş toprakları elinde tutmaya kalkamaz. O toprakları elinde tutar ve demokratik bir devlet olmaya karar verirse, Yahudiler azınlığa düşeceğinden İsrail bir Yahudi devleti olmaktan çıkar.
İsrail bu toprakları elinde tutarak bir Yahudi devleti olarak kalabilir ama bu devlet, azınlığın çoğunluk üzerindeki baskısını temsil edeceğinden bir demokrasi olamaz. Ben Gurion'un formülüne göre İsrail, hem bir Yahudi devleti, hem de bir demokrasi olacaksa o toprakları geri vermesi gerekir.
Bugünkü koşullarda, Batı Şeria'nın ilhak edilmesi, Daniel Sotch'a göre İsrail'de demokrasinin sonunu getirebilir.
Bu durum İsrail'in uluslararası konumu üzerinde, Avrupa'da Yahudi düşmanlığının yeniden yükselmeye başladığı bir dönemde hiç de olumlu bir etki yapmaz.
İlhak çabası sert bir direnişle karşılaşır ve Filistin tarafında büyük can kaybına yol açarsa, Arap devletlerinin İsrail'e yaklaşma sürecini ve iç politik dengelerini olumsuz etkiler. Bu da doğal olarak İran'ın bölgedeki manevra alanını genişletir.
Kendisi de yasal sorunlarla boğuşan Trump'ın Netanyahu'yu ideolojik değil, tamamen pratik nedenlerden desteklediği rahatlıkla söylenebilir.
Gelecek 2020 seçimlerinde Trump'ın Yahudi oylarına ve başındaki yasal sorunları seçmenin gözünde arka plana itecek "önemli olaylara" gereksinimi olacaktır. Bu noktada, Netanyahu'nun radikal milliyetçi ve dinci gruplarla kuracağı koalisyonun, Trump'ın beklentisine cevap vererek desteğin "diyetini" ödemesi gerekebilir. Eğer Netanyahu Trump'a "diyetini" ödemeye karar verirse hem Batı Şeria'nın ilhakı, hem de İran'a yönelik bir askeri operasyon gündeme gelebilir.
Böyle bir konjonktür... Gazze'de Hamas'ı, Lübnan'da Hizbullah'ı, Ürdün'de Filistinli nüfusu, İsrail'de Arap vatandaşları olayların içine çeker; Arap ülkelerindeki radikal İslamcılığı canlandırır, Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkelerin rejimlerini daha da istikrarsızlaştırabilir.
Kısacası bölge jeopolitiği, hatta İsrail halkının güvenliği açısından son derecede tehlikeli sonuçlar yaratabilir, Rothkopf'un deyimiyle "bölgeyi havaya uçurabilir."